deniz yüce başarır

Eli Hem Kalem Hem Kadeh Tutan Kadın: Deniz Yüce Başarır

Güncelleme Tarihi: 15 Mayıs 2024

Türkiye gibi edebiyatın ve okumanın reytinginin yüksek olmadığı bir ülkede, okumanın temeli olan dikkatin küresel hezeyana uğradığı bir çağda edebiyatı yüksek değer olarak gören ve bu uğurda üreten Deniz Hanım gerçekten yüce bir iş başarıyor.

Vizyoner ve çağın ruhunu yakalama konusunda tam bir usta. İşinin ehli. Podcast dinleyicilerinin kulağına edebiyat eserlerini fısıldayan Mey|Diageo’nun destekleriyle hayata geçirdiği “Elim Kadeh de tutar kalem de” podcast başlığında görüldüğü üzere de kelimelerle oynamayı çok seviyor.

Deniz Yüce Başarır’ın sunduğu ve Mey|Diageo’nun katkılarıyla hayata geçen Elim Kalem De Tutar Kadeh De’nin birinci sezonunu keyifle takip etmiştim. Serinin ikinci sezonu başladı ve ilk konuğu Ayfer Tunç oldu. Henüz dinlemediyseniz mutlaka listenize almalısınız.

Ben kendisiyle bu röportajı yaparken şahsen tanışmış oldum. Adı gibi güzel gözlerinin içi gülen, yüksek enerjisini harikulade konuşmasıyla dengeli bir şekilde karşı tarafa aktaran Deniz Hanım’dan bu röportajın sonunda bir de YouTube videosu sözü aldım. Buraya yazıyorum. Çünkü söz uçar yazı kalır değil mi?

Youtube çekimi planlanadursun ben sizlerle keyifli sohbetimizi paylaşıyorum. Buyrunuz.

Ben ilk önce şu soruyu sormak istiyorum; edebiyatla ilgili, yazı-çiziyle ilgili bir iş yaparak nasıl ayakta durabiliyorsunuz? Hayatınızı nasıl idame ettirebiliyorsunuz? Çok tersten başladım ama…

Evet, olsun… Her şeyden önce ben emekli bir kadınım. Yıllarca da yayınevlerinde yöneticilik yaptım. Yani bir yere bağlı olarak çalıştığım çok uzun dönemler oldu. Şimdi hayatımın o dönemlerini geçtik. Çocuğumu büyüttüm. Hoş, yurt dışında okutuyoruz. O da bayağı bir şey… Ama şanslıyım sanırım. Çünkü birkaç işi birden yapabiliyorum her şeyden önce. Mesela podcastler yapıyorum. Bunlar birileri tarafından destekleniyor her seferinde. Sponsor buluyorum ki sponsor bulmasam yapamam gerçekten. Hayat gailesi yüzünden…

Çünkü büyük bir emek var ve o emeğin bir karşılığının olması lazım. O emeğimizin tam karşılığı olmasa bile sonuç olarak oradan da bir gelir elde ediyorum. Ayrıca seslendirme yapıyorum. Storytel’de kitaplar seslendiriyorum. Bunu da profesyonel olarak yapıyorum. Kitap yazdım… Böyle bir iş değil, birkaç iş birden yaptığım için hayatımı sürdürme şansını elde ediyorum.

Yani yılların bir birikimi var orada. Maddi anlamda söylemiyorum. Mesleki anlamda… Dolayısıyla bazen birilerine danışmanlık yaptığım da oluyor. Yılların birikimini şimdi böyle tatlı tatlı harcıyorum diyelim.

“Kültür-Sanat İyi Kazanılan Bir Alan Değil, Yayıncılık Hele Hiç Değil…”

elim kalem de tutar kadeh de

En son yaptığınız podcast serisi için bir araya geldik; Elim Kalem de Tutar Kadeh de… Ben başlığını çok beğeniyorum, çok seksi bir başlık. Birazcık “mansplaining*” karşıtı bir duruşu da var.

