Art Niyetli Sohbetler: Zeynep Göğüş

Art Niyetli Sohbetler: Zeynep Göğüş


PlumeMag, üç buçuk yılı aşkın bir süredir sürdürülebilir yaşam trendlerine odaklı içerikler üretiyor. Sürdürülebilir yaşam trendleri, bizim için sanat ve kültürden bağımsız ele alınabilecek bir konu değil. O sebeple Kültür-Sanat bizim için çok değerli bir kategori. Bu kategorinin içerisinde yer alan Art Niyetli Sohbetler de, bizim uzun vadede sanatın her alanından değerli isimlere yönelteceğimiz sorularla birlikte hayatı, geleceği, doğayı ve gezegenin geleceğini sorgulayacağımız bir seri. Bu seride yanımızda olduğu için Kültür- Sanat kategori sponsorumuz Mey|Diageo’ya gönülden teşekkür ediyorum.

Art Niyetli Sohbetler’in ilkinde, aslında sizinle son romanınızdan yola çıkarak dört romanınızın da üstünden geçtiğimiz bir sohbet için birlikteyiz.

Ne güzel…

Son romanınız Çok Yalan Söyledik ile başlayacağız. Ama ben romanlara geçmeden önce, -aslında çoğu izleyicimiz tanıyordur fakat tanımayanlar için- sizden bahsetmek istiyorum. Uzun yıllar gazetecilik, televizyon programcılığı, yurt içinde ve yurt dışında Türkiye’yi birçok sosyal konuda temsil eden görevlerde bulundunuz. Yaptığınız her işin odağında toplum ve memleket hep vardı. Şimdi de romanlarınızda aynı şeyi görüyoruz. Sizce bu etkiyi yaratmada dört romanınız mı daha güçlü, yoksa gazetecilik döneminde yaptıklarınız mı?

Tabii gazetecilikte toplumu direkt etkiliyorsunuz, yazdığınız haberlerle. Haberin cinsine göre de değişir ama… Romanlarda da topluma dokunuyorsunuz. Benim dört romanım için -ki ilki 2018 sonu çıkmıştı- pek toplumcu gerçekçilik diyemeyiz. 1950’ler ile 80’ler arasında yazan büyük yazarlarımız var, Köy Romanı diye geniş anlamda çatı altına aldığımız… Benim yaptığım biraz daha farklı onlardan. Ama bu da çok normal herhalde. Aynı dönemin insanları değiliz. 

Bir Mahmut Makal, bir Orhan Kemal, bir Yaşar Kemal, hatta Sabahattin Ali… Onların meseleleri ele alış biçimi ile bugün 2023 yılında yazılan bir romandaki yaklaşım aynı olmuyor tabii… Ama doğrudur, topluma dokunmak istediğim bir gerçek. Çünkü yola çıkarken bir meselem oluyor. O mesele de beni yönlendiriyor. 

Her romanda bir meselem var; birincisinde ‘’Biz Kimiz?’’ sorusunun cevabını arıyordum. Onu bir göç hikayesi üzerinden anlatmaya çalıştım. İkincisinde zeytinlikler meselemiz vardı. Bu çevre meseleleri… Köyle kent arasındaki irtibat nasıl sağlanabilir? Üçüncüsünde tahrifattı… Yani tarihteki tahrifat üzerine çok düşünüyordum. 

Bu son romanda da Ankara üzerinden… Çünkü mekan Ankara ve romanlarımda mekanları da birer karakter gibi ele alıyorum. Ankara üzerinden ‘’Biz bu hale nasıl düştük?’’ sorusunun cevabını aradım.

Son romanınızda özellikle ‘’bizim de mensubu olduğumuz’’ aydın kesime sert bir eleştiri görüyoruz. Ya da ben öyle gördüm…

Sen öyle gördüysen doğru görmüşsündür. (Gülüşmeler)

Peki bu bir özeleştiri, bunca yılın bir günah çıkarması mı?

Günah çıkarmak gibi düşünmüyorum açıkçası. Belki özeleştiri daha yakın bir tanımlama olur. 

Günahlar işlendi mi? Tabii ki Türk aydınlarının, aslında bütün dünyada aydınların günahları çok. Ama Türkiye özelinde bakmak durumundayız. 

Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri Türkiye’de aydınlar, hep devletle ilişkili olmuşlar. Devletin koruması altında olan aydın kesim var. Bir yerde buna ‘’Normaldir.’’ diye bakabilirsin… Ama öyle değil tabii ki. Hele bugüne geldiğimizde hiç değil… 

Entelektüel kesimin sürekli devletle ilintili gittiğini görüyoruz. Şu anda maalesef entelektüellik, akademik kadrolara indirgenmiş bir şey. Ama bunu zaten Edward Said çok daha öncesinde söylemişti. Maalesef dünyada da gidişat bu şekilde. Şimdi burada bizdeki zorluk; bir mesafe koyma, çok fazla ideolojik gözlükle bakma… Mesafe koyma derken; otorite ile arana mesafeyi koyamadığın zaman, otoriteyi destekler bir konumda olduğun vakit… Otorite veya iktidar… Her neyse… Zaten entelektüelliğin gerektirdiği vasıflara sahip değilsin demektir. 

Ne gerekiyor? Eleştirel bakmak, genelgeçer değer yargılarını tartmak, bunların doğru ve yanlış taraflarını yüksek sesle konuşmak… Bunlar çok az yapılır oldu. Senin de üzerinde düşündüğünü bildiğim ‘’kutuplaşma’’ meselesi var Türkiye’de. O kutuplaşma maalesef aydınları da etkiledi ve çok büyük zorluklarımız var. Çünkü laik aydınları düşündüğüm vakit, inançlı aydınlarla olan alışverişlerinde -ki bunun olması gerekiyor; Türkiye’nin şu anki hali içerisinde çok elzem olduğunu düşünüyorum- bir zorlukla karşılaşıyoruz. O da inanç ve bütün aydınlarda olması gereken bir özellik olan kuşkunun birbirleriyle çok zıt kavramlar olması. 

Nasıl bir araya gelecek? Tüm bunlar, Türkiye’de aydın/entelektüel insanların üzerinde düşünmesi gereken problemler…

Son romanınız Çok Yalan Söyledik’te de aslında toplumsal ve kültürel gerçeklerin yazılı olarak çarpıtılabildiğine ve tarihin yanıltıcı bir şekilde ele alınabildiğine dikkat çekiyorsunuz. Aynı zamanda burada, ülkemizde çok da dikkate alınmayan arşivciliğe de işaret ediyorsunuz. Bu konudaki değerlendirmeleriniz neler?

Şu anda görsel olarak bu tahrifata çok tanık oluyoruz. Örneğin tarihi dizilerin gerçeği ne kadar yansıttığı çok tartışılır. Ama kitaplara baktığınızda, tarihle ilgili ipuçları aradığınız kitapların da pekala bir takım ideolojik yönlendirmelerle ya da o ideolojiye inanmaktan kaynaklanan nedenlerle aslında o günlerde olup bitenleri doğru yansıtmadıklarını görebiliyoruz. Burada evet, arşivcilik çok önemli…

Romanın içinde de çok kısa geçmişti ama, Türk arşivlerinin Bulgaristan’a 1931 yılında satılması meselesi vardı…

Ankara’dan bir talimat geliyor. Gereksiz belgelerin (her neyseler) boşaltılabileceği söyleniyor. Tabii bunu çok işgüzarca anlıyorlar ve Osmanlı arşivlerinin çok önemli sayılabilecek bir kısmını -hatırladığım kadarıyla Kanuni’den bahis var o giden metinlerde- üç kuruş on paraya, kiloyla satıyorlar Bulgaristan’a… Orada bir kağıt fabrikasına gidiyor. Neyse, sonunda Muallim Cevdet, (ondan da kitapta bahsediyorum) arşivci ve ahilik üzerine önemli bilgileri olan bi zat… Onun devreye girip İsmet Paşa’ya durumu bildirmesiyle Ankara haberdar oluyor. ‘’Ne yapabiliriz?’’ diye bakıyorlar. 

