Benim sergi ve diğer yazılarımı okuyanlar fark etmişlerdir; konunun etrafında kendi çerçevemi çizmeyi seviyorum. Burada yapmak istediğim didaktik bir sergi ya da sanatçı güzellemesi ya da olumlaması değil. Daha ziyade sergiden yola çıkarak şahsi izleyici deneyimim sonrasında beni meşgul eden sorular üzerine odaklanmak… Zaten bu sergide şöyle bir şansınız var; Mehmet Sinan Kuran, her gün galeride izleyicilere eşlik ediyor. Ben de bunu öğrenince ona “Yani her gün iş gibi buraya geliyor musunuz?” diye sordum. Bana attığı bakışla birlikte “Bu benim işim.” demesini bir araya getirince ağzımın payını da almış oldum. Seviyorum böyle atışmaları… Sergi, Anna Laudel’de 4 Aralık tarihine kadar devam ediyor. Eğlenceli ve sürpriz sonlu diyor, sizi yaptığımız serbest akış sohbetimizi okumaya davet ediyorum.
Geçen günlerde yaptığınız bir Instagram paylaşımıyla başlamak istiyorum. “Beni niye sevmezler?” diye sormuştunuz. Sizi sevmeyenleri neden bu kadar dert ediniyorsunuz?
İnsanları birleştirmeye, bir araya getirmeye çalışıyorum. Çünkü bu seçmeli bir ders değil, zaruri bir ders. Tükeniyoruz, hızla! Son 20 yılda 220 hayvan türü yok oldu. Sadece Avustralya yangınlarında 3.5 milyar canlı yok oldu. Bunlar çok ciddi sonuçlar doğuracak. Siyasetçilerin, ekonomistlerin fikirlerini konuşmak bana düşmez. Fakat dünya hızla kötüye gidiyor. Bu konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Amerika’ya karşı Çin, Türkiye’ye karşı Yunanistan… Sizce nasıl bunu geri döndürebiliriz? Dünyayı bu hale kim getirdi? Biz, insanlar… Sadece ve sadece iyileştirecek olan da yine insanlar. Fakat biz insanların şu anda böyle bir niyeti yok. Herkes kendi cebini doldurmaya yönelik eylemler, kişisel başarıların peşinde…
Az önce televizyon programına çıkacak bir sanatçıyla konuşuyordum. Bana “Ne hakkında konuşayım?” diye sordu. Kolektivizm cevabını verince bana “Ben öyle birisi değilim.” dedi. Ama olmalısın! Çünkü yarın öbür gün senin bireyselliğinin bir anlamı olmayacak. Dünya bitiyor, tükeniyor.
Bu, bir farklılık yaratma endişesi değil. Bu, dünyevi şeylere entelektüel bir yaklaşım da değil. Benimki çaresizce bir çırpınış aslında. Bir araya gelmeliyiz. Bizi ayırmaya çalışıyorlar. Çok uzun senelerdir sistemli bir şekilde bunu yapıyorlar. Gay, ‘straight’, Hristiyan, Müslüman, Katolik, Protestan, Alevi, Sünni, Fenerbahçeli, Galatasaraylı… Sürekli ayrımlar var.
O zaman sevgi sizin için kişisel bir dert değil, sanatsal olarak meseleniz diyebilir miyiz?
Sanatsal da değil… O, benim yaşama meselem. Sartre’ın beni etkileyen bir yaşam tasviri var. Bir röportajında “Yaşam nedir?” sorusuna “Bireyin kişisel sınırlarını belirleyip onları geliştirebilme sürecidir.” cevabını veriyor. Harika; ben de bu konuda kesinlikle hemfikirim. Fakat geliştirdik, geliştirdik, geliştirdik… Tamam, peki biz bu bilgilerle ne yapıyoruz? Bir şey yapmamız gerekiyor. O bir şey de paylaşım aslında.
Ben tecrübelerimi sizlerle paylaşacağım, siz de benimle… Arada bilinmedik bir nokta kalmayacak. Hepimiz bilgilerimizi, kazanımlarımızı ve tecrübelerimizi ortada buluşturup genel bir havuz şeklinde oluşturmadıkça bizim kişisel başarılarımızın hiçbir anlamı yok.
