Yok Çünkü Telafisi! Yoksa Var mı? | Zeynep Göğüş Röportajı

Yok Çünkü Telafisi! Yoksa Var mı? | Zeynep Göğüş Röportajı

Zeynep Göğüş, gazeteci kimliği ile tanıdığım fakat yazdığı romanlardan çok geç haberdar olduğum bir edebiyatçı. Çağdaş Türk Edebiyatı sevenler için ya da kendim için demekte sakınca bulmuyorum büyük nimet. Ben bir tavsiye üzerine son kitabı Yok Çünkü Telafisi’ni ararken, Zeytin Kuşu ve Işık Ülkesinden kitaplarına denk geldim ve tüm kitaplarını iki hafta gibi bir süre içinde okudum.

Farklı dönemleri ve çeşitli coğrafyaları anlatan bu romanları, kökleri sağlam ve güzel meyveleri olan ağaçlar gibi düşünecek olursak her bir romanın kökleri, toprağın altından el ele tutuşuyor ve birbirlerinin topraklarından besleniyorlar diyebiliriz.

Metafor olarak da özne olarak da kökler ve göçler, üç kitabın da ortak noktası. İnsanların yer değiştirmesinin ya da nesnelerin el değiştirmesinin, gerçekte olanı biteni ve kalpte yer edenleri değiştirmediğini görüyoruz.

Geride bıraktığımızı düşündüğümüz gerçekler, yalanlar veya olaylar, gün geliyor karşımıza çıkıveriyor. Bu tarz çok coğrafyalı romanlarda “Çok okuyan mı çok gezen mi?” sorusu kafamda dönüyor. Yazarın üç romanı da çok gezmenin değil, gezip görmenin, görmek için bakmanın, bakarken dikkat etmenin, yorumlamak için değil anlamak için bakmanın insanlık için ne kadar değerli olduğunun altını çiziyor.

Bu yaz hayata veda eden Fransız felsefeci Jean Luc Nancy’nin bakmak üzerine düşüncesi ise bakmanın, görmekten ziyade bakılan nesneye yöneltilen ilgi, anlamaya çalışma, koruma gibi birçok eylemi barındırıyor olması. Bu konuda ‘’Regarder, c’est garder deux fois’’ isimli YouTube videosunda çok daha detaylı bilgiyi kendisi paylaşıyor.

Nesillerce ruhumuzda, soy ağacımızın incelmiş dallarında taşıdığımız düşmeye yüz tutmuş çürük meyveleri toprakla bir olsun diye bırakmanın zamanı geldiğini nasıl anlayacağız? Tarihe ve geçmişe başka gözlerle bakarak mı? Yoksa onu baştan kendimize göre yazarak mı? Özellikle Yok Çünkü Telafisi’nde bu soru insanın kafasında yer ediyor.

Zeytin Kuşu ise günümüzün en popüler iki konusu olan sanat ve sürdürülebilirliğin istismarını ortaya koyuyor. Özellikle Türkiye’deki sanat ve koleksiyoner çevresinin akciğer filmi tadındaki tespitleri benim açımdan son derece doğru ve patetik. Başka ülkede olay olacak eleştiriler, bizim ülkemizde yine geçici sağırlık ve körlük kuyusuna düşmüş gibi.

Ben amatör bir okuyucu, bir edebiyat severim. Kitap eleştirmeni değilim. Kitaplarla ilgili ifadelerim tamamen özneldir. Zaten amatör kelimesi Latince amare “sevmek” fiilinden türemiştir ve  bir işi zevk için yapan insanları tanımlamak için kullanılır. Bu bilgi Yok Çünkü Telafisi’nde de mevcut. Zeynep Gögüş’ün etimolojiye olan ilgisi kelimelerle olan ilişkisinden seziliyor. Adeta sabah güneşinin, yumuşak bir rüzgarla aralanan perdeden odaya sızması gibi.

Lafı daha fazla uzatmadan sizi Zeynep Göğüş ile yaptığımız röportajla baş başa bırakıyorum. 

Gazetecilik deneyiminizin edebiyatla ilişkinizdeki yerinden bahseder misiniz?

