Rene Descartes’ın Cogitosu

Rene Descartes’ın Cogitosu

Cogito ergo sum!

Yani ‘’Düşünüyorum, öyleyse varım!’’

İçimizden, felsefe ile en alakasız görünenlerin bile pek çok defa maruz kaldığı bir önermedir bu. Peki Descartes’ın algılarına ve duyularına karşın beslediği kuşkuyla sahip olduğu bütün bilgileri bir kenara atarak her şeyi üzerine kurgulayabileceği temel bir ‘’gerçek’’ arayışıyla ulaştığı bu söz aslında ne ifade ediyor? Niçin bu kadar önemli? Gelin önce Descartes’tan biraz bahsedelim;

Descartes, 1596 ve 1650 yılları arasında yaşamış Fransız matematikçi ve düşünürdür. Ortaçağ skolastizminin son bulmasındaki payı ile dünya tarihi için önemli bir yere sahiptir. Kendisi, aynı zamanda modern felsefenin babası olarak anılır. Tabii bu noktada felsefenin tanımsal olarak ‘’babalığa’’ pek de mahal bırakmadığını da söylemek istiyorum. Çünkü hiçbir fikir, anladığımız manada bir özgünlükle topraktan öylece bitivermez. Hegel, felsefeyi ‘’kendi kendini geliştiren düşünce’’ olarak tanımlar. Ne Nietzsche, ne Marx, ne de Deleuze tek başlarına kendi fikirlerinin ‘’babaları’’ olarak değerlendirilebilir. Bütün batı felsefesi Platon’a düşülmüş notlardan ibaretken Platon, Homeros’a dipnotlar düşmekten başka ne yapmıştır?

Aslında her şey, Johannes Kepler’in Antik Yunan düşüncesinden kalan ve Aristocu bir mantık olan, ‘’aşkın form’’ yani doğanın, dünyanın ve insanın ayrıcalıklı anlar geçişinde poz verdikleri düşüncesini bir kenara bırakarak yerine sözgelimi bir ipe bağlanmış bir bilyenin çevrilmesindeki bütün hareket içerisinde ayrıcalıklı herhangi bir anın yokluğunu koymasıyla başlar. Bu, şu anlama geliyor; artık ilgi, ayrıcalıklı anlara değil de yaşamın içinde içkin olan ‘’herhangi’’ anlara yöneliktir. Bu düşünce metoduyla Kepler; orbitler üzerine kurgulu modern astronomiyi, Galilei; modern mekaniği ve Descartes ise modern geometriyi kurmuşlardır.

Gelelim Cogito’nun Faydalarına(!)

ışık

Descartes’ın metafizik felsefesinin ilk savını ‘’Düşünüyorum, öyleyse varım.’’ önermesi oluşturuyor. Bu, aynı zamanda kartezyen kuşku yönteminin de temelini atıyor. Descartes ile birlikte öznellik mefhumu kendi önemini kavrıyor. (Burada doğru kelimenin ‘’özne’’ değil de ‘’öznellik’’ olduğunun altını çizmek istiyorum.) Descartes’ın bütün düşüncesi şunu getiriyor; eğer insanı daha öncekiler gibi akıl sahibi bir hayvan olarak tanımlayacaksak bu ikisini ayrı ayrı düşünmek zorundayız; akıl sahipliği ve genusun bütünü olan hayvan. Bu bir sıralı düşünce ve Descartes bu ayrı ayrı düşünülmüş tanıma karşı çıkıyor. Descartes’in aradığı şey bir anlamda ‘’kesinlik’’. Bütün tanımın bir çırpıda kendisini gerçekleştirmesini istiyor. Kuşku duyuyorum; bu aynı zamanda düşünüyorum demektir. Düşünüyorum; bu aynı zamanda varım demektir. Buradaki farka dikkat etmenizi istiyorum. Bu bir tür estetik duyu farkıdır; ayrı ayrı düşünülen ‘’şeyler’’ yerine bir çırpıda ortaya çıkan ‘’bütünlük’’. İşte Descartes’a göre gerçek bir tanım ancak böyle mümkün olabilirdi.

Modern bir ‘’insan’’ tanımı.

Daha sonraları bu fikir, Kant tarafından insanı yine de bir ‘’şey’’ olarak tanımlaması yönüyle eleştiriliyor. Çünkü Kant’a göre Descartes, bütün bağlanmalar içerisinde kuşkudan düşünceye ve düşünceden varlığa gidebilir fakat var olmaktan düşünen bir şey olmaya varamaz. Kant’a göre Descartes, bunu yaparak eskilerin düşündüğü biçime düşüyor ve bir aşkın form; ‘’var’’ olan ve ‘’şey’’ olan ideal bir form yaratıyor. Fakat yine de bu andan itibaren, Descartes’ın öznelliğe getirdiği bu güçlü vurguyla -ve elbette ki bunun altında yatan toplumsal, tarihsel zeminle- ayrıcalıklı anların kaybolduğu, tümüyle mekanik yasalara göre işlediği varsayılan bir dünya algısı yerleşecek, zaten bilimlerin yaptığı gibi sanat, etik ve felsefe de tamamen böyle bir dünya algısıyla şekillenecek ve toplumlar da böyle bir ‘’modern’’ program üzerine inşa edilecektir.

Ve bizler bugün, Kant’a rağmen bir bakıma hala bu dünyada yaşıyoruz.