Elon Musk, Bill Gates ve Steve Jobs gibi insanlar herkes tarafından takdir edilen kişiler… Tamam ama bu güçlerimizi birleştirip bir çare bulmamız gerekiyor. Onların bulduğu çare Mars’a gitmek. Harika, gidelim Mars’a. Peki Dünya ne olacak? Mars’ın iklimi bizim yaşamamıza uygun değil.
Elon Musk’ın bu soruna bulduğu çözüm, uygun yerlere yerleştirilmiş sekiz tane atom bombası. Bombalar patlatıldığında iklimi yaşanabilir kılıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Daha gitmediğimiz bir gezegeni tahrip etmekten bahsediyoruz.
Üçüncü katta bir eser var, dünyaya hızla yaklaşan bir göktaşını tasvir ediyor. Dua ediyorum bu sefer ıskalamasın diye. Direkt göbekten dalar umarım.
Ben de sevginin kilit olduğunu düşünüyorum. Fakat bu sevgiyi yok etmek için, insanların birbirini anlama damarlarını kesmek için bütün sistem, özellikle de kapitalist sistem, inanılmaz bir yükle insanların üzerinde bunu sürekli baskılamaya çalışıyor. O soru çok saf bir soru. Bana göre bir sanatçının “Beni neden sevmiyorsunuz?” demesi, donunu çıkarıp insanların karşısında durması gibi bir şey. Bu o kadar yapılmayacak bir şey ki aslında. Örneğin birine sokakta küfrediyorsunuz, dövüyorsunuz… Bu çok normal karşılanıyor. Fakat gidip tanımadığınız birine sarılıp öpseniz bu çok garip karşılanıyor. Sevgiyi o kadar ötekileştirdik ki doğal olmak artık “cool” bir şey değil. Zaten siz “cool” biri değilsiniz.
Tam tersine çok “cool” biriyim. Böyle düşündüğüm için “cool” biriyim…
Şu an toplumda havalı kavramı, yani “cool” olmak, sürekli düşünen ve sanat yapan insanlar için kullanılıyor. Fakat siz kendinizle dalga geçen, kendinizi karikatürize eden bir sanatçısınız.
Neyi düşüneceğim ki… Sabahları hasbelkader kalkıyorum. Kalkamayabilirdim; değil mi? Uyurken uzaylılar dünyayı istila edebilir, dev çekirgeler kafamızı yiyebilir, Çinliler dünyayı istila etmeye karar verebilir, Kuzey Kore tek düğmeyle tüm dünyaya nükleer bomba yollayabilir, beklenen İstanbul depremi gerçekleşebilir, minicik bir pıhtı yola çıkabilir ve felç olarak uyanabiliriz… Bunların hepsi olası şeyler.
Böyle olmuyor ve her sabah kalkıp yeni bir güne başlıyoruz. Bu bir mucize değil mi? Mutlu olmak için daha ne olması gerekiyor?
Mutluluk demişken, yine Instagram paylaşımlarınızın birinde “Ben mutsuz olamıyorum.” diyorsunuz. Bu nasıl bir durum? Nereden geldi? Mutsuz olduğunuz zamanları hatırlıyor musunuz? Bir moda var ya artık; herkes yaşam koçu olarak “Nasıl daha mutlu olursun?” sorusuna cevap vermeye çalışıyor. Fakat insanlar bu derslere gittikçe egoları daha da yükseliyor. Daha da mutsuz oluyorlar. Sizin bahsettiğiniz mutluluk ne? Nasıl bir şey?
Şükür… Sahip olduğunuz şeylere şükretme durumu. Mutluluğunuz, dış etkenlere bağlı olduğu zaman bence kaybedersiniz. Mutluluğunuz; hava güzel olursa, ben Ege’de bir Beach Club’ta elimde kokteyli içki ile tatil yaparsam, bilmem ne makarnası yersem, çok param olursa, bahçeli bir evim olursa, beni seven bir karım olursa gibi etmenlere bağlı olursa kaybedersiniz. Bence her şeye rağmen mutlu olmanın yolu şükretmek ve sahip olduğumuz şeylerin farkında olmak.
