özge akdeniz

Özge Akdeniz: Bir Sanatçı Olmak

Türkiye’de sanatçı olmak başlı başına bir serüven. Bu serüven; kültür alanından bir ailenin üyesi olmamak, senin için biriktirilmiş bir sermayeye sahip olmamak, genç olmak, kadın olmak gibi konumlanmalar dahil olunca güçleşiyor. Sanatçı Özge Akdeniz ile yaşantısından atölyesine, sanatından karşılaşmalarına bir sanatçı olmanın ne demek olduğunu konuştuk.

Bu söyleşinin, genç bir sanatçının belli bir üretim dönemine ışık tutan bir belge niteliği taşımasının yanı sıra başka genç sanatçılara ilham olması umuduna sahibim. Keyifli okumalar…

Tekstilci bir ailenin kızısın. Teknik resminin ne kadar iyi olduğu da aşikar. Mükemmel bir desinatör olabilirdin. Fakat sen Marmara Üniversitesi Resim Bölümü’ne girdin. Belki bu tercihten sonra bile ailenin hala başka umutları, ama belli ki senin de başka planların vardı.

Ben ailemi kandırdım…

Nasıl oldu?

Ben henüz 13 yaşlarındayken halam moda tasarım kursuna başladı. Orada stilize kadın figürleri çizip üzerlerine kıyafet tasarlamak ile ilgili resim dersleri aldı. O çizerken ben de yanında çizmeye başladım. Onu taklit ediyordum ve o da bana öğretiyordu. “Demek ki bu kızın yeteneği var.” diyorlardı.

Gerçekten öyle miydi peki?

Öyleydi… Tabii ki de “çok iyi” değildim. Örneğin bizim sınıfta harika desenler çizen bir kız vardı ve hep ona imreniyordum. Ama benim de elim çok yatkındı ve çok güzel öğreniyordum. Yine de lise yıllarımda psikoloji okumak istediğim için henüz hiç eğitim almamıştım. Kendi kendime İstanbul’daki bir üniversitede psikoloji okumak için sınava hazırlanıyordum. Fakat bir süre sonra çok bunaldım ve halam sayesinde resim dersleri almaya başladım. Buna çok devam edemedim. Bu sefer öbür halamın yönlendirmesiyle başka bir kursa başladım. Bazı sebeplerle oraya da devam edemedim… Tüm bunlara rağmen kendime “Ben resim yapacağım.” diyordum.

Olumsuzluklar da seni motive etmiş olabilir mi? Pek çok kişi vazgeçerdi.

Sanmıyorum. Çünkü halamın yanında resim çizerken de kimse beni yönlendirmemişti. Bu içimden gelen bir şeydi ve istiyordum. Evde kendi kendime çizdiğim resimleri ayakkabı kutularından yaptığım panolara asıyordum. Tıpkı halamın çizdiği gibi uzun bacaklı, sanki iki metre gibi görünen figürlerin üzerine bikiniler falan tasarlıyordum. Devam eden süreçte aileme psikoloji okumaktan vazgeçtiğimi söyledim.

“Artık Her Şey Çok Netti; Sanatçı Olacaktım.”

İyi bir psikolog da olabilirdin.

Bence de öyle. Özellikle annem çok istiyordu. Resim kursuna gelen birçok insandan da psikoloji okumak isteyip vazgeçtiğini duydum. Bence psikoloji ve sanat arasında böyle enteresan bir bağ var.

Daha sonra lisede yeni gelen bir öğretmenin Bakırköy’de resim kursu olduğunu öğrendim. Yine hiç araştırmadan oradaydım… Kurs ücretleri her zaman yüksek olduğu için ailemi, “Ben moda okuyacağım ve sizin yanınızda çalışacağım.” diyerek ikna ettim. Fakat kurs verimli değildi ve hocam da pek entelektüel değildi. Beni durmadan endüstriyel tasarıma yönlendiriyordu.

Aslında bir ihtimal modacı da olabilirdim. Ama daha sonra sergi gezmeye başladım. İlk kez yine bir halam götürmüştü.

Kaç tane halan var böyle?

