Sibel Asna ile “Mış Gibi” Yapmadan Yaşamak Üzerine…

Sibel Asna ile “Mış Gibi” Yapmadan Yaşamak Üzerine…

Güncelleme Tarihi: 23 Ekim 2021

Sürdürülebilirlik, Türkiye’de son birkaç yılda çok konuşulur oldu. Benim zihnimde sürdürülebilirliğin tohumlarını, Adam Olacak Çocuk Programında “Dişlerini fırçalarken suyu açık bırakıyor musun?” sorusuyla atan kişi Barış Manço’dur. 

Dönüp baktığımda sürdürülebilirliğin temelinde iki problem olduğunu düşünüyorum: İlki; eğitim ve altyapı, diğeriyse vicdan. Bunu devletlerin eğitim politikaları ve düzenlerine eklemelerini gerektiğini, bunların anlatılması gerektiğini düşünüyorum.  

Bunları anlatmak için de bilinçli ve güçlü bir iletişimin gerektiğine gönülden inanıyorum. Biz de Türkiye’de sürdürülebilirlik konusunda aktif rol alan A&B İletişim’in Yönetim Kurulu Başkanı Sibel Asna ile İzmit’te yaşadığı çiftlik evinde bir araya geldik. Her ne kadar yıllardır bölgenin kalkınmasına katkı olması için tüm yöreye öğretmek için çaba sarf ettiği Lavanta tarlalarının canlı renkleriyle göremesek de doğanın içinde ve doğaya saygılı bir şekilde yaşanan bir ortamda bulunmaktan büyük keyif aldım. Umarın siz de hem keyif hem de feyz alırsınız.

A&B İletişim olarak hizmet vereceğiniz markaları ve kurumları seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?

Biz çalışma prensiplerimiz konusunda çok radikal bir şekilde yola çıktık. Sürdürülebilirliğe zarar veren markalarla çalışmıyoruz. Kesinlikle yapmadıklarımız; tütün ve tütün ürünleri, nükleer enerji, deterjan, yeşil yıkama,siyasiler ve lobicilik… Bizimle çalışacak markaların önce zihnen buna hazır olmaları gerekiyor ve zaten bize gelirken hangi standartlarda çalıştığımızı web sitemizde yayınladığımız etik kodlara bakınca görüyorlar.  Dolayısıyla onlar bize geliyor, gelen şirketlerde çoğunlukla istek oluyor ama bilgi eksiği oluyor. 

Olduğundan farklı görünen, “mış gibi” yapan firmaları gördüğümde maalesef ben meslektaşlarımı suçluyorum çünkü bu tip davranışlara bizim yol vermememiz lazım. Bizim birinci sorumluluğumuz şirkete karşı değil topluma karşıdır. Siz zaten markayı topluma yararlı bir hâle büründürebilirseniz onu itibarlı bir şirket durumuna getirebilirsiniz. İtibarı oluşturan şey, topluma yapılan katkılardır. Dolayısıyla bizim şirketlere öğretmeye çalıştığımız, her bölümüne ayrı ayrı çalışarak ve bölümleri belli bilgilendirmelerden geçirerek  ve de hayır demeyi bilerek yönlendiriyoruz. Temsil ettiğimiz tüm kurumlarda bu duyarlılık var, sözleşmelere imza atıyorlar, iç süreçlerini buna göre düzenliyor ve kendilerini denetlettiriyorlar. Yani, “mış gibi” düşüncesine izin vermiyoruz. 

Halkla İlişkiler Derneğinde Alaaddin Asna ödülü oluşturduk ve bunu da kurumsal sorumluluk projelerine vermek üzerine tanımladık. Burada bize gelen projelerde “mış gibi” olanlara gerekli eleştirilerimizi açıkça yapıyoruz. Kuvvetli bir jüri oluşturduk ve buradan “mış gibi” yapanların geçme şansı yok.

Sibel Asna kırda

Fotoğraf: Barış Acarlı

Keskin bir etik anlayışına mı sahipsiniz yoksa bu kavramın daha esnek kalması gerektiğini düşünenlerden misiniz?

A&B İletişim olarak bizim misyonumuz; kurumların, adil ve doğaya karşı saygılı kurumlar olarak işlev görmelerini sağlamak. Kesin etik kodlarımız var ve bunlara göre hareket ediyoruz. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce kendimize bu standartları koyduk ve bunları hassasiyetle uyguluyoruz. Fakat bu o kadar da kolay değil çünkü böyle bir adım aynı zamanda “vazgeçmek” demektir. Bugünün kültürünün de aslında vazgeçme kültürü olması gerektiğine inanıyorum. 

