Hi Barbie!

Hi Barbie!

Uzun bir süredir merakla beklenen ve gösterime girdiği günden beri gündemi meşgul eden Barbie ve Oppenheimer filmleri uzun bir süre daha konuşulacağa benziyor. 21 Temmuz’dan beri gişe rakamlarının seyrine baktığımızda Türkiye ve tüm dünyada sinemaseverlerin her iki filmle de neredeyse eşit oranda ilgilendiğini görebiliyoruz. Ne de olsa ilk izlenim bir tarafta ‘’aşırı erkek’’, bir tarafta da ‘’aşırı kadın’’ bir film olduğu yönündeydi. ‘’Öyleydi’’ diyorum, çünkü mesele hiç de bu kadar basit değil…

Barbie filmine gitmeden önce iki saatlik görece eğlenceli bir ‘’zaman öldürme’’ seyredeceğime emin gibiydim. Hatta umarım ciddi meselelere parmak basmaya çalışıp kendilerini rezil etmemişlerdir diye düşünmeden de edemiyordum. Fakat filmin yönetmeninin Little Women ve Lady Bird gibi başarılı işlere imza atmış Greta Gerwig olması ve senaryonun da Marriage Story’den hatırladığımız Noah Baumbach ile beraber yazılması iyi bir şeyler izleyebileceğim konusunda kafamı karıştırıyordu. En sonunda kendi kendime ‘’Emir, sen sosyolojik analiz adı altında iki yüz bölüm Kısmetse Olur izledin. Gerçek bir savaşçısın ve Barbie sana zarar veremez.’’ dedim ve filmi izledim. İtiraf etmeliyim ki salondan çıkarken bütün önyargılarım altüst olmuştu.

Film kabaca klişe Barbie’nin (Margot Robbie) Barbieland ve gerçek dünya arasında geçen uyum sağlama ve kendini keşfetme arayışını ve bu çerçevede geçen maceralarını konu alıyor. Fakat bu ‘’klişe’’ hikayeye rağmen filmde hemen herkes için görülebilecek bir şeyler var; feminizm anlatısı, özellikle ikinci ve üçüncü dalgaya yönelik feminizm eleştirisi, ataerki ve erkeklik krizi, Ryan Gosling’in muhtemelen ona en iyi erkek oyuncu ödülü kazandıracak olan muhteşem oyunculuğu, kapitalizm, toksik maskülinite, beden olumlama, “Red Pill’cilik”, çocukluğunda Barbie’ler ile oynamış insanlar için nostalji, Margot Robbie’nin ayakları ve daha nicesi…

Hi Barbie!

Tam da bu noktada Barbie’nin öyle ya da böyle bir “oyuncak filmi” olduğunu unutmamak gerekiyor. Çünkü bir yandan bir oyuncak filmi olduğu için ele aldığı konular üzerinde yeterince derinleşemiyor bir yandan da bir oyuncak filmi olmasına rağmen çok ciddi sorular sorabilmeyi başarıyor. 

Biraz daha filmin içine girerken yazının bu noktadan sonrasının spoiler içerdiğini belirtmeliyim.

Film, Kubrick’in efsaneleşmiş eseri 2001: A Space Odyssey’e gönderme yapan bir sekans ile açılıyor. Filmdeki en “zekice” kısmın burası olduğunu söyleyebilirim. Çünkü film boyunca çoğunlukla Barbie markasının genel kabul görmüş algısına ve Mattel firmasına rağmen kurgulanmış bir anlatı sergilenecek. Fakat ismi Barbie olan bir film çekiyorsanız, Mattel firmasının ürettiği bu Barbie kültünün tarihsel süreçteki yerini saptamanız ve hakkını teslim etmeniz gerekiyor. Açılış sahnesi ile beraber bu sözümona mecburiyet, hızlı ve oldukça tatmin edici bir şekilde aşılmış oluyor. Bu sahne Mattel’i de tatmin etmiş olacak ki film boyunca firmanın alaycı ve hatta yıkıcı bir şekilde eleştirilmesini kabul etmişler.