Dört tane halam var. Genelde ikisinden bahsediyorum. Onlara yaşım daha yakındı ve birlikte gelişiyorduk. Çünkü doğudan göç etmişlerdi ve okul süreçlerini de İstanbul’da hallediyorlardı. Halam beni Pera Müzesi’ne götürmüştü. Sonra sergileri gezmeye başladık. Okulda da hocalarımla görüşüp bir tanesini ikna ederek tiyatro kulübü kurdurdum. Hocamız, bizi eğitmesi için alanında profesyonel bir tiyatrocu bulup getirdi. Oyunlar oynuyorduk ve sürekli tiyatro gösterilerini izlemeye gidiyordum. Sinemaya olan ilgim de o zamanlarda başladı. Fakat her ikisinin de sadece seyircisi olmak istiyordum. Resim öyle değildi…

Bir süre sonra ailemin yönlendirmeleri yeterli olmamaya başladı. Okuldaki tarih öğretmenime gidip sergi gezmek istediğimi, ama hiçbir yer bilmediğimi söyledim. Nasıl gezileceğini, sergi mekanlarında nasıl davranılacağını bilmiyordum. Onun da bir fotoğraf kulübü vardı ve beni davet etti. Depo’ya gittik, İstiklal üzerindeki bütün mekanlara gittik ve akşamında da Avusturya Lisesi’nde Küçük İskender’in söyleşisine gittik. Bu da benim ısrarımla olmuştu. Anlayacağın ben bayağı bir kovaladım…

Hiç unutmuyorum; Depo’ya gittiğimde ilk katında Sınırlar ve Yörüngeler sergisi, ikinci katında ise başka bir sanatçının sergisi vardı. Sınırlar ve Yörüngeler, bütün mediumları barındıran ve genellikle yeni başlayan sanatçıların yer aldığı bir seçkiydi. Gördüklerim beni çok çekti ve “Ben böyle şeyler yapmak istiyorum.” dedim.

16 yaşlarındaydım… Başka mekanları gezmeye, İstanbul Art News alıp okumaya, internet yayınlarını ve sanatçı röportajlarını takip etmeye başladım. Derken öğrendim de… Alandaki figürleri de öğrendim. Benim için artık her şey çok netti; sanatçı olacaktım.

Üniversiteye girerken üç sınav hakkımız olmasına rağmen sadece resim ve heykel sınavlarına girdim. Yani modayı da deneyebilirdim. Fakat sınavına bile girmedim…

Peki ya ailen?

Sınava girene kadar hala haberleri yoktu… Mimar Sinan Üniversitesinin barajını geçememiştim. Fakat Marmara Üniversitesinde hem heykel hem de resim bölümlerini kazandım.

Neden resim bölümünü seçtin?

Heykel çok büyük malzemelerin işi. Ben de kesin bunlarla çalışmak isteyecektim. Hem ekonomik durumum el vermeyecekti hem de ailemden gizli iş yapıyordum… En azından kaldırabileceğim bir şeyi seçmek istedim ve resim bölümüne girdim. O zamanlar Marmara Üniversitesi’nin resim ekolünden haberim bile yoktu.

Bence zaten çok daha uygunsun ama Marmara Üniversitesi’nin ekolü ile karşılaşınca ne düşündün?

İyi ki Mimar Sinan Üniversitesinin barajını geçememişim dedim… Ben kesin kavga gürültü ayrılırdım ve senelerim heba olurdu.

Marmara Üniversitesinde temel sanat dersleri almaya başladığımızda, ilk iki dersten sonra heyecanımı göğsümün ortasında hissediyordum. Çevremde başka üniversitelerde de okuyan pek çok insan, oldukları yerlerden şikayetlerini anlatıyorlardı. Bense mutlu köşemden sessizce dinliyordum. Halen böyle hissediyorum.

“Hala Saçmaladığımı Düşünüyorlar.”

özge akdeniz sanatçı
Fotoğraf: Aksamalar, Özge Akdeniz

Tekrar soracağım… Peki ya ailen?

Onlara resim kazanabildiğimi yani elimden bu kadarının geldiğini söyledim. “O zaman geçiş yaparsın.” demeye başladılar. Hatta birinci senemde amcam beni arayıp “Sen resim bölümünü bırak. Ben bütün masraflarını karşılarım. Gel, modacı ol.” dedi.

Heykel ile resim arasında tercih yaparken belli bir ekonomik kaygıyı gözetmişsin. Belli ki o yaşlarda bile böyle bir bilince sahiptin. Peki ya amcanın bu açıdan cazip olan bu teklifini nasıl reddedebildin?

Benim ailem zaten bana ekonomik açıdan destek olabilecek bir aile. O zamanlarda da öyleydi. Şu anda da onların desteği olmadan atölyemi sürdüremezdim. Aramızda kendi kendine oluşmuş, konuşulmamış, sözlü olmayan bir anlaşma var. Bazı konularda bir şekilde uzlaşacağız ve o uzlaşı devam ettikçe beni destekleyecekler.