Ben her sabah kalktığımda önce çizim yaptığım sağ elime bakıyorum, bir sorun yok. Sonrasında sol elime bakıyorum, o da çalışıyor. Aklım da harika! Güneş, yağmur, kar, kuş sesi, rüzgar sesi fark etmiyor. Hemen soluma dönüyorum sevgilim nefes alıyor. Köpeklerimin biri yerde, biri yatakta. Tamam, bitti… Sonrasında aşağı gidip kahvemi içtikten sonra stüdyoma girip resim yapıyorum ya da yapmıyorum, her neyse… O anın farkında olmanız gerekiyor. Zaten ona uyanmayı bir alışkanlık olarak görürseniz sürekli olarak “Bunlar var peki artı olarak ne yapıyoruz?” sorusuna takılırsınız.
Bir bahçeli evim var ama bahçemde bir havuz yok. Tamam sevgilim uyandı ama bir de metresim olsaydı, o da uyansaydı veya ben şu an Station Mercedes’e değil de Porsche’ye binseydim. Bunlar çok zararlı. İnsanların her şeyi kendilerine hak görmeleri çok düşünceli bir durum. Yukarıda kimseyle böyle bir mukavele yapılmıyor. “Seni dünyaya gönderiyoruz ama sen çok başarılı bir oligarkın oğlu olacaksın, 75 metre teknen olacak…”, böyle bir şey yok…
Benim çok sevdiğim ve tanıdığım genç bir sanatçı babasını kaybetmesini şöyle ifade etmişti: “Ailemiz üç kişiydi, iki kişi oldu. Onunla yaşadığım güzel günler benim için her zaman çok değerli. Kendimi parçalayıp da hayatıma bir kesinti getirmedim. Bunu kabullendim.” Sizle uyanan bir sevgiliniz, bahçeli eviniz, arabanız olmasa veya şu an yapabildiğiniz aktiviteleri bir gün yapamayacak durumda olsanız bu şükür halini devam ettirebileceğinizi düşünüyor musunuz?
Tabii ki… 30 yaşında bir kızım var, bugün bir trafik kazası geçirip ölebilir. Sevgilim beni terk edebilir ya da vefat edebilir. Sürekli motosiklet kullanan birisi olarak geçirdiğim bir kaza sonucunda sağ kolum kopabilir. Her şey elimden gidebilir. Zaten 15 sene önce bugün sahip olduğum hiçbir şey yoktu.
O zaman nasıldı? Daha mutluydum diyebilir misiniz?
Çok mutluydum. Daha mutlu değildim ama mutluydum.
İnsanın sahip olduğu şeyler ona sahip oluyor, bu durum biraz onu özgürlüğünden uzaklaştırıyor denir. Buna katılıyor musunuz?
Hayır, katılmıyorum.
Sizin zaten sahip olduğum şeye sonsuza kadar sahip olayım, onu büyüteyim gibi bir derdiniz yok.
Az önce dediğim gibi, 30 yaşındaki kızım ölse bile onu bana veren güç her neyse bana 30 sene bu keyfi yaşattığı için ona teşekkür ederim. Zaten iki yolumuz var. Ya teşekkür edeceksiniz ya da isyan edeceksiniz. Böyle bir şeyi ben doğru bulmuyorum. Tabii ki üzülürsünüz, kaybınızı içinizde yaşarsınız. Fakat bu durumun kişilerle ilişkinizi bozmaması lazım.
Bir ceylan doğum sonrasında anne karnından düşüyor, daha ne olduğunu anlayamadan bir leopar gelip onu kapıyor. Herkes leopara sinirleniyor tabii. Fakat leoparın da beslemesi gereken çocukları var. Doğanın kanunu bu. Benim o ceylandan ne farkım var ki?
