Güncelleme Tarihi: 16 Ekim 2023
Dünden bugüne her şey değişiyor. Cadde-i Kebir’den İstiklal Caddesi’ne, yüzyıllar süren bu değişim yolculuğunda Beyoğlu, ülkemizin kültür belleği olarak yaşamaya devam etmek için direniyor. Hagop Ayvaz, Afife Jale, Muhsin Ertuğrul, Abidin Dino, Ferhan Şensoy, Yıldız Kenter… Kimler yürümedi ki bu sokaklardan… Her biri; eserleriyle, sanatıyla izler bıraktı dünyamıza…
Yıllardan 2023 ve bir eylül sabahı… Çukurcuma Hamamı’nın önünden geçerek hala inatla tarih kokan sokakları bir bir ardımda bırakıyor ve Hayriye caddesine varıyorum.
Cadde dediğime bakmayın burası bir merdiven… Türkiye Tiyatro Vakfı’na çıkan dik küçük merdivenler… Bizleri kırmayıp röportaj teklifimizi kabul eden Türk Tiyatrosunun kıymetli isimlerinden Esen Çamurdan ile buluşuyorum burada…
Esen Çamurdan demek tiyatro demek… Dramaturg, yazar, tiyatro eleştirmeni… Çağdaş Tiyatro ve Dramaturgi, Şiddet ile Oynamak, Tanzimat Dönemi Türk Tiyatrosu gibi nice eserleriyle tiyatro öğrencilerine ve tarihimize ışık olmuş çok kıymetli bir aydın… Sizi tiyatrodan ayrı düşünemiyorum. Peki nasıl başladı bu tiyatro aşkı?
İlk nasıl başladı ben de bilmiyorum. Adana doğumluyum. Çekirdek ailem de hep Adana’da yaşadı. İlkokulu orada okudum. Sonra beni burada liseye yolladılar, Notre Dame de Sion’a…
Ama ben çocukluğumda hiç tiyatroya gitmedim. Anımsadığım kadarıyla Adana’da hareketli bir tiyatro yaşamı yoktu, çocuk tiyatrosu hiç yoktu diye aklımda kalmış. 11-12 yaşlarında yatılı olarak okuduğum Notre Dame Sion’a adım atar atmaz tiyatro koluna girdim, oyunlarda rol almaya başladım. Mezun oluncaya dek tiyatro kolu başkanlığı yaptım. Hatta lise yıllarında tiyatro yüzünden disipline çıkmışlığım bile vardır: Öğle tatilinde Kenter Tiyatrosu’na bir oyun metni istemeye gitmiştim, derse geç kaldım…
Liseden sonra hasbelkader kazandığım İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi bölümünde bu kez Haldun Taner’i buldum; üniversitede tiyatro seminerler veriyordu. İşte beni asıl tiyatroyla tanıştıran Haldun Taner oldu.
Tiyatro kültürü, kavramları, tarihçesi … Kocaman ve heyecan verici bir dünya açıldı önüme. Dört yıl boyunca Haldun Bey’in seminerlerine katıldım. Başında 15 kişiydik, son sınıfta iki kişi kalmıştık. Osman Senemoğlu ve ben…
Senemoğlu akademide karar kıldı, ben ise tiyatroyla yoluma devam etmeyi seçmiştim bile. Kısacası beni profesyonel olarak tiyatroya yönlendiren kişi sevgili hocam Haldun Taner’dir.
Üniversiteden sonra nasıl devam ettiniz?
Her ne pahasına olursa olsun Paris’e gitmeye karar verdim çünkü o dönem – 70’li yıllar- Fransız tiyatrosu Avrupa’da doruktaydı; çağcıl tiyatronun merkeziydi. Patrice Chéreau, Ariane Mnouchkine, Antoine Vitez….