Sen ne veriyorsun karşılığında?

Aslına bakarsan ailemden çok bir şey talep etmiyorum. Bu, her zaman böyleydi. Yine de bana verdikleri şeyin karşılığını hep vermeye çalıştım. Örneğin bir kadın olarak tam istediğim gibi bir hayatım yok. Kendi hayatımı tam olarak kendi istediğim gibi tasarlayamıyorum diyeyim. Sonuçta hala ailemle yaşıyorum. Çünkü daha fazlasını isteyemem. Atölye açmadan önce bir eşikteydim. Ya başka işlerde çalışıp kendi evime çıkacaktım ya da atölyede kendimi var edecektim. Üstelik ben çatışmayı sevmiyorum. Birbirimizi yapısal olarak kabullenmemizi önemsiyorum. Yani beni kabul etmek zorunda kalmasınlar da beni kabul etsinler istiyorum.

Şu an hem resim dersleri veriyorsun hem de sanatınla para kazanabiliyorsun. Sadece sanatınla geçinebildiğin bir senaryoda resim dersleri vermeye devam eder miydin?

Şu an için bu sorunun cevabını tam olarak bilemiyorum. Çünkü ben zaten resim dersleri vermeden de sanatımı satmadan da sanatımı yapmaya devam edebilirim. Ama ekonomik özgürlüğü kazanmayı önemsiyorum. Dijitalde işler üretmeyi de denedim. Fakat illüstrasyon yapmak veya oyun tasarımı yapmak bana göre değil. Sanatımı beslemek bir yana, illüstrasyon gözüne alışmak sanatımı geriletiyor gibiydi. Tüm bunlara karşın resim derslerini daha sürdürülebilir buluyorum. Üstelik yeniden yeniden teknik üzerine gitmenin beni geliştirdiğini düşünüyorum. Ayrıca başka insanların öğrenme sürelerini gözlemlediğimde kendi sürecime karşı daha da nahifleşiyorum. Bugün yapamadığım bir şeye ileride yapabilirim gözüyle bakıyorum.

“Görünür Olmaktan Önce Üretecek Bir Yer Lazım.”

özge akdeniz sergi
Fotoğraf: Bir Kasenin Önü ve Arkası, Özge Akdeniz

Atölye ve eve çıkmak arasında kaldığında atölyeyi seçtin. Atölye senin için hem ailenin beklentileri hem de bir atölyede olmanın pratik sonuçları açısından öyle ya da böyle bir külfet. Pek çok şeye katlanman gerekiyor. Atölye gerçekten de bu denli olmazsa olmaz bir şey mi?

Atölyesiz olmadı… Mezun olduktan sonra bir atölyem olmuştu. Ama pandemiden sonra oradan çıkmam gerekti. Daha sonra uzun bir süre yeni bir yer tutamadım. Hem iş imkanı yoktu hem de sürdürebileceğimden emin olmadığım için ailemden talep edemiyordum. Önce evde yapmayı denedim. Her şeyden önce, disiplinli biri olmama rağmen o ortam evde kurulamıyor. Odam çok küçük ve haliyle işlerim küçülüyor. Farklı malzemeleri denemeyi seven bir sanatçıyım. Fakat evde “evi bozmayacak” malzemeleri kullanabiliyorsun. Çünkü evin kurallarını ben koymuyorum. Farklı şeyler de denedim. Başka arkadaşlarımın atölyelerinde çalışmak da bunlardan birisiydi. Ama olmadı…

İyi ya da kötü kendine ait bir alanın olduğunda ve işlerini duvara astığında, kendi gelişme sürecini de gözlemleme şansına sahip oluyorsun. Bunun yanı sıra alan profesyonelleri seni çalıştığın yerde görmek istiyorlar. Onları atölyemde ağırladığımda benim dünyamın içine girmiş oluyorlar. Yeni başlayan biri için kendini sunabileceği bir yer olması çok önemli. Genç sanatçıların görünürlüğü için neler yapılabileceği konuşuluyor. Genç bir sanatçının görünür olmaktan önce üretebileceği bir alana ihtiyacı var. Ürettikten sonra görünür olabiliyorsun. Bu bir halka…

“Evi bozmayacak” malzemeler demiştim ya… Mesela ben kuru kalem kullanmaya evde başladım. Çünkü yağlı veya akrilik boya kullanamazdım.

O zaman kuru kalem senin için bir mecburiyet miydi?

Öyle başladı. Ama geliştirdikçe, öğrendikçe sevmeye başladım.

Şimdi imkanın var. Ama renkten uzaklaştın…

Evet…

Bu bir kayıp mı senin için?