Ben bazen eve geldiğimde eşim “Günün nasıldı?” diye soruyor. Bazen ceylan gibi bazen kaplan gibiydim diyorum. Avlayan ve avlanan olma pozisyonlarımız sürekli değişiyor ve siz o pozisyonlara göre değişmek zorunda kalıyorsunuz. Fakat vahşi doğada bir düzen var ve ihtiyaç dışı hiçbir kötülük yok. Ben hala insanların nasıl olup da ihtiyaç dışı kötülük yaptığını anlayamıyorum. Niye ortada hiçbir neden yokken bir insan bir insanı sevmez? Bu noktayı kişisel olarak kıramayacaksınız, kimse kıramıyor. O yüzden bu konuya sanatla mı giriş yapılmalı?
Benim çok yakın arkadaşlarım bu görüşümü yapmacık buluyor. Sorumsuzlukla beni suçluyorlar. Onun da çocukları var, benim de çocuklarım var. O, benim gibi olamamasının çocuklarının geleceğini hazırlamak istediğinden olduğunu düşünüyor. Çünkü çok çalışması gerekiyor. Benim de çok çalışmam gerekiyor. Bu bir hayata bakış açısıdır sadece. Çok çalışmak ağlamayı gerektirmez. Çok çalışmak insanlara bağırıp ilişkilerinizi zedelemeyi gerektirmez. İnsanlarla eğlenerek ya da hayatı hafife alarak da çok çalışabilirsiniz. Bu tamamen dünya görüşüdür. Böylesinin daha yararlı olduğunu düşünüyorum.
Benim de farkım o zaten. Mehmet Kuran’ın farkı, sanatçı olarak eğlenip gülmesi ve dolayısıyla da söylediği şeylerin dinlenmesi. Aynı şeyleri yaşayan ağlak bir insanın konuşmaları dinlenmez. Ben dinlemem şahsen. Fakat gülerek anlatan, hayatı hafife alan bir insanı okumak isterim.
Stephen Hawking benim ilgimi çekmiyor. Einstein ise “sense of humor” sahibi olması sebebiyle ilgimi çekiyor. Dolayısıyla bu seçimi yapmak insanın elinde.
Zaten bir şeye gülebilmek en büyük güç aslında. Bazı şeylere gülmek de çok büyük küfür gibi algılanıyor. Bence mizahın yasaklanması ve ciddi insan görünümünün dayatılması da mizahın beyin açıcı olmasından kaynaklanıyor olabilir. Çünkü bence mizah zor bir şey. Büyük bir zeka ve sorgulama gerektiriyor. Türkiye’nin ve dünyanın son 20 yılına baktığımızda en gerileyen şey sorgulama değil mi?
Örneğin son zamanlarda çok farklı temayüller var. Bir mafya çıkıyor ve belli açıklamalarda bulunuyor. Sonrasında bütün halk deli gibi onu takip etmeye başlıyor. Neden? Çok düşündürücü değil mi? Çünkü adam hafife alıyor, çünkü adam cesur. Esprilerle anlatıyor. Örneğin benim çok sevdiğim bir lider şu anda hapiste. Demirtaş’ın müthiş bir mizah gücü var. Sanırım beş senedir içeride. En verimli çağında bir aile reisinin beş senedir hapiste olması çok ciddi bir olay. O, bu yaşananları gülerek anlatıyor. Espriler yapıyor, örnekler veriyor… Bunlar benim acayip hoşuma gidiyor. Fakat diğerlerine baktığınızda gerek muhalefet gerek iktidar partileri hep bir aşağılama hep bir ciddiyet… Bence diğeri çok daha cazip.
Ben 15 sene boyunca kurumsal hayatta çalıştım. 15 sene sonunda kendi işimi yapma kararı aldım ve PlumeMag’i kurdum. Benim kurumsal hayatı bırakmam gerektiğini fark ettiğim an gülerken oldu. O anda Kaan Sekban’ın bir beyaz yakalının yaşadığı Orta Çağ köleliğine benzeyen hayatını anlattığı inanılmaz esprilerle dolu bir sahnelemeyi izliyordum. Ben kahkahalarla gülerken patronum da kahkahalarla gülüyordu. Ben gülerken ağlamaya başladım. Sonrasında “O neye gülüyor acaba?” dedim. Onun gülmesi bende bir ışık yaktı. “Hayır, böyle olmaması lazım.” dedim. Ben gülüp ağlamaya geçtiysem onun da gülüp düşünmeye geçmesi gerekiyor diye düşündüm. O değişmeyecekse benim oradan çıkıp bunu değiştirecek tarafa geçmem gerekiyor dedim.