*Mansplaining; herhangi bir şeyi bir kadına küçümseyici, kendinden fazla emin ve genellikle indirgemeci bir tonda açıklamayı tanımlayan feminist literature ilişkin bir kavramdır.

Kesinlikle var.

İşim gereği de editörleri takip etmeye çalışıyorum ve aslında çok fazla kadın bu işi yapıyor. Gördüğüm kadarıyla çok fazla kadın da bu işte sömürülüyor. Çünkü entelektüel bir iş yapıldığı zaman bunun değeri karşı tarafın insafına kalmış gibi oluyor. Hayatınızı nasıl kazanıyorsunuz derken aslında sormak istediğim, o dengeyi nasıl tutuyorsunuz?

Çok haklısınız. Ben Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunuyum. Ondan önce de Alman Lisesini bitirdim. Eğer pek çok arkadaşım gibi mesleğimi farklı yönde seçseydim, çok daha fazla para kazanırdım elbette. Ne bileyim, bir yerde insan kaynakları müdürü veya başka bir tarzda bir yönetici olabilirdim. Ama ben bunu tercih etmedim.

Kültür sanat alanı iyi kazanılan bir alan değil, yayıncılık hele hiç değil… Dolayısıyla da yayıncılık, sanki gönüllülük prensibi üzerinden dönüyormuş gibi algılanıyor. Ben yine de dediğim gibi kendi alanımda şanslılardandım. Ama bazı şeylerden de feragat ettim. Çünkü bu işi yapmayı seviyordum. Dengeyi tutturmak ve yeterlilik ilkesi üzerinden gitmeye yönelik bazı prensiplerim vardı. Hiçbir zaman bilabedel iş yapmadım. Çünkü bu da çok fazla karşınıza çıkar. Örneğin seslendirmede… “Şunu seslendiriversene. Bütçemiz çok düşük.” falan…

Bunları yapmadım. Çünkü ben kendimce işime çok emek verdiğimi düşünüyorum. Kötü yaptığımı da düşünmüyorum. Diğer işlerde nasıl oluyorsa bu işlerde de emeğin karşılığının değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama tabii ki piyasanın koşulları var. Yayıncılık için de bütün bu sosyal medya için de söylüyorum bunu. Örneğin podcastler aslında bir para kazandırmıyor. Bir sponsorunuz yoksa para kazanma şansınız yok. Zor bir denge… Bazen fedakarlık yaparak, bazen mücadele ederek bir şekilde bu günlere geldik diyeyim.

“Trendi Set Etmek Üzere Yola Çıktım.”

Gelmeden önce de şöyle bir baktım. Genelde haberlere bakmıyorum. Çünkü bizde kültür sanat alanındaki işler için pek de eleştirmen yok. Aslında ben en çok Ekşi Sözlük yazarlarına güveniyorum. Çünkü onlar samimi bir şekilde iç döktükleri için orada pek destur olmuyor. Görünen o ki insanlar sizi çok seviyor…

Sağ olsunlar…

Kitaplarınızı okumamış olup da sizin sesinizden kitap dinlediğini söyleyen birçok insan var. Özellikle sizi dinlemek için kitap dinleyen insanlar var. Sesiniz ve konuşmanız da çok güzel gerçekten…

Çok sağ olun…

Siz o zaman her yerde de yazan dikkatimizin azaldığına, uzun süre okuyamadığımıza dair bu yeni trendi takip ediyorsunuz. Storytel’e geçişiniz de bu trendi takip ederek mi oldu?

Aslında değil. Trend henüz yokken ben trendi set etmek (ayarlamak) üzere yola çıktım doğruyu söylemek gerekirse. 2001 yılıydı sanırım. O zaman televizyondan ayrılmıştım. CNN Türk’te bir kitap programı yapıyordum. Ayrıldıktan sonra sektörde ne yapılabilir diye düşünüyordum. Bir yandan da televizyonculuktan başka bir alana da geçmek istiyordum. Çünkü CNN’den sonra piyasada kendime uygun bir mecra göremiyordum.