Bugünün “dev” şirketlerinin sürdürülebilirlik kültürüne uyum sağlaması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Az önce bahsettiğim gibi bugün kurumların yapması gereken  vazgeçmektir. Üstelik bu, sadece duyarlılıktan da değil ayakta kalabilmek için bir zorunluluktur. “Her şeye rağmen büyüme” hedeflerinden vazgeçmezlerse yok olacaklarını görmeleri gerekiyor.  Eskiden hiçbir şirket, Birleşmiş Milletlerin on yedi maddesini ağzına almazken bugün bakıyoruz ki ciddi ciddi bu konularda çalışarak sürdürülebilirlik standartlarını belirliyorlar. Özellikle bankalar bunu yapıyor çünkü artık yatırımcılar da bu standartları talep etmeye başladı. Artık global fonlardan yararlanabilmek  için sürdürülebilirlik standartlarının belirlenmiş olması gerekiyor. Burada da öncü kurumlar, bir de arkadan gelen #metoo’lar var. Velhasıl artık bunu ister istemez, zorunlu olarak yapacaklar çünkü vaktimiz yok. Dünyanın kaynakları bu vahşi tüketimi, bu vahşi anlayışı taşıyabilecek durumda değil artık. Vahşi tüketim yalnızca doğanın katli olmayacak, insanları doğrudan etkileyecek. Örneğin göçler yaşıyoruz şu anda ve bunları savaş göçü olarak görüyoruz genelde fakat bunlar esasında “su göçü”.  Refahtan anlayışımız da aslında sudur, doğadır; suyu, doğayı bir kaybederseniz bitti! Türkiye de susuzluk riskiyle karşı karşıya bir ülke ve aslında hâlâ bu konuda ciddi adımlar atılmış değil, Paris Antlaşması’na henüz katılım sağlanmadı mesela. Hâlâ kalkınma modeli olarak kömür konuşuluyor. Bu şekilde 2030-2035 kabusunu karşılayabilmemiz mümkün değil.

Sibel Asna portre

Fotoğraf: Barış Acarlı

Markaların sosyal sorumluluk projelerinde yer alacak ünlü sporcu ya da girişimci isimlerin, markalar tarafından “Biz de onların reklamını yapıyoruz. Para vermeden isimlerinden faydalanalım.’’ yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Eğer kişilerin isminden ve şöhretinden faydalanıyorsanız bunun karşılığını vermek zorundasınız. Bu tür  şirketlerin “hep bana hep bana” şirketleri olduğunu düşünüyorum ve onlara hep söylüyorum: “Hep bana” şirketi olmayın, o zaman marka olmuyor ve gönül payı alamıyorsunuz… Böyle “love brand” olamazsınız, love brand öyle iki üç reklam yaparak olmuyor…

“Dünyanın kaynakları bu vahşi tüketimi, bu vahşi anlayışı taşıyabilecek durumda değil artık.”

yürüyüş

Fotoğraf: Barış Acarlı

PlumeMag’i kurmamla son bir yılda çıktığımız bu yolda şunu da sürekli vurguluyorum: Sürdürülebilirliği en çok üstlenir gibi görünen markalar, onun asıl temsilcileri değil. Ben yerel markaları desteklemek gerektiğini düşünüyorum, örneğin yakın zamanda Otama’yı keşfettim… Seçimlerimizin artık bizi temsil ettiğini düşünüyorum, biz aslında bir kişi olarak bile gücüz, birlikte daha da güçlüyüz. Değil mi?

Tabii, neyi seçiyorsak ona oy veriyoruz, seçtiklerimiz bizim oyumuz. 

Biz  arabamızı değiştirerek elektrikli arabaya geçtik. Onun dışında çiftlikte  güneş enerjisine döndük, enerjimizi güneşten alıyoruz. Bir tek suyu yeterince kontrol edemiyoruz fakat yüzey sularını kullanıyoruz. Onu da halledebilirsek tamamıyla sürdürülebilir bir sisteme geçiş yapmış olacağız.

Desteklediğimiz, içinde olduğumuz ekonomik sistem Good4Trust.org da bunu diyor. Herkesin cebindeki kart, onun kime oy verdiğinin göstergesi. Sen gidip çevreyi mahveden, doğayı kirleten, işçisini sömürenden alışveriş yapıyorsan ona oy veriyorsun, o zihniyeti destekliyorsun demektir.

Sibel Asna çiftlikte

Fotoğraf: Barış Acarlı

Good4Trust platformu nasıl ve hangi amaçla kuruldu, insanlar tarafından nasıl karşılandı?