Film, Barbie markasının sözde iyi niyetle oluşturmaya çalıştığı olumlu nitelendirilmiş rol model yaratma çabasının sonuçsuz kaldığını ve ‘’İnanırsanız yaparsınız, sadece istemeniz yeterli.’’ öğretisinin gerçek dünyada bir karşılığının olmadığını oldukça çıplak bir şekilde söylüyor. Ayrıca bunun ‘’plastik’’ ve çocukça bir fikir olduğunu Barbieland’deki rol dağılımlarının tamamen dogmatik ve gerçeküstü bir şekilde “öyle oluvermişçi” oluşuyla gösteriyor. Barbieland’de Barbie’ler için olan durumun gerçek dünyada erkekler için dizayn edilmiş ataerki ile özdeşleştirip ikisini de masturbasyonel bir kurgu olması yönüyle eleştiriyor. Aynı zamanda Barbie markasının bu sözde iyi niyeti bir yana dursun, yarattığı muhteşem kadın stereotipiyle kadınlar üzerinde aşılması güç bir baskı modelinin yaratılmasında pay sahibi olduğunun da üzerinde duruluyor.

Hi Ken!

Hi Barbie!

Filmin bir Barbie filmi olduğu kadar bir Ken filmi olduğunu da söyleyebiliriz. Hatta bana kalırsa ‘’erkeklik’’ hakkında ‘’kadınlığa’’ nazaran çok daha fazla şey söylüyor. Bu konu özelinde kırılgan erkeklikleri tetiklenen insanlarca yapılmış pek çok olumsuz eleştiriye rastladım. Fakat niçin tetiklendiklerini anlayabilmiş değilim. Nitekim film erkeklik hakkında gayet yerinde ve yapıcı şeyler söylüyor.

Gerçek dünyanın karikatürize edilmiş bir antisi olan Barbieland’deki Ken’lerin yaşantısına baktığımızda bir empati imkanı yakalıyoruz. Burada Barbie’ler gelenekselleşmiş bir şekilde bütün iktidarı ellerinde tutarlarken Ken’lerin varoluş imkanları Barbie’lerin onları fark etmesi ve takdir etmesi ihtimaline dayanıyor. Ken’lerin kendi başlarına ifade ettiği hiçbir şey yok…

Onları, sadece Barbie’ler için ne ifade ettikleri tanımlıyor. Bu duruma karşı çıkmak yerine ayak uydurmaya çalışan Ken’lerin ne denli gülünç duruma düştüklerine ve neredeyse film boyunca Barbie’lerin Ken’lere yönelik kötü muamelesine şahitlik ediyoruz. Sanırım tüm bunlar bir yerlerden tanıdık geliyordur…

Bir aşamada gerçek dünyadaki erkeklerin pozisyonundan etkilenen Ken (Ryan Gosling), ataerkiyi Barbieland’e taşımaya karar veriyor. Barbie’ler de buradaki Barbie egemenliği fazlasıyla plastik ve temelsiz olduğu için ataerkiye hızlıca boyun eğiyorlar. Tabii Barbieland’de amerikanvari bir ataerkinin karikatürize edilmiş oldukça gülünç bir uyarlamasını seyrediyoruz. Gelgelelim Barbie’ler sahip oldukları egemenliği yeniden ele alıyorlar ve bunu yaparlarken de “kadınlıklarını” ya da başka bir deyişle erkeklerin “zayıflıklarını” kullanıyorlar.

Tam da bu noktada “Olur mu böyle şey! Ken’ler eziliyordu ve tamam, çok da makul olmayan bir yöntemle olsa da başkaldırdılar. Haklarını istediler. Hak arayışları mesnetsiz geleneklere yaslanarak ve hatta ilkel yöntemlerle yok sayıldı. Bu ne biçim iş böyle!” deyip öfkeleniyorsanız; tebrik ederim, içinizde bir feminist var…

Filmin sonuna geldiğimizde Barbieland’deki Ken’lere, Ken’lerin üzerinden gerçek dünyadaki kadınlara ve tek başına gerçek dünyadaki erkeklere bir mesaj veriliyor; kendi başına var olmak… Kendi başına sahip olduğun kıymetlerin farkına varıp kendini bir başkası üzerinden tanımlamamak. Aslına bakarsanız filmin erkekler hakkında söylediği yapıcı söz de bu… 

Tıpkı kadınlar gibi erkekler de kendilerini beğenilme ve seçilme arzusu üzerinden var etmemeliler. Erkekler ayaklarında pranga olan ve sürekli yeniden kazanmaları gereken bu statüsel erkeklik algısını kırıp attıklarında çok daha özgür ve mutlu olacaklar.

Ancak bu şekilde rahatlıkla ‘’I’m Kenough’’ diyebileceğiz.