Şunu saptamıştım; özellikle Anglosaksonlar ve Almanlar her kitapla beraber sesli kitabını da yapıyorlardı. Dolayısıyla Türkiye’de bu iş neden olmuyor, neden tutmuyor diye çok kafa yoruyordum. Öğrencilik hayatımdan beri seslendirme yapıyordum ve kitap okumayı da çok seviyordum. İkisini birleştiren ve bana çok uygun bir iş diye düşünüyordum.

“Sesli Kitapla Maceram Böyle…”

deniz yüce başarır storytel

O zamanlar Yapı Kredi Yayınları’nın genel müdürü Enis Batur’du. Ona gittim ve bu isteğimi dile getirdim; “Ben sesli kitap yapmak istiyorum. Bu iş için de en uygun kitap sizde; Harry Potter…”

O da çok uzak görüşlü bir yayın yönetmeniymiş. Yani öyle olduğunu biliyorduk da sonuçta edebiyat alanında yetkin birisi. Bakış açısı gayet olumlu oldu ve “Yapalım.” dedi.

Hakları alındı, kağıtlar hazırlandı… Ben bir demo hazırladım ve bu J.K. Rowling’e kadar gitti. Rowling tarafından da onaylandı. Biz o zamanlar Harry Potter’ın ilk kitabını yedi CD, dokuz kaset mi ne yaptık… Enis Batur inandı, ama Yapı Kredi’nin pazarlaması çok inanmadı. Bunu da bugünden bakınca çok doğal karşılıyorum. Tabii o zamanlar biraz içerlemiştim…

Alışılmış bir şey değildi. Üstelik bugünkü şartlar da yoktu. Telefonunuza indirebileceğiniz kadar küçük dosyalar yoktu. Girişimcilik ruhumla yaptığım bir şeydi ve tabii ki bu iş tek kitapla kaldı.

Yıllar sonra ben Doğan Kitap’ta yayın direktörü iken Berk İmamoğlu Seslenen Kitap diye bir oluşum kurdu. Ben hemen çok destekledim. Çünkü zaten çok istediğim bir şeydi. Doğan Kitap ile birkaç kitabı seslendirdik. Sonra gel zaman git zaman… Berk onu İsveçli uluslararası bir şirketle ortak haline getirdi; Storytel…

Storytel’in Know-How’ı (bilgi birikimi) ve biraz da pandeminin yardımıyla sesli kitaplar Türkiye’de epey yayıldı. Ben de o zamanlar Doğan Kitap’tan ayrılmıştım ve Hep Kitap’ı kurmuştuk. Daha sonra oradan da ayrılmıştım. Yani eğrisi doğrusuna öyle bir denk geldi ki… Bu benim yıllardır söylediğim emeklilik projemdi. “Emekli olup kitap okumak istiyorum.” diyordum ve bir anda gerçek oldu. Sesli kitapla maceram böyle…

Yürürsen yol olur dedikleri…

Tam olarak öyle. Şimdi de Storytel’de sevgili Tilbe Saran’ın sesinden var Harry Potter. Tabii ki kimse Tilbe’nin eline su dökemez. Hayranlıkla dinliyoruz…

“Sesin Farklı Bir Samimiyeti Var.”

Bu aslında biraz da geriye dönüş değil mi? Benim kendi küçüklüğümde sonlarına yetiştiğim radyo tiyatrosu, radyodan hikayeler dinleyip onları hayal etmeler vardı. Aslında teknolojinin onca gelişmişliğiyle dönüp dolaşıp yine radyonun gölgesine mi yerleşiyoruz?