Maddi ve manevi olarak çok sıkıntı çektim Paris’te ama direndim, kararlıydım, başıma ne gelirse gelsin tiyatro alanında yüksek lisans yapacaktım. Tez konusu seçerken ilginç bir dönüşüm yaşadım. Önceleri –malûm- Molière, Brecht, Beckett gibi büyük adlar üzerine çalışmayı düşünüyordum ama sonra baktım ki bunlarla ilgili sayısız tez yazılmış, didik didik edilmiş metinleri. Benimki tereciye tereotu satmak gibi bir şey olacaktı ve bir de tabii uygun hocayı bulmak önemliydi ama beni yönlendirecek kimseyi tanımıyordum. Ne yapacağımı kara kara düşünürken Türkçe kursuna giden bir Fransız arkadaşım imdadıma yetişti ve beni Abidin Dino’nun eşi Güzin Dino’yla tanıştırdı.
Güzin Dino’yu burada saygıyla anıyorum; beni hiç tanımamasına karşın o kadar çok yardımcı oldu ki… Önerdiği kişi –Anne Ubersfeld- dönemin önemli tiyatro göstergebilimi uzmanlarından biriydi. E benim de belki tarihinin en parlak döneminde, Berke Vardar, Tahsin Yücel, Adnan Benk gibi yetkin hocaların ağırlıklı olduğu Fransız filolojisinde okumuş olduğum için özellikle göstergebilim, eleştiri kuramı alanlarında sağlam bir eğitimim vardı. Ne olursa olsun kendim yaratmış olsam da bu bir şanstı.
Bu arada üzerinde çalışacağım konuya da karar vermiştim: Avrupalıların tanımadığı, benim de irdeleme fırsatı bulabileceğim Ortaoyunu olacaktı.
Tiyatro göstergebilime geçişim kolay ve zevkli oldu. Hocam da çok iyiydi. Sıkı çalıştırdı beni. Master tezim bitince Paris’te kalmamı ve doktora yapmamı istedi ama maddi sorun nedeniyle kalacak durumda değildim. Bu arada düzenli olarak Metin And ile yazışıyordum, Cevdet Kudret ile görüşmüş, Paris’te Pertev Naili Boratav’la sohbet etmiştim. Bu insanları tanıdıkça dünyam daha da renklendi ve zenginleşti.
Devlet Tiyatrolarında Dramaturg olarak çalışmaya ne zaman başladınız? Nasıl gelişti bu süreç?
Metin And, Ankara Dil Tarih Fakültesi Tiyatro bölümünde kadro açılacağını yazdı bana ve Ankara’ya çağırdı. Ama gittiğimde yerime başkası alınmıştı. Bana karşı mahcup olan Metin Bey, aklımda hiç yokken Devlet Tiyatrosu’na dramaturg olarak girmemi önerdi. Böyle başladım profesyonel tiyatro yaşamıma…
O gün bugündür de içindeyim; becerilerim doğrultusunda yapabileceğim her şeyi yapmaya çalışıyorum. İşte böyle tuhaf bir serüvendir benimki…
Ne güzel bir serüven… Karşılaştığınız insanlar da çok kıymetli… Her biri hem tiyatro hem kültür tarihimize çok büyük katkıları olmuş kıymetli insanlar…
Tabii tek taraflı olmuyor bu… Çok çalıştım çok çaba gösterdim, en başından beri…
Dediğim gibi biz Haldun Bey’in seminerlerine 15 kişi başladık iki kişi bitirdik. Paris’te maddi manevi geçirdiğim o zorlu günlerde bir şekilde cesaretimi toplayıp Güzin Dino’ya ulaşmasaydım -ki o günü hiç unutmam- böyle olmayabilirdi.
Dil laboratuvarında Türkçe dersi veriyordu, yanına gitmiştim. Güzin Hanım’a ulaşmasaydım Anne Ubersfeld’den ders alamayacaktım. Azim ve çaba sayesinde oluyor tüm bunlar. Beklemediğim bir biçimde başladım tiyatroya ve beklemediğim, hiç düşünmediğim bir yere geldim.
Ödenekli tiyatrolarda çalıştığım dönemlerde birçok projemin geri çevrilmesine karşın hiç yılmadım, sonuna kadar çabaladım, direndim.