Bu benim sürecim. Kayıp olarak görmüyorum. Hala tuval yapıyorum ve benim yabancı olduğum bir malzeme değil. Unuttuğumu zannediyordum. Ama bir iki etüt yaptığımda unutmadığımı görüyorum.

Atölyen Tokatlıyan Han’da. Burası pek çok sanatçının da atölyesinin bulunduğu bir mekan. Bunu bilerek mi tercih ettin?

Aslına bakarsan bir handa olmak istemiyordum. Çünkü hanların bir giriş-çıkış saati oluyor. Bunun yanı sıra hanlarda farklı meslek gruplarından insanlar oluyor. Bunlara yaptığın şeyi açıklamak oldukça zor. Bir de yalnız bir kadın olarak bir hanın içerisinde olmak başlı başına bir problem… Ama ekonomik kriz ve artan kiralar yüzünden bir yer bulmak çok güçleşmişti. 

Derken sosyoloji yüksek lisansı yapmaya başladım ve bir iki sergide göründüm. Bu beni cesaretlendirdi. “Bir şeyler yapıyorum ve yapacağım.” diye düşünmeye başladım. En sonunda bugün de beraber bir projeyi yürüttüğüm arkadaşım Ayşegül Oğuz, bana Tokatlıyan’dan bahsetti. Eda Yiğit orada bir ofis tutmuştu. Hemen gidip görüştük… İstiklal’in ortasında ve uygun fiyatlıydı. Han güvenliği ve yönetimi de çok sıcaktı. İyiden iyiye ısınmıştım. Böylece atölyeyi hızlıca tuttum. Orada Akademililer ile karşılaştım…

Sen de gidip onların arasına girdin…

Evet… Zıtız. Ama çok keyifli oldu. Hiç korkmadım da… Çünkü ben zaten sanat üretim pratiği açısından çatışan birisi değilim. Herkes nasıl istiyorsa öyle üretiyor ve sanat üretimi konusunda anlaşmak zorunda değiliz.

Senin onların işlerini gördüğün gibi onlar da senin işlerini görüyorlar…

Evet ve beklemediğim bir etkisi oldu. Her şeyden önce kültür alanından insanlar ve bu bir rahatlık yaratıyor. Çok sıcakkanlılar… Birbirimize destek olup komşuculuk yapabiliyoruz. Hep beraber Açık Kapılar adında bir sergi yaptık. Çok keyifliydi. Gelen seyirciler, genel seyirci kitlesinden olsalar bile atölyeme girdiklerinde farkı hissedebiliyorlardı. Çünkü Marmara ekolünden olduğum için benim resimlerim “ressamca resimler” değiller.

Ressamca resimler…

Evet, ben sadece pentür yapmıyorum. Kendi anlatısı olan, bu anlatıyı kurarken sosyoloji ve edebiyat gibi diğer disiplinlerden beslenen bir resmim var. Bunu yaparken de “görselleştirme” yapmıyorum. Sanatın kendi olanakları içerisinde bir imge üretme pratiğine sahibim.

Farklı bir ekolden gelen sanatçılarla berabersin. Sen farklı olduğunun farkındasın. Onlar da farkında… Gelen seyirci de farkında… Yakın çalıştığınız bu insanların mutlaka yönlendirmeleri ve yorumları oluyordur. Bu senin için besleyici bir şey mi? Yoksa “Ben bu tepede yalnızım.” diye mi hissediyorsun?

Benim sanat pratiğimde çok etkili oluyor. Sanat izleyicisi olarak da çok faydalanıyorum. Çünkü bir sanatçı olarak sanat izleyicisi olduğunuzda biraz daha kendinize yakın gördüğünüz, beğendiğiniz işleri izlemeye yöneliyorsunuz. Çok karşılaşma imkanımız olmasına rağmen bu zamana kadar Akademilileri bilmiyordum ve hiçbir sergilerini görmemiştim. Bunu onlara da söyledim. Burada karşılaştık ve benim tam da başka insanların üretim motivasyonlarını anlamaya çalıştığım bir döneme denk geldi.

“Bir Baba Figürüne İhtiyacımız Yok.”

özge akdeniz karakalem
Fotoğraf: Günler Ekleyelim mi?, Özge Akdeniz

Peki anlıyorsun ve ne oluyor? Katılıyor musun, yoksa sadece bir bilme meselesi mi bu?