O dönemde, yani 1931’de bu felaket yaşandıktan sonra artık arşivcilik için bir şeyler yapmaya başlıyorlar. Bunun önemini anlıyorlar. Çünkü sokaklara saçılmış kağıt parçalarının çocuklar tarafından satılmaya çalışıldığı manzaralar var o sırada… 93-94 yıllarına kadar da bu sorun devam ediyor. Şimdi Bulgaristan’daki o arşivler kontrol altında. İkili anlaşmalar vesaire yapılmış… Ama olan olmuş. Bir şekilde kurtarılıyor.

Bir sonraki soruya geçmeden önce kendi okuyucu yorumumu da eklemek istiyorum. Bu kaybolan arşivler veya çarpıtılan tarihi bilgiler vesaire diyoruz ve insan bazen ikilemde kalıyor. Peki, biz doğruya nasıl ulaşacağız? Hangi kaynakları takip etmek lazım? Sizin kitaplarınızda da ben bunun ipuçlarını takip ediyorum.

Ne güzel! Nasıl?

En azından neyi araştırmamız gerektiğini, nerelerde soru işaretleri olduğu… Sizin işaretleriniz ile ben de o ipin ucunu çekmek üzere kendime notlar alıyorum. Bu da okuyucu için güzel bir açılım…

Çok güzelmiş, çok sevindim bunları söylediğin için…

Ama iyi bir okur olduğunuz kesin. Gerçekten iyi okurlarımdan birisiniz. Çünkü daha önce de Zeytin Kuşu için röportaj yaptığımızda kitabı en doğru anlayanlardan biri ile karşı karşıya olduğumu anlamıştım.

Teşekkür ederim… İnşallah çok daha fazla okunurlar. Aslında ilk soruda çok da altını çizmediğim bir şeyi de sormak istiyorum. Sizin dört romanınızda sanki hayatınız boyunca roman yazmışsınız gibi romanın bütün beklentilerini karşılamak ile beraber, içinde çok fazla da araştırma var.

Çok doğru…

Acaba sizin bu araştırmacı gazetecilik döneminiz sizi roman yazmaya mı hazırladı?

Evet, gazeteciliğimde de hep araştırırdım. Ama bu bir karakter bence… Çünkü geçen hafta kütüphanemi yerleştirirken eskiden okuduğum bir sürü kitap tekrar elime geçti. 16 yaşımda Kırmızı ve Siyah’ı, Stendhal’i okumuşum… Altını çizerek okumuşum ve notlar almışım. Kahramanı Julien Sorel’in yanına küçük bir kalp koymuşum. (Gülüşmeler.) ‘’Bu romanı niye sevdim?’’ diye kendimi sorgulamışım. Notlarım da duruyor… Demek ki yapı da buna müsait herhalde. Gazetecilik mesleğini seçmem de belki bununla ilgilidir.

Tabii ki gazetecilik önemli bir altyapı. Hele ki bunun önemli ve uzun yıllarını yazıcı olarak geçirmişseniz… Özdemir İnce’den alıntıyla ‘’yazar’’ değil, ‘’yazıcı’’ diyorum. Çünkü o gazetedeki köşe yazarlarına ‘’yazıcı’’ demek daha doğru, yazarlık başka bir şey diyor. İşte, yazılıcılıktan roman yazarlığına sıçradık diyelim.

Siz bir edebiyatçısınız diyebiliriz…

Oldum inşallah. (Gülüşmeler.)

Edebiyat da aslında sanatın bir dalı olarak tanımlı. Ama edebiyatçılara sanatçı denmiyor ve edebiyatçıların özellikle plastik sanatlarla uğraşan sanatçılardan hep farklı bir yeri var. Siz edebiyatı sanat olarak görüyor musunuz?

Bu soruya fazla uzatmadan cevap vereyim. Evet, kesinlikle görüyorum. Edebiyat bir sanat… Çünkü nasıl ki bir ressam renklerle çalışıyor, heykeltıraş bir şeyi yoğuruyor, seramikçi toprakla… Biz de kelimelerle sanat yapıyoruz. Bunun için edebiyatçılara sanatçı demek bence doğru. Bir de bir kitabı okuduğunuz vakit sizde coşku uyandırıyorsa, o bir sanat eseridir. Edebi coşku diye de bir şey var… Nasıl ki bir sanat eseri karşısında bazen diliniz tutulur, saatlerce bakmak istersiniz… Ben de sevdiğim bir kitabı okuduğum vakit, bittiğinde ona sarılmak istiyorum. Ya da kütüphanemde görünür bir yerde durmasını istiyorum.

Ben de sizin kitaplarınız bittiği zaman, sanki bir tatilim bitmiş ve ya o gittiğim yerden artık dönmek zorundaymışım ve o hayattan sanki atılmışım gibi hissediyorum. ‘’Bir kitap daha gelsin de yine gireyim.’’ diyorum. 

Çünkü tasvirleriniz, detaylar ve konuları anlatırken insanı görsel olarak ‘’oraya’’ taşıma gücünüz beni çok etkiliyor açıkçası. Aynı zamanda tarihsel ipuçlarını tutarak bilmediğimiz yerlere gitme kısmı, her romanda ‘’Bakalım bu romanda nereye gidiyoruz?’’ diye insanı heyecanla okumaya teşvik ediyor.

Çok teşekkür ederim bu iltifatlar için…

Atatürk’ün ‘’Köylü milletin efendisidir.’’ sözünü çok seviyorum. Ben de köylü bir babanın kızıyım ve köyümde çok vakit geçirerek büyüdüm. Ama sizin de Çok Yalan Söyledik’te bahsettiğiniz, köylünün ve şehirlinin özellikle Cumhuriyet Dönemi’nden sonra yanlış veya eksik kodlanması diyebileceğimiz bir karmaşadan dolayı köylü ve şehirlinin de kutuplaşması durumu var. Bununla ilgili nasıl bir açılım yapabiliriz?

Kesinlikle köy ve toprak giderek ön plana çıkacak. Bu dünyanın gidişatı da zaten onu gösteriyor. Peki köylü, hangi köylü? Başta bahsettiğim köy romanlarının yazıldığı zamandaki köylü ile bugünkü köylü arasında pek bir irtibat kalmamış durumda. Kaldı ki çocuklar da artık köylerde yaşamıyorlar. Köyler boşalıyor… 

Taşımalı eğitime geçilince köy okulları kapatıldı. Halbuki köy okulları; köylerin içinde imamın, öğretmenin ve bütün köy ahalisinin bir araya gelip fikir ürettiği, sohbet ettiği önemli merkezlerdi. Şu anki haliyle köylerde yaşlılar kaldı. Öyle bir görünüm arz ediyor köy… 

Onun için eskiye bakarak bir şey söylemem gerekirse, -ki benim romanda 70’li yıllardı galiba- 70’li yıllarda solun özellikle bir kısmı, daha çok Maocular; köye gidecekler, köylüleri ayaklandıracaklar vesaire… 

Benim çok sevdiğim Maocu bir arkadaşım vardı. Kız arkadaşını davet ediyor ve kız gelince ‘’Yerde yatacağız.’’ diyor. Kız, ‘’Karyola var. Neden yerde yatıyoruz?’’ deyince; ‘’Biz köye gideceğiz. Devrim yapacağız ve yerde yatacağız.’’ diyor. İş, bu raddelere kadar getirilebiliyordu…

Romanda da bunun için bir sahne var… Ulucanlar’da hapis yatan ve gecekonduda oturan bir kızın burjuvaziye öykünmesi ve aslında ‘’Biz yanlış mı yapıyoruz? Yanlış tarafa mı bakıyoruz?’’ sorusunu kendisine sorması…

Tam da bu bağlamda bu kitabı okurken tartıştığım, sizin de kitapta bahsettiğiniz dönemlerde sizinle aynı yaşlarda olan birisi bana bir şey söyledi. Kitapta da zaten bunu soruyoruz; ‘’Biz nerede yanlış yaptık?’’ Cevabı da ‘’Çok yalan söyledik.’’ O yemek masasındaki diyalogta… Şöyle bir şey söyledi bana; ‘’Bugünkü aklım olsaydı; o zamanki mücadelemi ideoloji üzerine değil, Köy Enstitüleri’nin ayakta kalması üzerine verirdim ve bütün mücadele bunun üzerine olsa farklılaşırdı.’’ Sizin de söylediğiniz paralel gibi gözüküyor.

Evet, ama yapamazdı ki! Çünkü dünya konjonktürü bunu yapmasına izin verebilecek bir durumda değildi. Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına 1946’da başlanıyor. İkinci Dünya Savaşı bitmiş. Stalin ile Kars-Ardahan meselemiz var. Soğuk Savaş başlıyor ve Truman Doktrini* devreye giriyor. Türkiye’ye finansal yardımlar geliyor ve o yardımların karşılığında da bazı şeyler isteniyor. İstenenlerden bir tanesi de Köy Enstitüleri’nin kapatılması… 

Çünkü rivayet o ki, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün planı ‘’orak-çekiç’’ şeklindedir… Yani aslında Köy Enstitüleri o Soğuk Savaş konjonktüründe kurban ediliyor. Orada gençlik de, tıpkı daha sonra 70’lerde yaşanılacağı gibi bölünüyor. Bu olayların yansımaları da 70’lere, 1980 Darbesi’ne ve hatta bugüne kadar geliyor. Gençliğin arasına sızmak, onları kullanmak tabii ki çok daha kolay…

*Truman Doktrini, 1947 yılında Sovyet tehdidine karşı hazırlanmış bir plandır. Bu plan ile birlikte ABD, uluslararası politikasının temeline Sovyet karşıtlığını yerleştirmiştir.

Zeytin Kuşu romanınızda ileri dönüşüm işler yapan bir sanatçının koleksiyoneri, aynı zamanda bu sanatçının annesinin zeytinliklerini katlediyordu. Romanın konusu da bunun üzerine kurgulanıyordu. Siz de bununla ilgili bir soruya ‘’Edebiyatın öngörüsü’’ şeklinde cevap vermiştiniz. Çünkü sizin kitabınızdan sonra Türkiye’de buna benzer çok olay yaşandı. Sizce buna ‘’Edebiyatın öngörüsü’’ mü demek daha doğru olur, yoksa ‘’Tarihin değişmez döngüsü’’ mü?

(Gülüşmeler.) Vallahi değişebilir olmasını umut ediyoruz. Onun için de yazıp duruyoruz işte… 

Bütün bu gösteriler falan da onun için yapılıyor. Bence bu işler bir süre daha böyle devam edecek. Çünkü Türkiye’de bir sermaye birikimi meselemiz var. Bütün dünyada sermaye birikimi olana kadar bu eserleri alabilecek, koleksiyon yapabilecek durumda olan insanların paralarını nasıl kazandıklarıyla ilgili hep soru işaretleri olmuş. Şimdi bizde, en son Akbelen Olayı nedeniyle kendine çeki düzen verme olayı başladı. -ki bu iyi bir şey- 

Daha önce konuştuğumuz konulara da geri dönerek bunu toparlamak istiyorum… Edebiyatın öngörüsünün gerçekleşmesi için; çevre meselelerinde daha aktif, çözüme ulaşabilen bir toplum haline gelebilmemiz için köyle kentin elele vermesi şart. Zeytin Kuşu’nda da o bağı, Attila İlhan’ın Yeşil Atkılı Çocuk şiiri üzerinden bir yeşil atkı ile kurmuştum. Evet… Bir yeşil atkı ile köyle kentin bağlanması lazım.

Kentli insanların gidip oralarda köylülerle omuz omuza vermelerine -bazı eleştiriler okuduğum için söylüyorum- kızmamak lazım. Bence doğru olan budur. Bizim artık bir arada olmaya alışmamız lazım. Bunu herkes ve her ortam için söylüyorum…

Bütün konuşmamızı tek bir cümleyle özetlersek, aslında sanatın edebiyat üzerinden birleştirici gücüne odaklanıyorsunuz diyebiliriz.

Kesinlikle inandığım bir şey… Çok güzel toparlandı.

Çok teşekkürler. İyi ki varsınız Zeynep Hanım…

Siz de öyle… Çok güzel bir iş yapıyorsunuz.

Benim için çok değerli olan Art Niyetli Sohbetler serisinin ilkinin sonuna geldik. Bu seriye Zeynep Göğüş ile başladığımız için çok mutluyuz. Art Niyetli Sohbetler, her ay yeni ve çok değerli bir konukla devam edecek. Bu projeyi gerçekleştirmek için bize destek olan Mey|Diageo’ya tekrardan teşekkür ediyorum.