Şimdi geriye dönük düşünüyorum da galiba bugün bir bütün olarak giriştiğim şeylere ben o zamanlar parça parça gerçekleştirmeye çalışmışım. Müze düşüncesi de böyle böyle oluştu aslında…
Müzeye ayrıca değineceğim ama araya “Dramurjik” bir meseleyle girmek istiyorum. Bunu mutlaka sormam istendi. Açıkçası ben de sizden duymak istiyorum. Dramaturji mezunuyum. Dramaturji diyorum. Doğrusu nedir peki? Dramaturgi mi dramaturji mi? Bizi aydınlatabilir misiniz? (Evet sordum:)
Türkçeye yabancı dilin karışmasından doğan ve sıklıkla karşılaştığımız bir sorun bu.
Bir yandan fiil çekimlerinde o yabancı dili kullanmak, öte yandan da mastar halinde Türkçeyi konuşmak gibi karışıklıklar vardır ya… Dramaturji veya dramaturgi kullanımı da öyle.
“Dramaturji” Fransızcadır. “Dramaturg” Almanca kökenlidir, açıkçası ben bunu yeğliyorum çünkü kulağıma daha hoş geliyor. “Dramaturg” diyorum ama “dramaturjik” çalışma diye kullanıyorum; “Dramaturgik” çalışma olmuyor. Anlayacağınız oldukça karışık ve nereden bakarsanız bakın çelişkili bir durum. Bu nedenle sıklıkla karşılaştığım soruyu “Nasıl isterseniz…” diye yanıtlıyorum.
Bizi aydınlattığınız için çok teşekkürler. Devlet tiyatrolarında çalıştığınız dönemden bahsediyorsunuz…
Evet. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda üç yıl dramaturg olarak çalıştım. İlk deneyimi orada yaşadığımı düşünüyorum. “Haldun Taner haftası” yapmıştım. Harbiye’de üst fuayede Haldun Bey’in özel eşyaları, yazışmaları, gözlüğü, kalemi gibi özel eşyalarının sergilendiği ufak çaplı bir müze girişimiydi bu. Sonra Oktay Rıfat ile ilgili bir hafta düzenledim. Bunlar meğerse hep böyle küçük küçük alıştırmalarmış.
Devlet Tiyatrosu’ndayken Uluslararası Kukla Şenliği düzenledim. Yalnızca tiyatroda değil, sinemada, sanatın çeşitli alanlarında yapılan kuklaları sergiledik, paneller, açık oturumlar yapıldı. Örneğin değerli heykeltıraşımız Saim Bugay, o zamanki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrencileriyle kukla yapıyordu, Metin Deniz’in de çalışmaları vardı… Müthiş ses getirdi.. Çok sesli, katmanlı bir şenlikti. Hatta sonrasında Türkan Saylan uzun süre etkinliği sürdürmem için beni sıkıştırdı ama bir daha olmadı çünkü yönetim desteklemiyordu.
Bugüne geldiğimizde Türk Tiyatro Vakfı’nı kurduğunuzu görüyoruz… Nasıl kuruldu bu vakıf? Hangi amaçlarla kurdunuz?
Aslında benim öncülüğümde bir grup akademisyen ve tiyatrocuyla birlikte vakıf kurma girişimi 2018’de başladı; yani tüzel kişiliğimiz için başvurduk. Çok uzun bir mahkeme süreci yaşadık; inanılır gibi değil ama tam 1 yıl 6 ay bekledik. Sürekli yargıçlar değişti, yeni gelen yargıç dosyaya bakacağını ileri sürerek oturumu erteledi, her seferinde altı ay ertelendi duruşmalar…
Tam tüzel kişiliğimizi kazandık diye sevinirken 2019 yılında korona salgını baş gösterdi. Biz durmadık çalışmaları çeşitli yollardan aralıksız sürdürdük. Evden çalıştık, etkinliklerimizi çevrim içi gerçekleştirdik ve ancak iki yıldır normal bir düzene geçebildik. Sonrasında da deprem oldu. Şimdi de içinde boğulduğumuz ekonomik krizi yaşıyoruz. Yani biz hiç böyle kafayı doğrultamadık ve doğru dürüst bir sponsorumuz da olamadı.
