İklim Adaleti Bağlamında Sosyal Sürdürülebilirlik

İklim Adaleti Bağlamında Sosyal Sürdürülebilirlik

Orta Afrika’da bir kadın, temiz su kaynaklarına ulaşamadığı için hayatını kaybettiğinde bunun suçlusu yalnızca küresel ısıtma veya coğrafyanın politik tarihinde yer tutan kapitalist sömürü müdür? Yoksa bunda toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir parmağının olduğunu rahatlıkla söyleyebilir miyiz?

Dünya tarihindeki her mikro kırılma, kendi politik tabanını oluşturuyor ve bu tabanlar kendi içlerinde ekonomiye, topluma ve siyasi erke karşı kendi söylemlerini ve pozisyon alışlarını üretiyorlar. Bu hareketler; kitleler nezdinde makul karşılandığı oranda kabul görüp kendi politik doğrucu tavrını var ediyorken, makul görülmedikleri kitlelerde de kendi nefret söylemlerini yaratıyor. Bir bağlamda her pozisyon alış, kendi antagonistini (düşmanını) var ediyor diyebiliriz. 

George Floyd’un öldürülmesi hadisesiyle daha fazla duymaya başladığımız Black Lives Matter hareketi, kendi antagonisti olan White Lives Matter hareketini doğurdu. Toplumsal olarak geniş kitlelere ulaştığını iddia edemesek de oldukça sığ literatürüne rağmen bu hareket kendi ateşli destekçilerini toplayabiliyor. 

Benzer bir şekilde dünya çapında hızla karşılık bulan feminist hareket kendi antagonisti olan Red Pill akımını var ediyor. Yine bu akım, her ne kadar ciddiye alınabilir sağlıklı ve tutarlı söylemler üretemiyor olsa da kendi takipçilerini toplayabiliyor. Bu mesele için pek çok sebep sayılabilir: Avrupa’da sağın yükselişine önayak olan toplumsal dengelerin değişimine yönelik nefret, internetin globalleştirici etkisi ve bunun üzerinden her fikrin kendi destekçisini kolayca buluyor oluşu, yine internet sayesinde birinci dünya ülkelerinin kültürel ürünlerini tüketen üçüncü dünya ülkelerinde ithal problemlerin temelsizce savunuluyor oluşu ve dünya çapında sekülerleşme ile beraber tabiri caizse yayılan ‘’dinsizleşmenin’’ aidiyet arzusu üzerinde yeni formlar yaratması örnek gösterilebilir.

İklim Adaleti Bağlamında Sosyal Sürdürülebilirlik
Fotoğraf: Pexels | Pluyar

Her halükarda bütün insanlık olarak sürekli makro ve mikro kutuplaşmaların gölgesinde bir ‘’çağdaş’’ hayat sürüyoruz. Peki, ya etkisini gittikçe artıran iklim krizi, bunca şiddetli ve küresel bir mesele olarak kendi kutuplaşma iklimini var etmeyecek mi? Bugün hala toplum nezdinde etkilerini yeterince şiddetli göstermediğine inanıldığı için yakın geleceğin bir sorunu olarak görülmeyen bu kırılma, insanların yaşam biçimlerine kökten bir şekilde karar vermeye başladığında ne olacak?

Korkarım ki yakın gelecekte bireylerin iklim krizine karşı düşünsel konumlanışları son derece eleyici bir sosyal seperatör olacak. Belki de bu konumlanış; bireylerin dini görüşlerinden, ırklarından, ve ideolojik fikirlerinden çok daha yaygın başvurulan bir kıstas olarak toplumsal hayatın dinamikleri arasına girecek. Peki, ya iklim krizi hepimizin ortak meselesi iken nasıl olacak da kutuplaşacağız? Aslında cevap oldukça basit. İklim krizinin nihai neticesi bütün insanlık için ortak olsa da bizleri bu felakete götüren yolda aynı kaderi paylaşıyor olmayacağız. Artık çok açık bir şekilde biliyoruz ki iklim krizi etkilerini farklı sosyal sınıflar içerisinde farklı şiddetlerde gösteriyor.