Bendeki aydınlanma beyaz yakalının sıkışmışlığını, patron şirketlerinin yaşattığı dramın içerisinde yaşanmadı. Gülerken bir uyanış yaşadım. O yüzden insanlar gülen insan da istemiyor, güldüren insan da… O saf ruha indiğiniz zaman herkes her şekilde doğruyu söyleyebilir. O zaman zaten ne savaş olur ne de “seninki benden güzel” benzeri kavgalar. Sizce de böyle mi?
Evet, gerçekten öyle. Bakın size bir örnek vereyim. Ben 22 sene evsizlik sınırında yaşadım. Tahtakale’de 1.5 – 2 liraya ikinci el kıyafet satılan bir sokak vardı. Ben ara sıra oradan kot pantolon, t-shirt almaya çalışıyordum. Havanın bulutlu olduğu bir hafta sonu sokakta 7-8 tezgah açılmıştı. Bir anda yağmur başladı, sonrasında düdük sesleri… Üst sokaktan zabıtalar geldi. Müthiş bir kaos oluştu. İnsanlar tezgahlarını kaptırmamak için toplamaya çalışıyordu. Yağmur yağarken ıslanıyorlar, yerlere düşüyorlardı. Tam bir keşmekeş anlayacağınız…
Hemen yanımdaki tek başına duran bir genç çocuk, tezgahını öyle bir ayarlamış ki bir ipi çektiği gibi hepsini topladı. Sırtına aldığı tezgahını gözüne kestirdiği apartmanın içine attı. Daha sonrasında dışarı çıkıp bir sigara yaktı. Bunları yaparken de “Yağmur Yağdı Kaç” şarkısını ıslıkla çalıyordu. Arkasında bıraktığı kaosun içerisinde bağırışlar, çağırışlar, yerlere yuvarlananlar… Zabıtalar kalan tezgahtarları alıp arabalara koydular ve gittiler. Sonrasında yağmur bitti ve tekrar güneş açtı. Genç etrafına bakındıktan sonra tezgahını içerden alıp tekrar kurdu. Hayranlıkla onu izledim. Kendi kendime “Böyle de yaşamak mümkün, başka türlü de…” dedim. Siz hangisini seçersiniz? Nasıl yaşamak sizce uygun?
Ben “Yağmur Yağdı Kaç Kaç” taraftarıyım.
İşte, insanlar öbür türlü yaşamayı tercih ediyorlar. Ben anlayamıyorum. Kavgalar, gürültüler… Ben bir paylaşım yapıyorum, bana “Sen yaramaz adamsın.” diyorlar ya da aralarında konuşuyorlar. Mehmet Kuran göründüğü gibi biri değil deniyor. “Niye sürekli gençlerle çalışıyorsun, gençleri sömürüyorsun.”, “Niye sürekli çocuklarla projeler yapıyor, çünkü çocuklara yan gözle bakıyor.” veya “Niye erkeklerle anlaşamıyor da kadınlarla anlaşıyor, kadınlara meraklı.” diyorlar. Mehmet Kuran kadınlara meraklı değil! Erkeklerle de anlaşırım, kadınlarla da anlaşırım. Fakat erkekler benimle anlaşmıyor.
Erkeklerle anlaşsanız da bu sefer başka bir şey derler. Sonuçta birisi bir şey demek istedikten sonra her türlü yola başvurabiliyor.