Yaşamımızı yönlendiren Good4Trust.org’u size biraz anlatayım. Çevreye duyarlı, doğaya saygılı, adil üretim yapan ve çalışanına karşı adil olan üreticileri yan yana getirmeyi amaçlayan ve bazı kurallara sahip kalacağını taahhüt eden ve bu üreticileri arayan insanların buluştuğu bir platform Good4Trust.org.  Burada şu anda yüz seksenden fazla küçük işletme var. Bu noktada önemli olan işletmelerin yerel  ve küçük olmaları. Yine burada yirmi bine yakın, ihtiyaçlarını buradan gidermeyi düşünen ve de bunu tercih eden bir kitle oluştu. Bu platform ve oluşum İzmit Belediyesine ilham verdi. Bunun sonucunda İzmit Belediye Başkanı Hürriyet Kaplan aynı düsturda bir İzmit Çarşısı kurdu. Sonrasında yine Good4trust.org platformu şemsiyesi altında kendisini geliştirmek isteyenler oldu ve gittikçe büyüyen bir halka oluştu. Sonrasında başka belediyelerden de talep gelmeye başladı. 

Good4Trust.org nasıl bir ortam yaratmayı ve yereli ne yönde desteklemeyi amaçlıyor?

Bu, bir değer zinciri oluşturuyor ve insanların birbirlerinden alışveriş yaparak hem birbirlerini, hem aynı zihniyette olanları hem de yereli kalkındırmayı hedefliyor. Yereli kaldırdığınız zaman, onun yaşam standardını yükseltip yerinde kalmasına yardımcı olabiliyor veya köylerinde, bölgelerinde  kalmalarını sağlayabiliyorsunuz. Bu adım oldukça önemli çünkü bu insanlar muzdarip; köylerini terk ediyorlar. Büyük kentlere gelerek varoş oluşturup mutsuz ve karanlık yaşantılara maruz kalıyorlar. Halbuki o insanları, kendi bölgelerinde kalkındıracak, çevreye ve insana adil davranacak sistemler oluşturulursa o insanlar yerlerinde kalacaklar.

Peki, bu konudaki görüşünüz nedir? Bu bilinçlenme sürecini gerçekleştirirse Z kuşağı gerçekleştirmiş olacak. 

Greta, Atlas… Bizim onlardan öğrenecek çok şeyimiz var. Ben her şeye rağmen umutluyum. Şu an şirketlerdeki değişimi, dönüşümü gördükçe umutlanıyorum. Dolayısıyla  karamsar değilim fakat şu anki önemli mesele “hız”. Hızımız dünyayı kurtarmaya yetecek mi? Aslında şu an için en büyük düşmanımız da savunma sanayi.

Dünyada savaşa harcanan güç barışa harcansa şu an her şey çok farklı olabilirdi. Geçen gün aklıma şu geldi; kötülüğün bir sınırı var fakat sevgi sınırsız… Burada yine vicdana ve etiğe geliyoruz. İnsan pembe yalana inanmak istiyor ve vicdan kaslarını çalıştırmayı bıraktığında daha stabil hâle geliyor. Fakat yine de taşların arasından çıkan çiçekler gibi iyilik de kendini göstermeyi biliyor, bu küçük şirketlerin de yaptığı iyiliği yaşatmaya çalışmak aslında…

Good4Trust’ın amacı iyiliği paylaşmak aslında. Orada iyiliği anlatıyorsunuz; sokakta karşıdan karşıya birini geçirdim, bir kaplumbağayı kurtardım gibi son derece basit şeyler konuşuluyor ama böylece  iyilik paylaşılıyor. İiyilik, paylaşılarak artırılmaya çalışılıyor.

Son olarak bir soru daha sorayım: Pandemi süreci herkes için yeni ve hızlı bir öğrenim/alışma süreci oldu. Peki, bu “yeni iletişim” denen dijital sistem gerçekten oturdu mu? Yeni dönem nasıl olacak, bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Ben bu yeni dönemden çok mutluyum çünkü herkes gazeteci ve herkes herkesin foyasını çıkarabilecek durumda elindeki telefonla. Dolayısıyla öyle eskisi gibi reklam baskısı, yukarıdaki güçler vs. etkili olamayacak. Özellikle şirketlerin çalışanları birer haber kaynağı, o hâlde çalışanını mutlu etmek ve çalışanının mutlu hissedeceği bir şirket yaratmak zorundasınız. Artık gençler düzgün bir kurumda çalışmak, kurumsallığın karanlık yanı içinde bulunmak istemiyorlar. Tabii, aynı zamanda dijitalin getirdiği güçle propaganda tarafları da hızla çalışıyor. Aslında yine aynı noktaya çıkıyoruz: İyiyle kötünün savaşı. Fakat tüm kötülüklere rağmen üstünde durulması gereken bir durum var: Artık gerçeği saklamak gibi bir şey söz konusu değil…