Katılmak zorunda değilim. Sadece bunu öğreniyorum. Çünkü biz sanata bakarken onu üreten insanların motivasyonunu ıskalıyor olabiliriz. Onların nasıl bir çevreden gelip bunları yapmaya başladıklarını, niçin bunu sürdürüp ısrarcı olduklarını görmezden gelebiliyoruz. Bu sebeple daha farklı bir yerden “Sanat böyle yapılır, böyle yapılmaz.” bağlantılarını kurabiliyoruz. Bunu onlar da yapıyorlar, sen de yapıyorsun… Karşılıklı olarak birbirinin pratiğini ötekileştiriyorsun.

Tabii bunları fark etmek zorlu bir süreç olabiliyor. Mesela görece daha yaşını almış sanatçılar gelip “Artık boya yap.” diyebiliyorlar. Ben desen yapıyorum ve deseni ön çalışma olarak görebiliyorlar.

Bu daha boyanacak…

Evet… Bu daha boyanacak gibi görebiliyorlar. Tabii bunu yapmazsan yaptığın iş kötüdür gibi bir yerden söylemiyorlar bunu. Aslında sadece iyi bir niyetle kendi “doğru” bildiklerini söylüyorlar. Bana kalırsa bu, aramızdaki dayanışmayı da gösteriyor.

Sen nasıl tepki veriyorsun peki?

Tatlı davranıyorum. “Bakarız ya…” falan diyorum…

Ama yapmıyorsun…

Kesinlikle… Yapacak olursam da desteklerini isterim. Bunu bir süreç olduğuna inanıyorum ve sürecimi de onlara açıklıyorum. Sırf kendi bildiğim sanat doğrusu için kimseyle çatışamam. Beraber sergi de yapabiliyoruz. Seyirci kitlelerimiz farklı ve herkes neyin ne olduğunu biliyor. Bir yönlendirmeye gerek yok. Okullardaki ekol dediğimiz şey biraz babacandır ve söylediğini yapmanı ister. Fakat sanatçılık özerk bir üretim ve bunun için bir baba figürüne ihtiyacımız yok. Atölyemin olmadığı dönemde bunların hepsi kırıldı. O yüzden şimdi bana gelen müdahaleleri çok rahat yönetebiliyorum.

Mezun olduktan sonra 2019’da Base’e katıldın. Bundan sonra da pek çok karma sergide yer aldın. Son olarak da Mamut Art Project’in 2024 edisyonu ile seyircinin karşısına çıktın. Mamut etkileşimin yüksek olduğu bir platform ve bu öyle ya da böyle sana bir hareketlilik getirmiştir. Özellikle genç bir sanatçı için aldığı kararlar, bulunmayı ve bulunmamayı seçtiği yerler uzun vadede çok etkili olabiliyor. Sence sen doğru yerlerde bulundun mu?

Ben öğrenciliğimden beri karma sergilerde yer alıyorum. Bir kolektif ile beraber ürettiğim bir dönem de oldu. O yüzden birlikte çalışmak, üretmek gibi şeylere dair her zaman bir fikrim vardı. Sanatçı asistanlığı da yaptığım için ilkeler ve ideolojiler doğrultusunda bazı sergilerin kabul edilebileceğini ve bazı sergilerin kabul edilmeyebileceğini biliyordum. Sanatçılığımdan önce sanat izleyicisi olduğum için de bilgi olarak olmasa da sezgisel olarak hangi sergilerin, hangi organizasyonların iyi hangilerinin kötü olduğunu hissedebiliyorum. Sergi metinleri için de bunları söyleyebiliriz.

Üniversitedeyken “Bu sergide olurum, bu sergide olmam.” diyebildiğim bir dönem vardı ve bu hep böyle devam edecek zannediyordum. Görünür olmaya en çok ihtiyaç duyulan dönemler olmasına rağmen, kişisel sergi için arayıp portfolyo isteyenleri rahatlıkla reddedebiliyordum. Ya da bir sergide istemediğim bazı direktifler verildiğinde daha agresif bir biçimde karşı çıkabiliyordum.

Fakat atölyeden önce hiç sergimin olmadığı ya da istemediğim yerlerden davet aldığım bir düşüş dönemi yaşadım. Portfolyoda öz geçmişiniz var. Ben öz geçmişteki boşlukları kabul edilebilir görüyorum. Sorulduğunda diğer insanlar tarafından da öyle görünüyor. Çünkü bir sanatçı bir şeyler yaşıyor da olabilir, kafasını dinlemek de isteyebilir. Ama o dönem “Burada bir boşluk var ve bu benim sonum olabilir.” zannediyorsunuz. Bir yandan başka pek çok imkana rağmen içinizden bir şey sizi sanat yapmaya itiyor. Başka bir ihtimal düşünemiyorsunuz.