Ama hayat da böyle değil mi? Düşünürseniz, bizim elimizde tabletler var şimdi. İlk insan için de taştan da olsa bu böyleydi yani… Sonuç olarak çok da farklı bir yere uzanamıyorsunuz. İçerik zaten her zaman en önemli şey. Ama formatlar teknolojik olarak ne kadar gelişirse gelişsin, hedefler aynı olduğu için dönüp dolaşıp birbirine yakın şeyler yaşanıyor. Fakat sesin başka bir yanının olduğunu düşünüyorum.

Sesin farklı bir samimiyeti var. Çünkü görsel; makyajıyla, giyimiyle, kıyafetiyle, bakışıyla, tarzıyla, tavrıyla insanı etkileyebilecek bir şey. Ses ise daha saf, daha olduğu gibi bir şey.

Daha gerçek…

Daha gerçek bir şey. Dolayısıyla sesten samimiyet galiba daha net geçiyor. Bu arada sesli kitaplar ve podcastler çok ilgi görmeye başladı. Evet… Ama bir yandan da YouTube, yani görsel de yükselişte. Bence esas yükselişte olan şey ise bağımsız medya. Baktığınız zaman herkesin kanalı, programı var ve kimseye müdana (minnet) etmeden de yapılabiliyor tüm bunlar. Yapılıyor hatta…

YouTube’un elbette bir algoritması var. Eğer ilgi çekmek istiyorsanız ona uyum sağlamanız falan gerekiyor. Ama yine de her şeye rağmen “Ben algoritmayı takmıyorum, oradayım.” diyerek istediğinizi söyleme, istediğiniz gibi içerik üretme şansına sahipsiniz. Bugün kendiniz için yaptığınız bir Instagram sayfasından bile bir insan kitlesi elde ediyorsunuz. Neredeyse bir dostluk geliştiriyorsunuz. Bir çevre geliştiriyor ve birbirinizin dilini anlayabileceğiniz birileriyle buluşmuş oluyorsunuz. Bu büyük bir şans.

Elbette bazı eksikleri var. Tabii ki yüz yüze iletişimin tadı bir başka. Uç noktalar da var. İlişkiler iyi giderken her şey güzel. Fakat birden linç kampanyasına da dönüşebiliyor. Yüzünü görmediğiniz birini suçlamak ve linç etmek daha kolay çünkü.

“Kendimle Dalga Geçiyorum.”

Dostluk kısmında size katılıyorum. Çünkü eskiden de mektup arkadaşlığı vardı. Şimdi sosyal medyada birbirini tanımayan insanların kurduğu ilişki ona benziyor. Orada yüzünüzü bile görmeden tamamen duygular üzerinden bir iletişim kuruyorsunuz. Her şey ne kadar ilerlerse ilerlesin insanlar yine dipteki o saflığı, radyodaki ve mektuptaki o samimiyeti arıyor. İnsan insanı bir ürün gibi tüketse bile içimizde o arayış var. O yüzden de bunu sizin gibi doğru bir şekilde ilettiğinizde o kitleyi oluşturabiliyorsunuz.

PlumeMag’de sizin podcastinizi geçen haziran ayında paylaştığımızda rekor bir beğeni aldık. Nasıl bu kadar yüksek oldu diye düşündük ve demek ki siz o kitleyi oluşturmuşsunuz.

Tabii ki de edebiyat var benim paylaşımlarımda. Gençlik ve çocukluk dönemlerimi de çok anlatıyorum. Tüm bunları yaparken bir yandan da kendimle dalga geçiyorum. Çevremizde gördüğümüz şeylerle de dalga geçiyorum. Benim yapım böyle… Yayıncılık yaparken de böyleydi. Edebiyatın asık suratlı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bence bu, hayatın en büyük zevklerinden birisi. Hayatın da asık suratla yaşanmaması gerektiğini düşünüyorum.

Gereklilik değil de benim anlayışım böyle diyelim. Ben böyle yaşamayı, yazmayı ve konuşmayı seviyorum. Dolayısıyla belki de bunun etkisi vardır. Tabii ki çok daha geniş kitlelere ulaşan hesaplar var. Benimki organik ve fakat öyle büyük bir kitle değil.