Hayal gücümün geniş olması uyuşturucu kullanmam ithamına da sebep oldu. Hep bir şey var. Bu adam değerli bir adam demiyorlar. Bundan 20-25 sene önce arkadaşımın evinde havuzda onların çocuklarıyla oynayıp şakalaşırken bir erkek grubundan iki üç kişi sürekli bana bakıyordu. Ben de ne olduğunu anlayamadım. Sonrasında arkadaşımın yanına gidip neden bana baktıklarını sordum. Bir tanesi “Mehmet’i farklı kılan ne? Neden sürekli mutlu? Bizim sahip olduğumuz hiçbir şeye sahip değil. Parası pulu yok. Asmalımescit’te Şen Palace isminde dandik bir otelde kalıyor. Otelin 10-15 lira parasını bile ödeyemiyor. Niye bu kadar mutlu? Bu adam gerizekalı mı? Değil… Nasıl oluyor bu?” demiş. İşte oluyor, şükrediyorum.
Evlere 70 liraya temizliğe gidiyordum, beğenilmiyordu. Bir sonraki gün gittiğimde kazancım 35 liraya düşüyordu. Fakat kızım Vancouver’da üniversite okuyup ‘Stage Manager’ oldu. Dolayısıyla herkes kadar ben de çalıştım. Ama bunu tatlı yolla yaptım. Her zaman resmimi yaptım, yazımı yazdım, kitap okudum. Ben açlıktan ölürken Knut Hamsun’un Açlık’ını okuyordum. Geçer bu günler, önemli değil diyordum. Devamlı kendimi geliştirmeye çalıştım. Devamlı insanlara daha iyi davranmaya çalıştım.
Geçen günlerde biri bana mesaj atıp “Seni sevenden çok sevmeyen varmış. Senin için neler neler diyorlar” dedi. Yahu, ne diyorlarmış! Ben resim yapan bir insanım. Resim yapan bir insana ne denir ki? Ben politikacı veya 2000 kişiyi çalıştıran bir işveren değilim. Ben ressamım, resim yapıyorum. Bir ressam için ne denir ki?
Siz kendi çapınızda evsize yakın, işçi ve emekçi olarak yaşamışsınız. Şu an “güç sahibi”, evi, arabası ve kazancı olan biri olarak mağdur gördüğünüz birilerine yardım etme içgüdünüz var mı yoksa yaygınca rastlanan “Allah’ın acımadığına ben mi acıyacağım!” görüşündesiniz?
Yardımcı olmak biraz fazla olabilir ama ben bütün imkanlarımı insanlarla paylaşıyorum. Tabii ki değen, paylaşımlarımı anlayan insanlarla paylaşmak istiyorum. Bu tür insanlardan çok fazla var. Gençlerle, çocuklarla ve kafa dengi insanlarla paylaşıyorum. Havuz diye bir sistem uydurdum. Siz, Four Seasons Otel, Turizm Bakanlığı, genç sanatçılar, büyük sanatçılar… Herkes o havuza girebilir. Odağımız, herkesin elindekini havuza atması. Kim, neye ihtiyacı varsa havuzdan ihtiyacını çıkarıyor.
Örneğin bir genç sanatçı, Four Seasons Otel’de lobide heykelini sergilemek istiyor. Hay hay… Beraber gidiyoruz otele ve genel müdürle konuşuyoruz. Genç sanatçının heykelini orada sergiliyoruz. “Haydi hep beraber toplanıp Bodrum The Marmara’da sergi yapalım.” deniyor. Geçtiğimiz sene 40 genç sanatçı ve Mehmet Kuran olarak orada sergi yaptık. Kanser Derneği ile çalışıp rehabilitasyon gören çocuklara hep beraber grup resmi yaptık. Elimizden gelen tüm imkanları onlar için seferber ettik. Sabancı Derneği ile mülteci çocuklara yardım, Hillside, SoHo… Neresi geliyorsa aklınıza…
Bir de siz eser üretimlerinizde iş birliği yaptığınız isimleri ön plana çıkarıyorsunuz. Genelde insanlar eserlerinde kendi isimlerini öne çıkarır ve sadece sanatçıların imzası eserde yer alır. Çoğunluk diğer insanların katkılarından bahsetmez.
Öyle olmamalı. Eğer ortak bir eser yapıyorsak benim adım kadar onun da adının ön planda olması gerekiyor. Eğer böyle bir durum bulunmuyorsa o zaman konuşacak bir şey yok.