Gazeteciliğin, edebiyatçı olmada ve roman yazmada bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Gazeteci, prensip olarak gerçeği yazar fakat sadece haberde tırnak içinde yazılanlar, konuştuğumuz kişinin ağzından çıkanlar birebir gerçektir. Orada da konuşmanın hangi bölümünü seçtiğiniz önem kazanır, yazının neresini kestiğiniz de çok önemlidir. Söyleşilerde bir tür karakter analizi de yapmak zorunda kalırsınız. Bir gazeteci, roman ve öykü yazmaya yatkın olabilir gibi geliyor bana. Örneklerini vermek gerekirse dünya çapında eskiden gazeteci olan ünlü yazarlar var: Hemingway, Charles Dickens, Marquez, Susan Sontag, George Orwell gibi… 

Fakat tabii gazetecilik avantajıyla iyi bir roman yazılamaz. Yazar olmanın bambaşka koşulları var.

Peki, kitap yazmak ve yayınlamanın kriterleri nelerdir?

Kitabın yayınlanması, yayınevlerinin konusu. O konuda tam olarak ne söyleyebilirim bilmiyorum ama kitap yazmanın kriterleri hakkında konuşabilirim. 

Bunlardan ilki; yeterli ve iyi bir yaşam enerjisine sahip olarak yola çıkmak ya da yazmanın yaşam enerjinizi yükselttiğini fark etmeniz. Bunun yanında hayal gücü ve merak duygusu mutlaka olmalı. Tüm bunların eşlikçisi olarak klişe bir şey söyleyeceğim; o da öz disiplin. 

Bir de ego meselesi var. Egosu tavan yapmış biri iyi bir yazar olamaz. Bunu tamamen gözlemlerime dayanarak söylüyorum, yanılıyor da olabilirim. Egosu tavan insanlarda “kendisini bir başkasının yerine koyma” yeteneği olmadığı için böyle düşünüyorum. Diğer önemli unsurlarsa “her zaman daha iyisini yapabilirim” düşüncesi ve farklı disiplinlerden beslenmek.

Son olarak da yazmak için mutlaka bir meseleniz olması lazım. Bu mesele “Ben biriyle bir ilişki yaşadım, hayal kırıklığına uğradım.” gibi değil; meseleden kastım daha farklı. Örneğin yalnızlıkla başa çıkmak bana göre bir mesele bu devirde. Hele bunu bir de zamanın ruhunu yakalayarak yapabilirseniz daha da iyi. 

İmla hataları ve bilgi eksikliğiyle dolu kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz?

İmla hatalarının günahı editörlere ve deneyimsiz insanları kullanan işverenlere. Bunun yanında imla hatalarıyla dolu bir “kitap” yazdığını iddia edenlerin bunu yayınevine yollamalarıysa bir başka mesele. 

Benim nasıl yaptığıma gelmek gerekirse yayınevine temiz bir dosya teslim etmeye çalışırım. Teslimden önce metni defalarca okurum, editör gözüyle olmasa da çevremdekiler de mutlaka okuyup bazı şeyleri söyleyebilirler. Örneğin son romanım Yok Çünkü Telafisi, erkek gözüyle yazılmış bir roman, bu nedenle dört erkek arkadaşım okuyarak bana geri dönüşlerde bulundular. Yalnız tek bir yerde onların geri dönüşleriyle düzeltme yaptım. 

Peki kitaplarınızı bahsettiğiniz şekilde kim okudu? Kitabınızı okuttuğunuz kişiler edebiyat dünyasının içinden birileri mi yoksa yalnızca okuyucular mı?

Kitabımı okuttuğum dört erkek de yalnızca okuyucuydu. İçlerinden biri kendi alanında bir kitap yazıyor, edebiyata da yatkın. Diğerleriyse farklı sektörlerden, iş dünyasının içinden insanlar. 

İyi bir editör nasıl olmalı?

İyi bir editör, yerinde müdahale ile bir romanı ihya edebilir; Batı’da böyle oluyor. Metnin bir sürü yerini kesip atıyorlar. İyi bir Alman yazar arkadaşım var, metni dört yüz sayfa teslim ediyor fakat kitap iki yüz elli sayfa yayınlanıyor, böyle çalışıyorlar. Bizde editörler, yazarlardan çekiniyor gibi bir hal var. Böyle bir şey seziyorum. Çekinmeseler inanıyorum ki çok daha iyi kitaplar çıkabilir. 

Şimdi adını da vermeden anlatayım; sevdiğim bir kadın yazarın romanını aldım. Harika başladı, ortaları da inanılmaz gidiyordu fakat sonrasında bir didaktikleşiyor, uzun uzun tiratlar bir mesele üzerine. İçimden dedim ki keşke bir editör çıkıp bunu söyleseydi, bir müdahale etseydi. Fakat tabii orada da belki yazarın egosu bunun önüne geçmiş olabilir. Bende bu yok, yeter ki eleştiri gelsin. Eleştiri de aslında bir muhabbete dönüşebilir.