Ben kendi istediğimi yapıyorum. Daha çok insan gelsin diye ne bacağımı açarım ne kendimi koyarım. Öyle şeylerin hiç taraftarı olmayan birisiyim zaten. Sonuç olarak olduğum gibi davranıyorum ve belki de insanlara bu geçiyor olabilir.

“Edebiyatın Bir Faydası Yoktur.”

deniz yüce başarır podcast

“Yazın! İyi bir kitap her zaman alıcısına ulaşır.” diye okumuştum küçükken. Bir insanı bile bulması bazen büyük bir mucize yaratabilir. Ben edebiyata çok inanan bir insanım. Bazı kitaplar dikkat bozukluğuma rağmen beni boynumdan yakalıyor ve bırakamıyorum. Öyle kitaplar da olabiliyor ve çok enteresan açılımlar oluyor. Benim üniversite yıllarında Amok’a* şiir yazmışlığım var. Yani edebiyatın çok büyük bir gücü var. Ama günümüzde onu anlatmanın doğru yolunu bulmak gerekiyor.

*Amok Koşucusu, Stefan Zweig tarafından 1922 yılında yazılan bir uzun öyküdür.

Korkutmamak lazım… Edebiyatı çok yukarıda, çok asil, çok başka bir iş konumuna koymamak lazım. Edebiyat herkesin ulaşabileceği, kendini bulabileceği… Kendini bulmasa da başkalarını bulabileceği, hayatı bulabileceği, hayatın tek bir şekilde yaşanmadığını görebileceği bir şey. Dolayısıyla bir yandan da toplum olarak yaşayabilmeye de çok faydalı bir şey.

Ama tabii ki edebiyatın bir faydası yoktur. Edebiyat sadece soru sorar. Bütün sorduğumuz sorular da bize hayata dair bir şeyler gösterir. Bir şeyler öğretir. Hatta öğretmek bile iddialı bir kelime olabilir.

Medeniyetlerin nasıl yok olduğuna baktığımızda önce kitap yakılıyor, yasaklanıyor. Eğitime ket vuruluyor. Sonra mimari yok ediliyor. Derken toz dumana karışıyor. Sizin edebiyatı popülerleştirmeniz, bunu “tatlı” bir şey olarak göstermeniz, Ekşi Sözlük’te sayfalarca yorum alabilecek duruma getirmeniz de kopan o edebiyat dallarını yeniden yeşertmek gibi oluyor.

Evet, çağın gerekliliklerini düşünmek lazım. Ben bu kadar bilinçli hareket etmiyorum. Ama bir yandan da bu çağdaki insanlara “Şuradan başlayacaksın. Şöyle yapacaksın. Şunu okumazsan olmaz.” ya da “Sesli kitap okumak sayılmaz.” diyemezsiniz. Çünkü zamanı yok bu insanların. Oradan oraya koşturuyorlar.

Sabah dokuz, akşam altı çalışan birini düşünün. Büyük olasılıkla sabah ve akşam en az birer saat olmak üzere hayatı yollarda geçiyor.

Ve ayakta…

Kafası yoruluyor. Beyni, vücudu yoruluyor. Başka sorumlulukları da var ve eve geldiğinde bunlar bitmiyor. Genellikle kitapları kadınlar okuyor. Hele ki onların sorumlulukları hiç bitmiyor.

Storytel dinleyicilerinden çok dönüş alıyorum ve bana yeniden okumaya başladıklarını söylüyorlar. Ütü yaparken, yemek yaparken, yürüyüş yaparken, bebeğini gezdirirken… Şöyle bir şey duydum; “Yeni doğum yapmış bir lohusa kadına ne kadar destek olduğunuzun farkında mısınız?”