O zaman piyasanın bu kadar keskin, bu kadar köşeli olmayı kaldırmadığını farkettim. Bir şeyleri istemiyorsam bile bunun makul bir dilini bulmalıydım. Çünkü profesyonelleşmek denen bir şey var… Alanda takip ettiğim pek çok sanatçının istemediği yerde bulunmadığını zannediyordum. Hiç öyle değilmiş… Yerleşmiş bir sanatçı bile olsa bazı yerleri reddedemiyor. Çünkü çok kaygan bir zemin var. Bir süre uzak kaldığında yerin doldurulmuş oluyor. Aktörler değişiyor ve tanınmıyorsun.

Sanatçılık sadece işlerini göstermekten ibaret değil. O profesyonel iletişimi de kurman gerekiyor. Zaten Bourdieu bunu çok güzel açıklıyor. Bu bir oyun alanı ve sen o alanın içerisinde bazı yetkinliklere sahip olabilmelisin ki kendini sürdür… Belki de 90’lar politik ve daha “sert” sanatçılar için daha uygun bir dönemdi. Fakat artık böyle avantajlarımızın da olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Daha sert ve daha yapmak istediklerini direten sanatçılar olduğumuzda, anlaşılması güç sanatçılar olarak anılıyor ve soyutlanıyoruz. Bence bunun konuşulması gerekiyor…

Sanatçı belli bir “iş dünyasının” bir elemanı gibi mi davranmalıdır? Sanatçılardan kendi finansal hayatını düzenlemesi için finans okuryazarlığı, hukuki varlığını koruyabilmesi için hukuk okuryazarlığı bekleniyor. Bunca şeyin arasında sanat yapmaya vakit bulunabilir mi?

Bence böyle olmamalı zaten. Henüz benim de bir cevabım yok. Ama bunun üzerine düşünüyorum. Özerkliğimizin kısıtlandığı, yaratma alanında yeterince serbest olmadığımız bir ortam var. Tezimi de bunun üzerine kurguladım; Türkiye Güncel Sanatında Etik Politik Tartışmalar… 2015-2025 yılları arasına bakacağım ve burada sanatçının hangi koşullar dolayısıyla özerk üretimler yapıp yapamadığını araştıracağım. Sanatçıların üretim pratiklerindeki imkanları ve imkansızlıkları diğer aktörlerle, ortamla beraber ele almak istiyorum.

Çok büyük bir kültürel hegemonya ve bu hegemonyanın içerisinde, seni genç bir sanatçı olarak orada olmaya mecbur bırakan kemikleşmiş bir yapı var. Çünkü soyutlanmanın getirdiği bir risk var ve o riski alamıyorsun. O noktada sıfır gibi bir şeysin ve bir etkin yok. Şu anda biliyorum ki pek çok genç sanatçı bir etkisi olmadığı için sözünü söyleyemiyor. Çünkü söylesen de hiçbir şey olmayacak, biliyorsun. Hep “Genç sanatçılar kendilerini göstersinler.” diyorlar. Kendini göstermek sadece eserini göstermek değil. Fikrini de söyleyebilmelisin, itiraz da edebilmelisin… Madem bizlere alan açmak istiyorlar, o zaman sözümüzü söyleyebileceğimiz alanlar açsınlar.

Şartlar böyleyken ben de bir süre hiçbir şeyi reddedemedim. Bunların arasında benim çok efor sarf ettiğim sergiler de oldu. Çünkü bir noktada yaptıklarımın izleyici ile buluşması gerekiyor. Onlarla temas etmek, konuşmak istiyorum. Ben resimlerimi evde kendim izleyeyim diye yapmadım. Kendi kültürel mastürbasyonum için üretmiyorum… Bir yandan da görünür olmak haddinden fazla önemseniyor. Herkes görünürlüğün onayını bekliyor. Ben işlerin iyi gitmesi için bu kadar görünür olmak zorunda olmamalıydım. Bunun da tartışılması gerekiyor.

“Evladiyelik Sanat”

türk kadın sanatçılar
Fotoğraf: Ölü Bir Evin Bahçesi, Özge Akdeniz

Bir başka tartışılması gereken şey olarak, Türkiye’de sanatçı istihdamı çok zor. Sanatçı başka işlerde çalışıp sanatını üretmek zorunda kalıyor. Bunun normalleşmesi de sanatçıların taleplerinin önüne geçiyor. Ben ya geçinmek için çalışmak zorundayım ya da ürettiğim ürün metalaşmak zorunda. Bizim koleksiyonerimiz de “Benim elime gelecek ürün ‘çöp’ olabilir. Ben bu sanatçı kendini sürdürsün, fikir üretsin, sanat üretsin, meta üretmesin diye para veriyorum.” demiyor.