Bu kadar kıymetli ve bin bir güçlükle kurulmuş bir vakfın hala sponsorunun olmaması çok üzücü…
Ne yazık ki öyle… Büyük kapitaller kendi kültür kurumlarını kuruyorlar artık ve maddi ve manevi kazançlı çıkıyorlar. Bize gelince hep AB fonlarıyla ilerledik, altyapımızı geliştirdik, sempozyum gibi kapsamlı etkinliklerimizi bu fonlar sayesinde gerçekleştirebildik.
Gerçekten sıfırdan başladık. Benim eski evim olan ve vakfa bağışladığım ofisimiz bomboştu o zamanki yardımcımla çalışmaya başladığımızda. Bir hafta, on gün boyunca bir masa (eski yemek masası), iki iskemle ile kişisel bilgisayarımız vardı; bir de yardımcımın eşinin gönderdiği küçük saksıdaki orkide… Ardından fon bulmaya başladık, şimdi yerimiz dar geliyor, zor sığıyoruz.
Günlük giderleri ise benim akmasa da damlayan bütçemden karşılıyoruz. Tahmin edeceğiniz gibi giderek güçleşiyor ekonomik durum ama yapacak başka bir şey yok; bir kez yola çıktık, dönmek yok.
Peki, sponsorluk için özellikle de Tiyatro Müzesi için görüştüğünüz kurumlar, kişiler oldu mu? Kültürel değerlerin hızla tüketilerek yitip gittiği bu zamanda Tiyatro Müzesi artık büyük bir ihtiyaç. Kültür ve Sanat’a değer veren kurumların, kuruluşların olması gerektiğini umut ediyorum.
Öyle umut ediyorsunuz, ediyoruz ama gerçek, ne yazık ki öyle değil. Siz de bilirsiniz, bizim ülkede herkes konuşur, parlak laflar eder ama iş eyleme gelince yok olurlar, söylemlerinin sorumluluğunu üstlenmezler, öyle bir değerleri yok.
Çok kişiyle temasa geçmeye çalıştım ya da görüştüm, bir sonuç elde edemedim.
Ama dediğim gibi, ben yalnız evimi değil kendimi de vakfettim bu işe, ne yapıp edip bu ülkenin tiyatrosunun kültür mirasını korumak gerekiyor. Artık kitap da yazmıyorum, benim son kitabım Türkiye Tiyatro Müzesi olacak.
Artık kitap yazmıyorum. Benim son kitabım canımı dişime katıp kurmaya çalıştığım müze olacak diyorum.
Bunun için İBB’ye çok güvenmiştim. Hatta belediye seçimlerinden sonra altı ay bekledim, önce yerlerine otursunlar, yerleşsinler diye. Sonra sorumlu kişiye bizim tanıtım dosyasını yolladım. Bina istiyoruz, müze yapmak istiyoruz diye. Hatta Ankara’ya gidip Kemal Kılıçdaroğlu ile de görüştüm. Ekrem İmamoğlu ile görüştüm. Kaftancıoğlu ile görüştüm.
İmamoğlu çok ilgilendi. Projemizi, Tiyatro Müzesi düşüncesi tiyatronun kültür mirasını koruma konusunu çok sevdi. Ve zaman geçirmeden, bir hafta sonra ilgili bürokratlarıyla bir zoom toplantısında bizi buluşturdu. Ama olmadı. Saçma sapan, yersiz sorular yöneltildi bize, yok kaç tane koleksiyonunuz var? Size verecek bir yerimiz yok, bize bütçe çıkarın (!) gibi çeşitli bahanelerle engellendik. Oysa çok yerleri olduğunu biliyorum, dedektifliğe gerek yok, her şey ortada, gazete haberlerinde… Kedi müzesi veya kimi kişilere ikinci müzeyi açtıktan sonra Türkiye Tiyatro Müzesi’ni de kurabilirlerdi.