Çünkü o sesle bir şey yaptığını, okuduğunu, edebiyattan ve hayattan kopmadığını hissediyor. Dolayısıyla, “Hayır efendim! Sen oturacaksın, Suç ve Ceza’yı okuyacaksın. Dinlemek edebiyat sayılmaz.” diyemeyiz bu çağın insanına. Bize sunulan imkanları da kullanarak edebiyattan ve hayattan kopmamak mümkün. Bence bu bir fırsat…

Benim babam hiç kitap okumazdı. Annem çok severdi… Annem hep kitap okurmuş babama…

Ne güzel işte!

Sesli kitap bizim evde varmış yani… Bana da çok garip gelirdi. Çünkü ben kitabı aldığımda bir arkadaşımla baş başa oturmuş gibi hissederim. Size de oluyor mu bilmiyorum; bazı kitaplar bittiğinde sanki bir yerden kovulmuşum, tatil bitmiş, hala yemek isterken beni yemek masasından kadırmışlar gibi hissediyorum.

O kadar içine giriyorsunuz ki bu dünyanın… Öyle tabii…

“Sandalyeler, Masalar, Koltuklar, Sıfatlar Geçici…”

Bağımsız medyanın öneminden bahsetmiştiniz. O konuda bir tespitimi sizinle paylaşmak istiyorum. Size baktığım zaman, Elim Kalem de Tutar Kadeh de gibi bir üretiminizde de çok büyük bir mecranın yapamayacağı sohbetleri, ulaşamayacağı insanları, çok zor konuk alınabilecek kişileri ağırlıyorsunuz.

Bazı insanlar içlerinde bulundukları yayınlar sayesinde konukları ağırlayabiliyorlarken siz bunların dışına çıkıp “Deniz” olarak hayattayken o insanları yeniden kendinize çekebiliyorsunuz.

Tabii ki CNN’den sonra Doğan Kitap var. Ondan sonra Hep Kitap var. Arada da işler var… Ama galiba kendinizi bulunduğunuz kurumla tanımlamamak da çok önemli. Ben hiçbir zaman bunu yapmadım. Sandalyeler, masalar, koltuklar, sıfatlar falan geçici… Bunun daha gençken farkındaydım. Bunları yücelten mesleklerden birini seçmeyerek de bunun farkında olduğumu ispatladım diye düşünüyorum.

Ekran bir güçtür. Sizi tanırlar. Dediğiniz gibi gelip çıkmak isterler. Ama bir an gelir ve o ekrandan çekilirsiniz. Bazen kendi isteğinizle, bazen tatsız şeyler de yaşanabilir. Çekildiğiniz anda siz sadece sizsiniz.

Ve kim olduğunuz ortaya çıkıyor.

Ekranın gücü hiç önemli değil. Yöneticiyseniz de aynı durum geçerlidir. Bir yayınevinin yöneticisiyseniz, insanlar size kitaplarını bastırmak için gelirler. Basın sizinle iyi ilişkiler kurmak ister. Türkiye’de sadece yazarlar kitap bastırmıyor. Bir sürü ünlü ile de tanışırsınız. O sürede çok saygınsınızdır…

Ama oradan çıktığınız anda siz yine sadece Deniz’sinizdir. Her şeyden önce bunu bilmek lazım. Tüm bunlara çok inanmamak, itibar etmemek ve yaptığınız işi iyi yapmanız lazım. Yaptığınız işin bir doğal sonucu olsa bile kendinizi de beslemek, ilişkilerinizi samimi tutmak… Samimi tutmak derken, birbirimize “yalakalık” yapmadan gerçek ilişkiler kurabilmek…

Ben kimseyle mesafeyi aştığımı düşünmüyorum. Ama yavaş yavaş dostluklar edindim. Bu tabii ki biraz zaman alan bir şey. Yıllardır bu piyasanın bir o bir bu tarafında olarak geniş bir çevre edindim. İnsanlar da tanıdıkları insanın yanında rahat hissediyorlar. Yani bir ulusal kanalın gücü olmasa bile, Elim Kalem de Tutar Kadeh de’den daha uzun soluklu olan Ben Okurum podcastine çıkmayan kimse kalmadı diyebilirim.