Bir nehrin kirletilmesi ilk ve en ciddi olarak o nehre bağımlı bir hayat süren insanları etkiliyor. Tehlikeli ve kirletici endüstriyel faaliyetlerin etkilerine en çok banliyölerde yaşayan görece yoksul insanlar maruz kalıyor. Bir bölgede kuraklık neticesinde gerçekleşecek olan bir göç dalgası, birincil olarak yoksul insanları ve bu yeni mülteci krizi ile başa çıkmak mecburiyetinde kalan diğer ülkeleri etkileyecek. Bu etkilerin sosyolojik, ekonomik ve politik yükünün ne denli ağır olduğunu fazlasıyla iyi biliyoruz.

İklim krizinin kendisi kadar olmasa da bu krizin yol açacağı toplumsal çözülmelerle başa çıkabilmek de fazlasıyla önemli gözüküyor. Bu mücadelede küresel bir konsensus ile medeni, eşitlikçi ve akılcı yöntemler tercih etmek de sosyal sürdürülebilirlik açısından kilit bir rol oynayacağa benziyor.

Peki, Ne Yapmalı?

İklim Adaleti Bağlamında Sosyal Sürdürülebilirlik
Fotoğraf: Pexels | Shevetsa

Bu meselenin çözümünün pek çok yönü olduğu düşünülebilir. Her şeyden önce bu realite alışılagelmiş sığ çevreci yaklaşımları kökünden sarsmalıdır. İklim krizinin tüm insanlığın ortak kaderini belirliyor oluşu gerçeği çarpıtılarak sanki aynı oranda suçlu ve tehlike altındaymışız gibi bir algı yaratılıyor. Aynı anda iklim krizi olgusu bir mit haline getiriliyor. Bu son derece çarpıcı gerçek, romantik söylemler eşliğinde distopik bir kıyamet rivayeti gibi anlatılıyor. Bu sebeple kamuoyu, iklim krizini uğruna hamasi söylemler geliştirilmesi gereken bir ‘’trend’’ olmaktan daha derin bir şekilde içselleştiremiyor. Haliyle bir şirketin on binlerce dolar bütçe ayırarak çektiği çevre kirliliğine dikkat çeken reklam filmini tabiri caizse bayılarak izliyor, aynı şirketin fabrikalarından birinde çalışan bir işçinin çevre duyarlılığındaki zayıflığı hunharca eleştiriyoruz. Popülist sosyal medya tepkilerini bir kenara bırakacak olursak gündelik hayatın aksiyonlarında bir orman yangını üzerine inşa edilen bir otel, naylon poşet kullanan bir vatandaş kadar dikkatimizi çekmiyor.

Bir diğer yandan daha felsefi bir tartışma olarak iklim adaleti mefhumu ne kadar faydalı olsa da daha sonra olumsuz etkilerini gün yüzüne çıkaracak bir hatanın üzerine inşa ediliyor. Bu hata da iklim adaleti kavramının insanmerkezci bir ahlak üzerinden şekilleniyor oluşu. 

Her ne kadar iklim adaleti üzerine geliştirilen düşünceler insanın doğrudan ilişki kurduğu doğaya doğru genişlese de hala kapsayıcı değil. Hem zaten böyle bir genişleme insan için inşa edilmiş bir ahlaki prensibin diğer canlıları da kapsayacak şekilde şişmesinden ibarettir. Buna benzer bir problemi şu anda türcülük meselesinin geniş kitlelerce anlaşılamamasında yaşıyoruz. İklim adaleti için de henüz yolun başında sayılırken yapılması gerekenin bu kavramı diğer bütün canlıları kapsayacak bir şekilde ekosantrik bir merkeze inşa edilmesi olduğu kanaatindeyim.

Kapak Fotoğrafı: Pexels | Burcu Yıldızhan Sager