Kültür mirasının göz göre göre yok edildiği bir ortamda böyle bir müzeyi engellemek bence cahilliktir ya da egoların, çıkarların öne çıkmasıdır; başka bir şey gelmiyor aklıma. Artık hangisiyse… Biz bir kültür kurumuyuz ve kültürel mirası korumaya çalışıyoruz. Tek derdimiz bu. Aslında İBB bunu yapsa adını, iddia ettiğinin de ötesinde duyuracak ama galiba ayırdında değiller.
Peki, daha öncesinde belediyelere ya da başka kurumlara başvurularınız oldu mu?
Biliyorsunuz, 2010 yılında İstanbul Kültür Başkenti ilan edilmişti. Ben de, gerekli ön çalışmayı yaptıktan sonra bir tiyatro müzesi projesi sundum ilgili birime. O zaman vakıf kurma gibi bir düşüncem yoktu. Projeyi reddettiler, gerekçe halen Yıldız’da bir tiyatro müzesi olmasıydı. Oysa sunduğum raporda uzun süredir kapalı olan söz konusu yerin içler acısı durumunu dile getirmiş, içinin boşaltılmış olduğunu iletmiştim.
Bir düşünün, aradan geçen 13 yıl boyunca yitirdiğimiz tiyatro sanatçılarını, hangisini anayım… Hemen ilk aklıma gelenleri sayayım: Münir Özkul, Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Ferhan Şensoy, Erol Günaydın, Erol Keskin, Duygu Sağıroğlu, Nevzat Açıkgöz, Teceddin Diker, Toron Karacaoğlu…Onların bütün kültür mirası bu müzede olacaktı. Şimdi hiçbiri yok, nerelerdedir kimbilir… En çok da buna yanıyorum ben, öfkeleniyorum.
Hiçbirinin arkasında bıraktığı kültürel mirası koruyamadık, sahiplenemedik..
Kültürel miras adına ne kadar kıymetli bir tiyatro müzesine sahip olmak… Bir an önce daha fazla mirasımızı kaybetmeden kurulması gerekiyor.
Aslına bakılırsa kültür mirasına sahip çıkmak da bir kültür sorunudur. Burada kültür derken basit bir dekoratif süse indirgenmiş kavramdan söz etmiyorum tabii. Bir ülkenin halk masallarından, destanlarından, yazınından, sanatından, geleneğinden, göreneğinden ve tüm bunların bileşimini yansıtan dilinden oluşan bir pratikten söz ediyorum.
Bir ülkenin kimliğini oluşturan, kendi olmasını sağlayan edimdir dile getirmeye çalıştığım kültür. Bu açıdan bakıldığında kültür mirasına sahip çıkmak da bir yerde kimliğine, varlığına sahip çıkmak anlamına gelmekte. Buradaki kimlik kavramının ayrılıkçı ulusçuluğun kullandığı anlamda olmadığını belirtmeliyim. Ama kültür olmadan kimlik olmaz ki…
Senin ülke olarak bu kadar önemli tiyatro tarihin var ama yurttaşın ayrımında değil, öyle bir kültürü yok. Çünkü ne müze var bu kolektif belleği muhafaza edecek, ne de konunun önemini kavramış olan bir “yetkili”… Ve böyle giderse bu tarihi kimse bilmeyecek ve hayran hayran başkalarına bakacak. …
Türkiye tiyatrosunun parlak dönemi olarak nitelenen 60 kuşağının sanatçıları teker teker yitiyor. Ve arkalarından aileleri ellerinde kalanlarla ne yapacaklarını bilmiyorlar, ya sahafa satıyor geride bıraktıkları kültür mirasını, ya da uyanık bir tüccar ya da koleksiyoncular alıyor. Ve gidiyor, elden gidiyor kültür mirasımız…
Her kaybettiğimiz tiyatro kişisiyle birlikte önemli bir kültür mirasımızın da yitmesini engellemek gerek. Bu gidişle dün olduğu gibi bugün de yarına bırakacak hiçbir şey kalmayacak elimizde.