Orada çok etkileyici bir edebiyat arşivi var.

Evet, çok…

Edebiyat ve felsefe diyelim daha çok.

Evet, öyle oldu. Zamanla orası çok birikti. Şimdi 95. bölüm yayınlandı. Dolayısıyla burada bir süreklilik var. Bu süreklilik size konuğunuzu da getiriyor, kitabı da getiriyor ve bir yandan da size bir rahat getiriyor galiba. Ben istediğim işi istediğim şekilde yapabilirim. Kimseye bir müdanam yok. Herhangi birine de kendimi beğendirmek zorunda değilim. Zaten 57 yaşındayım…

Maşallah… Harika bir 57.

Çok şükür… Yani bu saatten sonra biri beni beğenmiş, beğenmemiş hiç umrumda değil. Dolayısıyla bunun rahatlığı geliyor galiba insanın üstüne.

Yeni bir piyasa oluştu. Kitabı olan çok daha yüksek bir fiyattan konuşmacı oluyor. Kitabı olanı şirketler toplantısına çağırıyor… Bu sebeple bana göre çok fazla kağıt israfı ve buna bağlı olarak çok gereksiz ağaç kesimi var. Bana çok fazla kitap yollanıyor ki ben parasıyla almayı önemserim. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Buna bir regülasyon getirilemez mi? Ghostwriter’lar (gölge yazarlar) ile beraber her önüne gelenin kitap çıkarması ne olacak?

Regülasyon getirilemez. Sizinkisi haklı bir endişe. Ama orada da öyle bir piyasa oluşmuş artık. Böyle olmasının sebebi de aslında yine çağın gereklilikleri ile ilgili. Kitap bir araç olarak kullanılıyor. Orada kimse “yazmasaydım delirecektim” modunda değil. Yaptıkları da çoğunlukla edebiyat değil zaten. Böyle olunca olabilir, herkes istediğini yazsın. Kağıt meselesinde haklısınız. Ama yapabilecek bir şey yokmuş gibi geliyor bana.

O kadar basılıyorlar, kitapçılara gidiyorlar, taşınıyorlar, onların kitap günleri oluyor… Yani çöp çöp çöp… O yüzden ben çok üzülüyorum.

Haklısınız. Bu arada da gerçekten değerli olanlar arada kaynıyor. Çünkü raflarda yer bulamıyorlar. Ünlü birinin kitabı olduğu zaman tabii ki daha çok basılıyor, daha çok görünür oluyor ve yayınevi umudunu ona bağlıyor. Bunlar ne yazık ki oluyor. Çünkü yayıncılar da ayakta kalmak için çeşitli yollar bulmaya çalışıyorlar.

Ben burada kimseyi çok suçlayamıyorum. Kitap, yazan kişiler için de bir heves olmanın yanı sıra varlığını sürdürmek için de bir çeşit yol. Kitap, ülkede çok okunmuyor olsa bile insanlara bir prestij sağlıyor. Dolayısıyla ünlülerin hepsi de bir kitabım da olsun diye düşünüyor. Roman yazanı da var, anı yazanı da var, kişisel gelişim yazanı da var… Şiir kitabı bile çıkaranı var.

Dolayısıyla çok da yapılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Haklı bir endişe olmakla beraber bir yandan da özgürlükler var. Herkesin istediğini söyleme şansı var. Orada okura iş düşüyor bence… Okur kime rağbet edeceğini, hangisinin gerçek olduğunu ayırt edebilmeli. Bütün o konuşmacılık sektörünün bir çeşit maskeli balo olduğunun da hepimiz farkındayız artık. Konuşulanlarla yapılanların ne kadar tutarlı olduğu da bir soru işareti.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir