Knut Hamsun’un Açlığı

Knut Hamsun’un Açlığı

Bugün siz pek kıymetli okuyucuya Henrik Ibsen’li Björnstjerne Björnson’lu Norveç edebiyatının öncü yazarlarından biri olan Knut Hamsun’un ilk ve en önemli eseri olarak kabul edilen romanı Açlık’tan ve yazarımızın oldukça tartışmalı hayatından biraz bahsetmek istiyorum. Yazarın kısa biyografisi ve kitabın içeriği gibi herhangi bir arama motoru yardımıyla kolayca ulaşabileceğiniz malumatlardan ziyade kendimi, Knut Hamsun’un (bence müthiş) dil ve tempo becerisinin yanı sıra ideolojik duruşu üzerine konuşmak için oldukça tavlanmış ve heyecanlı hissediyorum.

Çoğu zaman pek çoğumuz okuduğumuz kitapların tesirinde bazı adı konulmuş ve/veya konulmamış hissin kucağında bulmuşuzdur kendimizi. Bu standart bir okuyucu için gayet olağan bir şey olsa gerek; bir kitapla heyecanlanmak, hüzünlenmek, gülümsemek… Peki ya bir kitapla acıkmak? Açlığı anlamaktan değil (yani sadece anlamaktan değil) bildiğiniz karnınızın kazınmasından bahsediyorum. Bu noktada şunu söylemekte fayda görüyorum ki fizyoloji ve yahut nöroloji üzerine bilgim kısıtlı fakat bu kısıtlı bilgiye ve anlağıma dayanarak güldürmek ile acıktırmak arasında dağlar kadar fark olduğu kanaatine kolayca varabilirim.

Beni oldukça acıktıran ve acıktıkça da garip bir gururla mutfağa gidip bir şeyler atıştırmaktan alıkoyan bu kitabın bu iki etkiyi -haddimi de biraz aşarak- iki farklı yönüyle sağladığını düşünüyorum; dil ile “gurur”, tempo ile “açlık”.

knut hamsun

Yazarın dilindeki etkileyici sadelik; kendi başına tarifi zor bir akışkanlığa ve kurgu ile birleştiğinde de sürükleyiciliğe eviriliyor. Tabii bunda kitabın çevirisini yapan Behçet Necatigil’in hiç payı yok diyecek olursak vefasızlık etmiş oluruz. Yazarın, okuyucunun baş karakterle empati yapabilmesini sağlayacak sözgelimi fazladan bir çabaya girmemiş oluşuna rağmen -ve sanırım biraz da bunun sayesinde- dildeki sürükleyicilik tek başına okuyucuyu baş karakterle bağ kurmaya itiyor. Bu noktada şahsi intibam olarak karakterin sahip olduğu gururun, örneğin bir Pyotr Andreyiç’in gururuna nazaran daha makul ve anlaşılabilir olması beni bu etkilenişte oldukça teşvik etti diyebilirim.

 Sözüm, “tempo ile açlık” noktasına gelince bütün bu mesele daha da heyecan verici bir hal alıyor. Bazı araştırmaların ve -üzülerek söylüyorum ki- tecrübelerimizin gösterdiği üzere açlık, sürekli artan değil de daha çok etkisi artan dalgalar halinde gelen bir hisse benziyor. Bu bağlamdan hareketle Knut Hamsun’un kurgusu, kelime seçimleri ve cümle inşaası ile yakaladığı temponun, açlığın kendi ritmiyle bir ahenk içerisinde olduğu izlenimine kapılıyorum. Tabii okuduğum şeyin bir çeviri olduğunu da unutmamak gerek fakat edindiğim izlenim doğru ve bilinçli olarak yapılmış bir şey ise böylesi bir deha karşısında şaşkınlığımı ve hayranlığımı gizleyemeyeceğim. Hazır hayranlıktan bahsetmişken bu hayranlığın Knut Hamsun’un şahsına değil de yazarlığına duyduğum bir hayranlık olduğunun altını çizerek kendimi namlunun ucundan alıyor ve sizleri Knut Hamsun’un ideolojik dünyasıyla başbaşa bırakıyorum.

