Biyosiyaset: Nüfus Politikaları

Biyosiyaset: Nüfus Politikaları

Her şey insanın bireyden kavrama dönüşmesiyle başlar. Uzun bir süredir biz insanlar, kişilerden oluşan bir grubun değil, sayılardan oluşan bir kümenin ferdiyiz. Her birimiz sadece bir rakamız. İnsanlık dediğimiz şey ise sadece bir nüfus.

Toplumsal bir düzenin sağlanabilmesi ve düzenlenebilmesi için iktidarca potansiyeli ile tanımlanan bedenin kontrol altında tutulması gerekiyor. Bu da en mikro düzlemde politik çatışmanın başladığı yer olarak bedenin bir saha haline gelmesine sebep oluyor. Bedenin yönetimi ve insanların nüfus olarak tanımlanışı kabaca biyosiyasetin tanımını oluşturuyor. Foucault’ya göre bedenin iktidar tarafından kuşatılmış olmasının sebebi; bedeni, bir üretim gücü olarak hesaplanması ve düzenlenmesi gereken bir siyasi araç olarak gören kapitalizm. Hatta kapitalizmin insan bedeni üzerindeki kontrol istemi öyle bir noktaya gelebiliyor ki 2014 yılında yayınlanan bir haberde Apple ve Facebook şirketlerinin kariyer sürekliliklerini bölmemeleri adına kadın çalışanlarının daha sonra gebe kalabilmeleri için ‘’yumurtalarını dondurma’’ masraflarını üstlendiğini okuyabiliyoruz. Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde değindiği üzere bu kapitalist erk, iki biçimde gelişiyor: İlki, bedene yönelik disiplin teknikleri -ki bu teknikler toplumsal cinsiyetler üzerinde farklı şekillenebiliyor- ikincisi ise biyosiyaset. Bir diğer deyişle nüfus politikaları.

Dünyanın nüfusu yaklaşık 7.5 milyar. Toplam 208 ülke olmasına rağmen dünya nüfusunun neredeyse yarısını sadece 5 ülke oluşturuyor. Pek çok sebebe bağlanabilecek bu durumun sebeplerinden biri de nüfus politikaları. Bu politikalar, sadece istatistik olarak kalmayıp örneğin genç nüfusu azalan Almanya’nın iş gücü ihtiyacını ikame etmek için yapılan göçlerin oluşturduğu gibi sosyo-kültürel pek çok hadisenin de başat sebebi olabiliyor.

Ruth Dixion-Mueller’in tanımına göre nüfus politikaları; nüfus büyüklüğü, artışı, mekansal dağılımı ve nitelikleri gibi değişkenleri belirlemek amacıyla oluşturuluyor. Nüfus politikalarının amaçları üç alanda etkili oluyor; Birincisi, belli bir yerde ya da genel olarak dünyadaki nüfus kompozisyonunu düzenlemek için uygulanan üreme politikaları. İkincisi, ölümleri ve hastalıkları önlemek için düzenlenen sağlık politikaları. Üçüncüsü ise nüfusun yerleşim yerlerine göre dağılımını düzenleyen göç ve kentleşme politikaları. Bunun yanı sıra üç çeşit nüfus politikası kategorizasyonundan bahsetmek mümkün; nüfus artış hızını arttırıcı (pronatalist) politikalar, nüfus artış hızını düşürücü (antinatalist) politikalar ve nüfusun nitelik ve niceliğini iyileştirici politikalar. Bu politikalar ülkelerin demografik durumlarına ve iktidarın bakış açılarına göre değişkenlik gösteriyor.

Kadınlık Üzerine Tahakküm

kadınlar duruyor

Fotoğraf: mentatdgt

İnsan bedeninin kapitalizmin bakış açısıyla bir araç ve üretim gücü olarak görülmesi; dünyanın hemen her yerinde zorlayıcı ve belki de bağlayıcı bir şekilde dayatılan, kadın bedeni üzerine konumlanan politikaları beraberinde getiriyor. Foucault’nun çalışmalarına ve Bryan Turner’in beden sosyolojisi kuramına bakarak gelişen modern iktidar sistemlerinin, kadın bedeni üzerinde düzenleyici ve kontrol edici bir erk istemlerinin olduğunu rahatlıkla 

söyleyebiliriz. Sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarla doğrudan etkileşim içinde olan nüfus politikalarının belirlenmesinde 60’lardan beri kapitalist düzenin aygıtı olan Dünya Bankası gibi bazı çok uluslu örgütler oldukça etkili. Bu uluslararası kuruluşlar, üçüncü dünya ülkelerinde kendileri ile aynı yaklaşımı benimseyen politikacılar, hükümetler ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla nüfus politikalarının belirlenmesinde faal oluyor. Asoka Bandarge’ye göre belirlenen bu nüfus politikaları; kadınların kendi bedenleri, üreme kapasiteleri ve haliyle yaşamları üzerindeki belirliyiciliğini arttırmıyor aksine kadın bedenini nesnelleştiriyor, parçalıyor ve işgal ediyor. 

Kadının doğurganlığı üzerine siyasi ve bilimsel söylemlerin birleşimiyle kurgulanan nüfus politikaları ile kadın bedeni üzerinde gizli bir iktidar kurulmuş oluyor. Kadının yaşadığı bireysel yaşam önemsenmeksizin üreme potansiyeli gündemde tutularak; biyolojik olarak kadının yaş aldıkça yumurta sayısının azaldığı, bedeninin bozulduğu uzmanlar tarafından sürekli vurgulanıyor ve son yıllarda hayatımıza giren ‘’jinekolojik şiddet’’ kavramı da bununla eş zamanlı olarak daha fazla konuşulur bir hale geliyor. Bütün bunların sonucunda kadın bedenine; normlar, yasalar ve akademik bilgilerle ‘’yaşama ve yaşatma’’ görevi atanmış oluyor. Haliyle kadınlar, mekanize edilmiş varlıklar olarak kitle halinde nesnelleştirilip birey olarak da nüfus politikalarındaki birer ‘’rakama’’ ve üretim tesisine dönüştürülmüş oluyorlar.