Sanatçılar bunu üstlendikçe ve koleksiyonerler bu konuda yönlendirilmediği sürece birisi atölyeme gelip “Bu yaptığın resim evladiyelik mi?” diye sorabiliyor.

O ne demek?

Ben de aynen bu şekilde sordum… Çünkü sanat ve evladiyelik kelimelerini hiç bir arada düşünmemiştim. Materyal olarak uzun ömürlü olup olmadığını öğrenmek istiyormuş. Ben kağıtlara iş yapıyorum ve çerçeveye koyduğumda o işler satılabiliyor. Çünkü öbür türlü bozulma ihtimalleri var. Koleksiyonerler de bunu istemiyor. Para ödüyorlar ve ellerinde kalmalı…

Biraz işlerine gelmek istiyorum. Seninle tanışmam Bir Kasenin Önü ve Arkası başlıklı işin ile gerçekleşti. Daha sonrasında ürettiğin bütün işleri takip etme imkanım oldu. Belki de kişisel bir sebeple olabilir, bundan emin değilim. Ama hala Bir Kasenin Önü ve Arkası diğer bütün işlerinden daha farklı bir yerde benim için. Hem salt estetik açıdan diğer işlerden farklı hem de kavramsal açıdan daha dolaysız ve çarpıcı bir anlatıya sahip olduğunu düşünüyorum. Sen bu işini nasıl değerlendiriyorsun?

Kaselerin benim için sanatsal ifadesinin yanı sıra çok kişisel bir anlamı da var. Benim için bir dönüm noktası gibi bir şeydi. Normalde pek sevmememe rağmen direkt anlatı olarak benim de en sevdiğim işlerden biri. Aslında benim şaka da yaptığım bir iş. Vahit Tuna ile beraber çalışırken anlamıştım bunu. Onun böyle güldüren işleri vardır. Sanatın sadece ciddi bir şey olmak zorunda olmadığını düşünmeye başladım.

Oradaki tutumum diğer işlerimde de devam ediyor. Sözün gördüğümüz şeyi karşılamaması ve anlatının dilde ve insana göre oluştuğu fikri var. Mamut’da sergilenen Günler Ekleyelim mi? serisi ve Simbart Projects’de sergilenen Aksamalar serisinde de yazıyı ve görsel imgeyi görüyoruz ve fakat bağdaştıramıyoruz. Anlatının görünen şeyle örtüşmemesi ve oradan nasıl bir anlam çıkacağı sorusunu taşıyor.

“Anlam Üretimi Benim Pratiğim.”

mamut art sergi özge akdeniz
Fotoğraf: Günler Ekleyelim mi?, Özge Akdeniz

Senin bütün üretim sürecinin içerisinde bu anlattığının yeri var. Belli ki bu çok temel bir problem senin için ve farklı serilerle aynı anlatıya devam ediyorsun. Peki sence bu niçin önemli?

Okul döneminde dil felsefesi ile çok ilgilendim. Anlam üretiminin kendisini çok merak ediyorum. Bir şeyler oluyor ve bir şeyler düşünüyoruz. Ama bu şeyler olmadan da o şeyleri düşünemez miydik? Bir şeyleri kavrayabilmek için hepsi bir anda olmak zorunda olmasa bile, sürekli hem görsel hem işitsel hem de dokunsal olarak bazı verilere erişmemiz gerekiyor. Ama doğru ama yanlış… Anlamı bir şekilde üretiyoruz. Peki bu anlamın kendisi neden sürekli var olmak zorunda? Bir yandan da nasıl anlam ürettiğimizi artık sorgulamıyoruz. Bir anlam üretme stilimiz var ve bunu sadece sürdürüyoruz. Bu başka birisi veya başka bir fikir ile çatıştığında o anlamı nasıl ürettiğimizi düşünüyoruz. Ben bunu sürekli olarak düşünmek istiyorum…

Yaptığım işlerde her birinin konusu değişiyor. Ama omurgasına baktığında anlam üretimi pratiğine geri dönüyorsun. Ben sürekli tek bir konuyu işleyecek kadar sabırlı biri değilim. Sadece anlam üretiminin kendisiyle ilgilendiğim söylenemez. Aslına bakılırsa bu benim yöntemim gibi bir şey.