Zeynep Göğüş
Zeynep Göğüş / Selin Alemdar’ın objektifinden

Işık Ülkesinden’de çok tarihi bilgi var fakat bu hikayenin içinde öyle eriyor ki tonu, insanı “Ben şu an tarih mi okuyorum?” diye düşündürmüyor.

Ne mutlu bana çünkü çok dikkat ettiğim bir konu bu. İlk başladığımda Murat Gülsoy’un yaratıcı yazarlık atölyesine devam ediyordum. İlk yazdığım metinlerde çok tarihi bilgi vardı, didaktik gidiyordu, sonradan düzelttim onu. Gazeteci kimliğim de olduğu için özellikle dikkat ederek yazıyorum, didaktik bir metne dönüşmesin yazdıklarım diye. 

Bir de imla konusunda okuyucular tepki göstermeli. Bir kez imla hatalarıyla dolu bir kitap aldım ve yayınevine şikayet mektubu yazdım. Böyle kitaplar iade edilebilmeli diye düşünüyorum. Örneğin berbat bir çeviriyi neden yaptırıyorsunuz? Hatta bazen aynı kitabın iki çevirisi oluyor. Bir çevirmenin çevirisinden aldığınız tadı diğerinden alamıyorsunuz. Ama aslında daha derin bir mesele var. Dönüp dolaşıp “eleştirmen” konusuna geliyoruz. 

Nitelikli edebiyat eleştirmeni çok az. Sayıları mutlaka artmalı. Bazılarının politik takıntıları var, bazılarının öz Türkçe takıntıları var, entelektüelleri sevmeyeni var. Yine de düğüm okurda. 

Okur, edebi bilgisi yetersiz olunca neyin iyi olduğunu ayırt edemiyor. Tabii bunun yanında edebi donanımı oldukça iyi okurlar da var. Özellikle kitap kulüplerinin çoğalması beni mutlu ediyor. Dolayısıyla biraz yavaş olsa da bu durumun da iyileşeceğini düşünüyorum. En nihayetinde son sözü okur söylüyor. “Çok Satanlar” kısmıysa dünyanın her yerinde farklı mekanizmalara sahip.

Yeterince kitap eleştirmeni var mı? Olmamasının sebebi bizim yaşadığımız kültürel erozyondan dolayı bir gelir kapısı bulamamaları mı?

Eleştirmen bağımsız olmalı. Jale Parla, Zekiye Koyuncuoğlu, Orhan Koçak, Yıldız Ecevit, Nurdan Gürbilek gibi isimler, izleyebildiğim kadarıyla iyi kitap eleştirmenleri. Ancak akademik dünyanın dışına çıkınca sayı çok azalıyor, salt eleştiriyle geçinmek mümkün değil. Toplumun edebiyat eleştirmeni kaygısı yok maalesef. Medyada genellikle kitapların tanıtımı yapılıyor, eleştirisi değil. 

Türkiye’de edebiyat yaparak yaşamak mümkün mü?

Değil. Dünyanın başka yerlerinde de pek mümkün değil. Türkiye’de yazdığı kitaplarla geçinebilen beş yazar falan vardır sanırım. Yine bir Alman yazar arkadaşım var, o yaptığı yan işlerle geçimini sağlıyor; üstelik kendisi iyi bir yazar. Gazetecilik, editörlük gibi meslekler; şairlerin, romancıların yan meslekleri. Öte yandan yazmak isteyen de her yerde yazıyor, sonuçta ihtiyacınız olan bir kalem ve bir kağıt sadece. 

Ressam, heykeltıraş ve NFT üreticisi sanatçıların eserleriyle edebiyatçıların eserlerinin maddi orantısızlığının sebepleri nelerdir? Örneğin bir ressam ünlendikçe eserlerinin değeri artarken neden aynısı bir edebiyatçının eserlerinde görülmez? 

Bir resim üzerine düşünelim. Onun tek bir alıcısı var ve o da esere sahip olmak istediğinde, eser onun için Kaşıkçı Elması gibi bir şeye dönüşüyor. Alıcı, yoğun bir duyguyla eseri koleksiyonuna katmak istiyor. Kitapsa yalnızca tek bir tane basılmadığından durum böyle. Gerçi artık bunu da deniyorlar, az sayıda üretip daha pahalıya satmak gibi. Kitap ve resim arasındaki fark noktasında, “Kitap iki yüz bin adet üretiliyor fakat resim yalnızca bir tane.” gibi karşı argümanlar da sunulabilir tabii. 

Bu konuyu ben de düşündüm. Eski devirlerde saray korumasında ressam, şair, müzisyenler var. Bizde de var. Roman ise yeni bir ürün. Tarihe bakarsak romanın ciddiye alınması, bir edebi tür olarak kabulü epey geç olmuş. Aslında elmalarla armutlardan bahsediyoruz. Beni görsel sanatçıların kazancından çok desteklenmesi ilgilendiriyor. Roman, şiir, öykü yarışmaları, fuarlar var, ama genç sanatçıları destekleyen oluşumlar görsel sanatları kayırıyor. Devletin desteği ise her zaman hakim ideolojiyle çatışmayan eserlere gidiyor, sivri dilli entelektüellere değil. 

Dünyayı biz insanların kurtarmasından umudu kestim, peki sanat bizi kurtarır mı?

Sorunuzu sorarken Dünya ile insanları ayırmanız mantıklı geldi. Dünyanın kimseye bir şey yaptığı yok, sorun insanlarda. Politikacıların kurtaramadığı insanlar ne yapacaklar? Dünyayı sanat kurtaracak sadece iyi bir slogan.

Sanat dünyayı kurtaramaz fakat iyileştirebilir, bu hiç de azımsanacak bir şey değil çünkü sanat, bizim empati yeteneğimizi geliştiriyor ve düşündürerek dünyayı daha iyi anlamamızı sağlıyor. Aslında bir tür “aynalama” yaparak duyarlılık kazandırıyor. Dolayısıyla sanatın birleştirici gücü gibi ifadelerin hepsi doğru fakat buradan hareketle başka bir soruya geliyoruz: Sanatı kim kurtaracak?

Zeynep Göğüş Plumemag röportajı
Zeynep Göğüş / Selin Alemdar’ın objektifinden

Edebiyat sizin için bir iş mi yoksa kendinize geliş mi?

İş değil ama ciddiye aldığım bir uğraş. Kendi içimde yaptığım bir keşif yolculuğu aynı zamanda. Bilinç dışında olup bitenler duygularınız, düşünceleriniz olarak sayfalara dökülüveriyor. Bu süreç ister istemez insanı dönüştürür. 

Gazeteci kimliğimden sıyrılıp edebiyatçı kimliğine geçiş yapmak benim için kolay olmadı. Çok kitap okumuş olmak hatta roman yazmış olmak edebiyatçı olmak için yeterli mi? Bence değil. O yüzden edebiyat kuramıyla ilgili çok okuyorum, yazarların kendileri hakkındaki kitapları, roman sanatı, edebiyat tarihi ilgimi çekiyor. İyi bir otodidakt edebiyat öğrencisiyim diyebilirim. Dört yıldır roman yazdığıma göre, henüz son sınıf öğrencisi gibi hissediyorum kendimi. Bunun daha yüksek lisansı, doktorası var. Daha iyisini yazabilirim duygumu hiçbir zaman kaybetmemeyi dilerim.

Yazılarınızı elle mi yoksa bilgisayarla mı yazarsınız?

Defterlerim var. Notları elle alıyorum, o defterlere yazmadığım tek bir gün yok. Sürekli not alma ve taslak oluşturma halindeyim. Örneğin Yok Çünkü Telafisi kitabımın taslağını kalabalık arasında salon gibi bir yerde beklerken 10 dakikada yazmıştım. Ama asıl yazıyı bilgisayarda yazıyorum, F klavye ile.

El yazısıyla en son ne zaman mektup yazdınız?

Kartpostal yollamıştım, bir Atina seyahatinde. Bana kırmızı bir dolma kalem hediye eden dostuma dün elle bir teşekkür notu yazdım fakat işin hazin tarafı, o el yazısı notun fotoğrafını çekip kendisine Whatsapp’tan yolladım. Posta kutularımızda reklam malzemesi ve su, elektrik faturasından başka bir şey yok artık. 

Yazmak sizin için var olmak mı yoksa arkanızda bir iz bırakmak mı?

İnsanlar iz bırakmak isteyebilir ama bu bizim elimizde olan bir şey mi? Değil. 

İz bırakmak derdiyle yazdığımı sanmıyorum, bana iyi bir kaygı gibi gelmiyor. Fakat ister istemez bir şeylerin kayda geçmesini sağladığımız doğru. Tarih ve edebiyat birbirini besleyen disiplinler. Yazmak benim için bir iç yolculuk, varoluşumu besleyen, beni mutlu eden bir çaba.