Türkiye Tiyatro Müzesi’ni oluşturmaktan başka çıkar yol görmediğimden tek başıma çıktım yola. Eğer devlet koruyamıyorsa kültür mirasını, yerel kuruluşlar bir şey yapmıyorsa biz siviller sahiplenmek zorundayız. Yapacak başka bir şey yok, bunu yapmak zorundayız.
Siz her şeye rağmen destek alamasanız da çalışmalara devam ediyorsunuz? Peki nasıl yapıyorsunuz bunu şu anda?
Resmi olarak kurulmadan önce, bizi destekleyen tiyatro alanında yetkin kişilerle birlikte bir panel düzenlemiştik, Enka’yı da hiç unutamayacağım, bize güvenip kapılarını açmıştı. O panelde bize neden bir tiyatro müzesinin gerektiğini anlatmaya çalışmıştım: Biz yapmazsak kim yapacak diye sormuştum. Kapitalist yapmıyor, devlet yapmıyor. Biz niye yapmayalım? Bizim neyimiz eksik? Biz birey değil miyiz bizim gücümüz yok mu?… Bir yerden başlayalım, arkası gelir diye bitirmiştim sözlerimi, öyle ya, yol giderken oluşur…
Panel, sanıyorum özellikle gençleri çok etkilemiş olacak ki o tarihten sonra bize yığınla gönüllü geldi, gelmekte. O gün bugündür biz hep gönüllüler ile çalışıyoruz, yaptıklarını seviyorlar ve inanıyorlar. Hep birlikte güzel işler çıkarıyoruz.
Evet, yarı zamanlı çalışan genel koordinatörümüz dışında çalışanlarımızın tümü gönüllüdür. İşin güzel yanı, biraz tuhaf kaçacak ama bunlar hem gerçekçi hem de idealist kişiler. Şöyle ki beyaz yakalı işlerde çalışmak istemiyorlar ama para kazanmanın önemini de kavramış durumdalar. Bu nedenle haftanın birkaç günü serbest çalışıyorlar, kalan günlerinde ise idealist işlerle uğraşıyorlar; çoğu lisans ya da lisansüstü öğrencisi veya doktoralı. İşte biz her şeyi bu arkadaşlarla yapıyoruz, etkinlikleri, arşiv, envanter çalışmasını ve daha birçok şeyi…
Şu anda profesyonel olarak düzenlenmiş arşiv ve envantere, veritabanına sahibiz. Hepimiz birlikte öğrendik, öğreniyoruz. O kadar ki, arşiv konusunda uzmanlaşmış iki kızımız var, yeni katılanları birer uzman olarak onlar eğitiyor. Belirli günlerde toplanır, varsa kimi sorunları tartışır, plan, program yaparız. Her şeye karşın keyifle çalışıyoruz; arada bir fırsatını bulup kutlamalar yapmayı ihmal etmediğimizi de belirtmeliyim.
Tiyatronun ve kültür mirasımızın kıymetini bilen ve bunun için çalışan mücadele eden gençlerin var olması ne kadar güzel…
Örneğin, 2022 yılının sonuna doğru gönüllü aradığımıza dair bir duyuru yaptık, bir hafta içinde 25 kişi başvurdu. Yani böyle bir durum var. Gençler çok akıllı, ne yaptıklarını biliyorlar.
Bir yerde kültürel mirasımızı kaybederken diğer tarafta böyle bir mücadelenin olması çok kıymetli
Diyalektik dönüşüm! Her batma durumu kendi çıkış yolunu oluşturuyor. Eskiden bu kadar batmamışken, kimse ortalıkta yoktu, şimdiyse 20 kişi çıkıyorsa ortaya, bu kârdır diye düşünüyorum artık!
Devam edecek…