Sosyal medya paylaşımlarına baktığımda, sokakta karşılaştığın nesnelere yaklaşım şeklin, bunca şey arasında bilhassa “onların” dikkatini çekiyor olması ile çizdiğin şeyler arasında kuvvetli bir paralellik var. Anlam üretimi bir yandan da senin görme biçimin haline gelmiş gibi görünüyor.

Zaten çoğu resmimin fotoğrafını Instagram sayfamda görebilirsin. Onlar benim eskiz notlarım… Ölü Bir Evin Bahçesi, söylediğin şeyle tam denk düşüyor aslında. Benim orada çizdiğim nesnelerin bir kısmı çöp. Bir kısmı kullanılabilir, bir kısmı da kullanılamaz halde. Ama ben o nesne kendisini anlatsın istemiyorum. Bir evi anlatsın istiyorum…

Nesnelerin birbiri ile olan ilişkisine bakmıyoruz. Tıpkı Kaseler’de olduğu gibi… Aslında bakmamız gereken yer orası ama imge olarak onu görmüyoruz. Ölü Bir Evin Bahçesi’nde içinde olmayan ama bahçesinde yaşam olan bir evi tarif etmek istediğimde bahçe elemanlarını çizip eve işaret ediyorum. Burada izleyici devreye giriyor. Nasıl bir ev hayal etmek istiyorsa öyle edebilir… Bir sınıf da belirtmiyorum.

Peki ya plastik sandalyeler? Onlar da mı sınıflar üstü?

Kesinlikle evet… Onlara oturmayan kıç yok.

Bir yandan da bütün üretimlerin dil ve karşısına yerleşen imaj arasındaki çatlağa eğilmiyor. Aynı zamanda sosyal bazı içeriklere de haizler. Tıpkı bulaşık eldivenlerin gibi…

O eldivenler daha çok temizlik işçilerinin kullandığı bir şey. Sınıfsal olarak okunabilir. Bunun yanı sıra Kullanma Kılavuzu projemiz var. Bu feminist bir çalışma… Kullanma Kılavuzu; patriyarkanın nesnelerin tasarımı ve üretimi sürecinde kendini yeniden nasıl ürettiğini araştırdığımız, Eşyaların Patriyarkası* kitabından yola çıkarak gerçekleştirdiğimiz bir proje.

*Eşyaların Patriyarkası, Rebekka Endler tarafından yazılan bir kitap.

“Yazı da Yazabilirim.”

günleri ekleyelim mi
Fotoğraf: Günler Ekleyelim mi?, Özge Akdeniz

Tekrar dil meselesine dönecek olursak, Günler Ekleyelim mi? serisinde resmin içerisinde kelime kullanıyorsun…

2018’de Diyalog diye üç serilik bir performans yapmıştım. Orada, filmlerden aldığım bir dakikalık diyaloglardaki harfleri açarak yeniden oluşturuyordum. Bir dakikada konuşulacak şey, yarım saatte konuşulmuş oluyordu. Yazının görselleştirilmesi ile okuldayken de uğraşmıştım. Tabii bunu fotografik imge ile beraber kullanmıyordum. Fakat sonra iki tane imgeyi kolaj olmadan, tek bir yüzeyde yan yana getirmek istedim. Bir bardağın içinde ölü bir arının olduğu bir resim çizdim. Ama bir türlü bunun yanına koyacak bir şey bulamıyordum. Çünkü ölü arı imgesi bana çok güçlü geliyordu.

O noktada şöyle düşündüm; “İki imgenin bir araya gelişi gerçekten çok zor. Peki sinemacılar bunu nasıl yapıyorlar?” Peşi sıra görüntüleri bizlere doğal akışta gösteriyorlar ve çok da itiraz etmiyoruz. Örneğin bahçeye bakarken bir anda evin içerisine geri giriyorsun. Halbuki yan yana düşünüldüğünde bu imgeler birbirinden çok kopuk oluyor. Ama sinemasal zaman bunu çok olağan hale getiriyor.

Tabii yan yana olmakla birbiri ardına olmak arasında büyük fark var.

Resim de sana “Soldan sağa doğru oku.” demiyor… Enteresan geldi. “İmge ile göstermek zorunda değilim ki yazı da yazabilirim.” dedim.

Yazıyı da resimsel bir öğe olarak yerleştiriyorsun.

Hepsini resmin plastiğini gözeterek konumlandırıyorum. Bunlar rastgele tercihler değil. Hatta bazı yerlerde yazıları bilerek taşırıyorum. Fotografik bir şey olarak görünmesin diye…

Kapak Fotoğrafı: Edze Ali

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir