Yusuf’u kuyuda ölüme terk ettiren,
Habil’in başını Kabil’e taşla ezdirten,
Hera’yı binbir oyuna sürükleyen şey;
kıskançlık.
Kıskançlık; kurgu, rekabet ve şüpheden kaynaklandığı düşünülen bir ruh halidir diyebiliriz. Modern psikiyatride patolojik bir meseleye de dönüşebilen bu halin temelde mahrumiyet duygusundan kaynaklandığı düşünülür. Bu kelime, günümüz Türkçesinde aslında biraz da yanlış kullanılarak iki farklı durumu anlatır; bunlardan ilki senin olanı ya da senin olduğunu düşündüğün şeyi başkasından sakınmak iken ikincisi de başkasının olanı ya da başkasının olduğunu düşündüğün şeyi arzulamaktır. İkinci tanım için aslında “gıpta etmek” veya “imrenmek” gibi kelimeler kullanmak çok daha doğru. Çünkü kelimenin etimolojisi açısından kıskanmak, kısmak fiil kökünden geliyor. Haliyle senin olanı yahut senin olduğunu zannettiğin şeye karşı hissini açıklamak için çok daha uygun bir kelime. Bu bağlamda düşündüğümüzde Fransızcada “kıskançlık” manasına gelen “jalousie” kelimesinin Türkçede jaluzi dediğimiz perde türüne verilen bir isim olarak karşımıza çıkması da oldukça anlaşılabilir ve esprili oluyor.
Anemonlar: Adonis’in Kanı
Kıskançlık denildiğinde hepimizin aklına onlarca hikaye gelir. Bu hikayeler, modern yaşantımızda çevremizde geliştiği kadar tarihte de insanlığın etrafını tutmuş olacak ki kıskançlığa atfedilmiş pek çok edebi esere, halk hikayesine ve mite sahibiz. Ben de bugün sizlerle içlerinden beni en çok etkileyen hikayeyi paylaşmak istiyorum. Bu, tanrıların bile paylaşamadığı güzeller güzeli Adonis’in hikayesi…
Mitolojide Suriye ya da Kıbrıs kralı olarak bildiğimiz Kinyras’ın güzel kızı Myrrha ya da bir diğer ismiyle Smyrna –ki Smyrna, güzide şehrimiz İzmir’in kadim ismidir– güzelliği ile fazlasıyla övünmektedir. Hatta bu hususta kendisine güzellik tanrıçası Aphrodite’yi rakip görmekte ve onunla yarışmaktadır. Aphrodite, onun kendisine karşı olan bu saygısızca davranışına çok öfkelenir ve içten içe de kıskanır. Bir gün tüm acımasızlığıyla aşık eder Myrrha’yı kral olan kendi öz babasına. Babasını da bu aşkın günahını hissetmemesi için kendi nefesiyle büyüler.
Gözü aşk büyüsüyle kör olan Myrrha, dadısı Hippolyte’nin de yardımıyla kralın yatağına girer ve on iki gece boyunca onunla birlikte olur. Ancak on ikinci gece kralın gözleri açılır. Günahını temizlemek ve acısını bitirebilmek umuduyla Myrrha’yı öldürmek için peşine düşer. Myrrha, babasının gazabından tanrılara sığınır. Tanrılar da ona acıyıp onu bir mersin ağacına dönüştürürler. Dokuz ay sonra ağacın kabuğu mucizevi bir şekilde yarılır ve içinden bir bebek çıkar. Bebeğe Adonis adı verilir.
Bebeğin güzelliği karşısında mest olan Aphrodite, onu kaçırır ve yetiştirmesi için gizlice Persephone’ye emanet eder. Ama bakın şu işe ki Persephone de çocuğu görünce hemen aşık olur ve onu Aphrodite’ye geri vermek istemez. İki tanrıça aralarında bir türlü paylaşamazlar Adonis’i. Tabii bu anlaşmazlığa hakemlik yapmak da tanrıların kralı Zeus’a düşer. Sonunda Zeus, Adonis’in yılın dört ayını Aphrodite’le, dört ayını Persephone’le, geri kalan dört ayı da istediği kişiyle geçirmesine karar verir.
Dünya üzerindeki en muhteşem yaratık olan bu genç oğlanın yılları bu şekilde geçip gider. Bir noktada Adonis’e de tercih imkanı bırakıldığı için bu kararı yeterince adil bulmama rağmen işler takdir edersiniz ki öyle günlük gülistan gitmez. Zamanının çoğunu Aphrodite ile geçirmek isteyen Adonis, kendisine bırakılan dört ayı da her zaman Aphrodite ile değerlendirir. E tabii bu durum Persephone’yi kıskançlık krizlerine sokar.
Bununla kalsa iyi! Bu durumdan oldukça rahatsız olan bir kişi daha vardır; o da Aphrodite’nin aşığı savaş tanrısı Ares…
Fotoğraf: Luca Giordano’nun The Death Of Adonis’i
Hikayenin bundan sonrası muhtelif kaynaklarda farklı farklı anlatılır. Ama ben sizlere içlerinde en estetik bulduğum sonu aktarmak istiyorum; Bir gün Ares, Adonis’i bir av partisine davet eder. Bizim saf Adonisimiz de hemen bu davete icabet eder. Bütün hain planlarını gerçekleştirebilmek için uygun zemin bulan kıskanç Ares, partide Adonis’in üzerine bir yaban domuzunu salar. Adonis, yaban domuzunun saldırısıyla ağır yaralanır. Ölüm döşeğinde can çekişen Adonis’i gören Aphrodite, onu kucağına alıp çaresizce bütün Anadolu topraklarında bir uçtan bir uca koşturmaya başlar. Bu esnada can veren Adonis’in üzerinden akan kanların düştüğü yerlerde anemon çiçeklerinin çıktığına inanılır. (Bazı kaynaklarda bu çiçek, mersin lalesi olarak da geçer.) Hakikaten de Anadolu’nun tıknaz tepelerinin yamaçlarına uzaktan bakıldığında kırmızı anemonların öbek öbek, adeta damlamışlar gibi öylece durdukları gözükür.
Bizler; bazen kıskançlığı, tutkulu ilişkilerin bir gereği ve tutkulu insanların bir mecburiyeti olarak görme hatasına düşebiliyoruz. Ancak belli ki bu aslında hiç de öyle bir şey değil. Siz, siz olun kimseye aldanmayın derim ben. Eğer kendinizde de bu ruh halini biraz da rahatsız edici bir miktarda görüyorsanız her şeyden önce öz saygınız için, kendinizi modern bilimin emniyetli kollarına bırakmanızı ve bir uzman görüşü almanızı tavsiye ediyorum.