Sempatizan Hamsun

knut hamsun 2Fotoğraf: Walter Frentz / Ullstein Picture Berlin

 

(fotoğrafta Knut Hamsun. Hitler’in ikametgahının merdivenlerinde görülüyor)

Knut Hamsun, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler’le yüz yüze görüşmeye gidecek kadar apaçık bir Nazi sempatizanıydı. Bu görüşme, bazı kaynaklara göre Adolf Hitler tarafından reddedilmiş bazılarına göre de görüşme gerçekleşmiş fakat birtakım politik detaylarda pek anlaşamamışlardır. Hangisi doğru olursa olsun Knut Hamsun, Hitler’in ölümünden sonra bir gazete için kaleme aldığı yazısında Hitler’e “insanlık savaşçısı”, “tüm uluslar için adalet müjdesi vaiz” ve “en yüksek düzenin reformcusu” gibi sıfatlar yüklemekten çekinmemiştir. 1920 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü’nü de Nazi propaganda bakanı olan Joseph Goebbels’e hediye etmiş olan Hamsun, daha sonraları bu gibi sebeplerle vatana ihanetten suçlu bulunmuş ve tarihin en meşhur protestolarından birine de taraf olmuştur;

‘’Bir sabah genç bir Norveçli, elindeki Hamsun kitabını yazarın evinin önüne bırakıp sessizce uzaklaşır. Bir süre sonra biri daha kitap bırakır aynı yere. Sonra biri daha, biri daha, biri daha… Oslolular ellerindeki Hamsun kitaplarını yığarlar yazarın kapısının önüne. Ne bir arbede yaşanır, ne de kötü bir laf edilir. Kırgın Norveçliler kitapları sessizce bırakıp dağılırlar. Adeta kendi kitaplarından bir dağ oluşur Hamsun’un bahçesinde.’’

Yıllar sonra Norveç vatandaşları, savaş sonrası hesaplaşmaları biraz ‘sert’ bulmuş olacaklar ki Hamsun’a karşı bakış açılarını değiştirmişlerdir. 2009 yılı yazarın doğum yılının 150. yılı olması vesilesiyle ‘’Hamsun Yılı’’ olarak kutlanmıştır ve bugüne geldiğimizde de Knut Hamsun’un ismi caddelere, okullara ve sokaklara verilmiş, siması da yapılan heykellerle yaşatılmaktadır. 

Yazıyı noktalarken siz pek kıymetli okuyucunun zihnini rahatsız etmek için şu soruları ardımda bırakıyorum:

Bir kişinin zihni ürünlerini birbirlerinden ayrı ele almak mümkün yahut lazım mıdır? Ya da bahsi geçen herhangi bir insanı bütün düşünsel faaliyetleriyle bir bütün olarak mı değerlendirmek gerekir? Bu soruların cevabını ararken sizlere Salvador Dali’nin de 36 yıl boyunca İspanya’yı diktatörlükle yönetmiş olan Francisco Franco’ya hayranlık duyduğunu ve otobiyografisi olan La Vie Secrete de Salvador Dalí (Salvador Dalí’nin Gizli Yaşamı)’ye dayanarak fiziksel şiddet uygulamaktan çekinmediğini de belirtmek isterim.

Yazıya düşülmüş not:

Kitapta geçen “kuboaa” ile yazar, Prof. Dr. Kamile İmer’in dilbilim araştırmalarındaki neoloji kategorizasyonuna hiçbir yerden giremese de okuyucunun hafızasına hangi manaya geldiğini bilmediğimiz lakin hangi manalara gelmediğini kesinlikle bildiğimiz yeni bir kelime bahşeder.