Melis Buyruk

Melis Buyruk: Abu Dhabi Louvre’da Bir Türk

Melis Buyruk, Kelile ve Dimne masalından esinlenerek ortaya koyduğu Habitat-Kalila wa Dimna başlıklı eseriyle Abu Dhabi Louvre Müzesi’nde sanatseverlerin karşısına çıkıyor. Dünyaca ünlü müzede 25 Mart’ta açılan From Kalila wa Dimna to La Fontaine sergisinde yer alan sanatçı, böylelikle müzede sergilenen ilk Türk sanatçı olma ünvanına sahip oldu. Gösteri 14 Temmuz’a kadar devam edecek ve ardından Buyruk’un eseri müzenin kalıcı koleksiyonuna eklenecek.

PlumeMag olarak sanatçıya Abu Dabi macerasını, eserini ve daha nicesini sorduk. Keyifli okumalar…

abu dabi louvre

“Siz resmen beni beklemişsiniz.”

Louvre Abu Dhabi Müzesi’nde sergilenen ilk Türk sanatçı oldunuz, tebrik ederim.

Teşekkür ederim.

Sergilenen eseriniz de daha sonrasında müzenin kalıcı koleksiyonuna dahil edilecek. Süreç nasıl gelişti?

Süreci anlatmak istiyorum. Çünkü aslında çok enteresan… Küratör ekip pandemi zamanına kadar bu proje üzerinde çalışıyor ve aslında sergiyi 2020-2021 yıllarında yapmayı düşünüyorlar. Fakat sergi şu anda, 2024 yılında gerçekleşiyor. Çünkü pandemi olunca çalışmalara ara veriyorlar ve müzenin de programından çıkarılıyor.

Ben de pandemide yalnız başıma atölyemde çalışıyordum. Çalışırken de podcastler ve sesli kitaplar dinliyordum. Bir anda masallara merak saldım. Binbir Gece Masalları gibi masallar dinlemeye başladım. Daha sonra galericim bana “Masallardan hoşlanıyorsan bunu da dinleyebilirsin.” diyerek, Kelile ve Dimne masalını önerdi. Kitabı dinledikten sonra bununla ilgili bir iş yapmaya karar verdim.

Sonra pandemi geçti ve hayat normale döndü. Müze yeni bir bir program uygulamaya başladı. Sergi de ertelendi derken, bir şekilde küratör asistanı benim işimi sanıyorum ki Art Dubai’de görüyor. Benimle ilgili araştırma yaparken de bu konuda bir işimin olduğunu öğreniyor. Yani çok dallı budaklı bir süreç…

Geçtiğimiz yaz bana galericim aracılığıyla ulaştılar ve teklifte bulundular. Ben de onlara “Siz resmen beni beklemişsiniz.” dedim.

Evet, çünkü yaptığınız iş serginin ismiyle de doğrudan ilintili…

Evet, evet! Onlar için de, benim için de çok nokta atışı bir şey aslında.

Türkiye’de de bu işi yaptıktan sonra herkes şöyle bakıyor; “Bunun içinde hangi hayvanlar var?” Kelile ve Dimne… Aslında o kitaptaki karakterler var. Fakat bizde çok meşhur olmadığı için “Kelile ve Dimne nedir?” diye soruluyor. O yüzden daha çok bunu anlatıyorum. Sonra bir anda çok bilindiği bir yere gitti. Ben senelerdir bunun ne olduğunu açıklamaya çalışırken, bu sergi sürecinde kitapla ilgili hiçbir şey anlatmak zorunda kalmadım. (Gülüşmeler.)

Peki, sizin için hem küratöryel olarak hem de seyirciler açısından oradaki atmosfer nasıldı?

Ben kürasyonu çok beğendim. Aslında Abu Dhabi Louvre’un kuruluşundaki ilk amaç, doğu ile batı arasında bir köprü kurulmasını sağlamak. Dolayısıyla da bu iki kültür arasında bağı olan konuları seçerek “ortak” sergiler yapıyorlar. Bu serginin adı da Kelile ve Dimne’den La Fontaine’e. Dolayısıyla da bu evrimi soruyor. Çünkü bu kitaplar birbirlerinden çok etkileniyor ve çok ortak hikayeler, karakterler var. Bu iki kültürü birbirine yakınlaştırmak için de bu iki kitabı anlatıyorlar.

Sergiye girdiğinizde 133 tane eser görüyorsunuz. Bunların içinde el yazmaları, seramikler ve buluntular var. Tarihte Kelile ve Dimne ile ilgili neler yapıldığı var. Aslında bilgiyle giriyorsunuz… Kocaman bir dünya haritası var ve orada kim nereden etkilenmiş, hangi yılları kapsıyor, kaç ortak karakter var gibi soruların cevabını buluyorsunuz.

O zaman serginin geniş çaplı akademik bir içeriği de var. Öyle mi?

Kesinlikle öyle… Sergi en sonunda da çağdaş sanatçıların bundan nasıl etkilendiği sorusuyla bitiyor. Bu bölümde altı tane çağdaş sanatçının çalışması var ve onlardan bir tanesi de benim işim.

Sergi açıldığında oradaydınız ve seyircilerin tepkisini görme fırsatınız oldu. Manzarayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

O kültürde bu konu çok biliniyor ve sahipleniliyor. “En önem verdiğimiz eserimiz.” diye anılıyor. Benim kişisel dağarcığıma göre çok fazla bilgi var onlarda. Bu sebeple ilgi oldukça fazlaydı.

Peki, sizin bakış açınızı nasıl değerlendiriyorlar? Çünkü siz bu hikayeye öyle yada böyle onlara nazaran biraz daha dışarıdan bakıyorsunuz. Sizce sizin bu hikayeyi algılama şekliniz ile alakalı bir fikirleri oluştu mu onların?

Aslında benim işimde içerik olarak kitaba dair bir anlatı yok. Dolayısıyla ben işimi anlatırken daha çok kitapla kendi habitatım üzerinden nasıl bir bağ kurduğumdan bahsediyorum. Haliyle, çoğunlukla bu habitatla ve teknikle ilgili bilgiyi merak ettiler. Gerçi burada da hep böyle oluyor… Benim işlerime bakıldığında daha çok teknik süreç merak edilip işin içindeki sürprizler görülmeye çalışılıyor.

Sizin Türkiye, ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi yerlerde sergi açma fırsatınız oldu. Sosyolojik açıdan buradaki seyirci davranışları arasında bir fark gördünüz mü? Bu konudaki gözlemlerinizi merak ediyorum.

Aslına bakarsanız sergi sürerken New York’da çok fazla bulunma fırsatım olmamıştı. Ama Birleşik Arap Emirlikleri ile Türkiye’deki izleyiciyi karşılaştırma fırsatım oldu. BAE’de oralı izleyiciyi pek fazla göremiyorsunuz. Daha çok uluslararası bir oluşum olduğu, küratör Fransız olduğu ve hatta müzenin bütün ekibi de Paris’ten geldiği için… Sorular da “batılı bakış açısı” ile geliyor. Benim işlerim ile ilgili merak edilen şey, her zaman için teknik süreç. Nasıl yapıldığı, ne kadar zaman aldığı gibi sorular ile karşılaşıyorum.

Ben de soracağım bunları… (Gülüşmeler.)

Yani hiçbir kültürde bana sorulan sorular hiç değişmedi. Belki de orada (teknik süreçte) bir merak unsuru olduğu için…

Ben BAE’de ilk sergi yaptığımda bir sanat yazarı biraz da küçümseyerek oradaki ilginin nasıl olduğunu sormuştu. Genelde bununla ilgili sorular alıyordum. Fakat gittiğim zaman orada sanata karşı inanılmaz bir ilgi gördüm. Devlet tarafından da bir sahiplenme haliyle inanılmaz bir destek var. Enstitüler, devletin kendi imkanlarıyla yaptığı çağrılar, sanatçı rezidansları yarışmalar… O kadar fazla ve o kadar destek var ki… Bu da oradaki ilgiyi çok artırıyor.

Bir de oradaki yaşayan yerli halkın azınlık olduğunu söylemeliyim. Bunların çoğu da örneğin Paris’te, Amerika’da okumuş gelmiş insanlar. Bunun için de batılı sanata yakınlar ve bilgi sahibiler. Dolayısıyla oradaki ilgiyi çok olumlu görüyorum. Bir sanatçı olarak orada ürettiğim işleri göstermeyi de çok seviyorum.

“Beni En Çok Tatmin Eden Şey, Mükemmelleşmeyi Görmek”

Habitat, sizin 2020’den beri üzerinde çalıştığınız bir seri. Şu anda Abu Dhabi Louvre Müzesi’nde gösterilen işiniz de bu serinin bir parçası. Bu seriye devam etmeyi düşünüyor musunuz? Çünkü aslına bakarsanız çok uzun bir süre…

Evet, uzun bir süre… Ben daha önce porselen sinekleri yapıyordum. Bir yerden sonra bu benim için bitti ve devam etmek istemedim. O konuyu tamamen kapattım. Daha sonra hem sergi için hem de koleksiyonerlerden çok teklif olmasına rağmen yapmadım, dönmedim ve üretmedim.

Bu kararı çok kişisel bir yerden aldınız öyle değil mi?

Evet, tamamen kişisel… İçimde bir şekilde bitiyor olması gerekiyor. Habitat serisi ile ilgili soruyu çok alıyorum. Fakat ben hala bununla ilgili heyecan duyuyorum. Çünkü teknik olarak çok geliştiğimi hissediyorum. Benim yaptığım işte el alışkanlıkları ve teknik konu çok ön planda ve bunlar yaptıkça gelişiyor. Benim işlerimin ardında çok ciddi bir üretim prosesi ve ciddi bir zaman var. Ayrılan zaman arttıkça da mükemmelleşiyor. Beni en çok tatmin eden şey de mükemmelleşmeyi görmek.

Bir seyirci olarak da bahsettiğiniz bu gelişme süreci rahatlıkla takip edilebiliyor.

Louvre Müzesi’ndeki işi 2020-2021 yıllarında ürettim. Yazın arayıp işi istediklerini söylediklerinde, “Teknik olarak ben artık çok daha iyisini yapabilirim bunun.” diye düşündüm. Galericime de bu işi yeniden üretmek istediğimi iletmesini söyledim. Kabul etmediler… “Biz bu haliyle istiyoruz.” dediler. Yani evet, gelişmeyi görmek ve takip etmek de çok önemli bir şey.

Habitat serisinde hibrit bir düzen kuruyorsunuz ve bir doğa temsili yapıyorsunuz. Yani kelimenin tam manasıyla kurgusal olarak bir ‘’habitat’’ oluşturuyorsunuz. Burada doğanın kendi kendini var etme sürecini ve çalışma prensiplerini de kopyaladığınız bir şey var. Bunu yaparken de insan faktörünü dışlamıyorsunuz. Acaba inşa ettiğiniz bu kurgu-doğayı salt estetik bir bakış açısıyla mı algılamalıyız? Yoksa doğaya dair düşünce tarzınızı da yansıttığınız, kendine içkin etik bir alan bulabilir miyiz?

Ben aslında ilk başta dokuları biriktirmeye başladım. Sinekleri yaptıktan sonra da üretim sürecinde en küçük şeye odaklandığımı farkettim. Daha sonra insanların, bitkilerin ve hayvanların dokuları nelerdir, ne doku olarak kabul edilebilir gibi sorular sordum.

Habitat’ı yaparken de bunların aralarında hiçbir hiyerarşi olmadan, yani ne insanı ne bitkiyi ne de hayvanı diğerlerinden daha üstün görmeden baktım. Hiyerarşiyi kırarak birbirlerinden ve birbirleriyle var oldukları bir yaşam alanı kurguladım. Habitat’ın hikayesi ile ilgili en büyük odağım buydu. İlk işlerime baktığınız zaman, özellikle insan biraz daha az detayına yer verdiğim bir tür hikayenin içinde. Hiçbir türü ön plana çıkarmadan, daha eşit oldukları bir yaşam alanı kurguluyordum.

Fakat sonrasında daha dominant şeyler seçmeye başladım. Mesela “Şimdi bu hikayede hayvanlar daha dominant olsun.” gibi şeyler söyledim. Ama bunun içinde hiçbir zaman insan olmadı. Bilmiyorum, belki de içimden gelmedi. Bizim yaşadığımız hayatın gerçeğinde bu böyle olmadığı için, kendi kurguladığım yerde bunun aksine bir yaşam alanı kurmaya çalıştım.

Estetik unsura gelince, her zaman güzelliğe dair şeyler ön planda benim işlerimde. Bir sanat izleyicisi olarak da güzeli görmeyi, onu bulmaya çalışmayı ve hissetmeyi seviyorum. Kendi işlerimde de bununla ilgili bir arayışım var. Ama hikaye daha ön planda benim için.

Sizin için kurguladığınız bu doğa durumu ütopik bir şey mi?

Evet, ütopik bir şey…

Peki gönlünüz bu yönde mi? Böyle bir manzara mı görmek isterdiniz?

Bunu sadece bir ihtimal olarak değerlendiriyorum. Ben de şehrin ortasında yaşayan ve insanın ürettiği her şeyi sonuna kadar kullanan bir insanım. Dolayısıyla böyle yaşarken daha farklı bir şey söylemek çok ikiyüzlü geliyor bana. “Keşke dünya böyle bir yer olsaydı.” yerine “Bakın, böyle bir şey yaptım.” gibi bir yerden yaklaşıyorum.

Siz seramik mezunusunuz ve porselen çalışıyorsunuz. İnsanlığın algısında ve gündelik dilimizde porselen, suni bir güzelliği ve kırılganlığı tanımlarken başvurduğumuz bir kelimedir. Yaptığınız işte de el yapımı ve doğal olarak suni güzelliği ile bir habitat görüyoruz. Fakat aynı zamanda gerçek bir habitat gibi kırılgan. Dolayısıyla malzeme ve anlatı oldukça örtüşüyor.

Bunun farkındayım. Aslına bakarsanız bunu, bu sebeple yapmadım. Yani rastlantısal olarak üst üste geldiler. Çünkü ben porselenden başka malzeme kullanan bir sanatçı değilim. Başka bir şansım yoktu…

Sanırım işlerinizde altın da kullanıyorsunuz…

Evet, ama altını da yine porselen üzerine kimyasal olarak uyguluyorum. Yani malzeme pratiği olarak altına şekil vermiyorum. Porselen ve çamurdan başka bir şey yok. Mükemmeliyetçi bir yapım olduğu için de bir işi başka birine teslim etmeyi sevmiyorum. “Şu atölyede şunu yaptırdım.” gibi şeyler benim için çok uzak. Mutlaka kendim yapmam gerekiyor.

Dediğim gibi evet, rastlantısal olarak üst üste geldi. Ama çok iyi denk geldi.

Bana kalırsa bu, anlatıyı da kuvvetlendiren bir şey…

Kesinlikle öyle. Böylece malzeme ve tekniğin de hikayenin içinde bir yeri olmuş oluyor. Tıpkı doğada da her şeyin aynı olması ama bir yandan da biricik olması gibi ben de onları tek tek elle üretiyorum. Hepsi aynı, fakat biricikler… Bu porselenle mümkün oluyor. Başka bir malzemeyle bu kadar mümkün olmayabilirdi.

kelile ve dimne sergisi

“Başka Nasıl Zaman Geçireceğimi Bilmiyorum.”

Son olarak çalışma sürecinizi de sormak istiyorum. Çok titiz ve detaylı bir iş yapıyorsunuz. Bunun için ne kadar vakit ayırıyorsunuz?

Ben biraz memur gibi çalışıyorum. 9-6… (Gülüşmeler.)

Yetiştirmem gereken bir iş varsa geceleri de çalışıyorum. Yani aslına bakarsanız gün içerisinde çok ciddi bir çalışma saatim var. Tabii atölyenin haricinde de bir şeyleri çizmek, karalamak, yazmak gibi bir de beynin çalışma süreci var. Ben zaten işlerimi “Benim hayatımın son iki ayı, hayatımın son üç ayı…” diye tanımlıyorum.

Bir sanat seyircisi olarak da bunu görmeyi çok seviyorum. Sanatçıya ait o parmak izlerini görmeyi, burada daha kızgınmış, burada daha sakinmiş, burada bunu dinlemiş diye düşünmeyi çok seviyorum.

Sizin işlerinizin karşısında da bunları düşünebilir miyiz?

Kesinlikle düşünebiliriz. Çünkü bu çok fazla yansıyor benim işlerime. İncelikler, kalınlıklar, baskılar değişiyor. Örneğin bir çiçek ise, onun kenarlarını nasıl sıkıyorsam, belki bir yerde o parmak izini hiç görmüyorsunuz. Ama bir yerde o basıncı görebiliyorsunuz. Duygudurumu işin her aşamasına yansıyor.

Titizlik meselesine gelecek olursak, oldukça titizim… Masam her zaman tertemizdir ve en ufak bir şey olduğu zaman onu hemen silerim. Çünkü ince detaylar üzerinde çalıştığım için en ufak bir toz zerreciğinin bile etkisi oluyor.

Çalışmayı da çok seviyorum. Bunun bana verilmiş bir armağan olduğunu hissediyorum. Çünkü çok sevdiğim bir şey yapıyorum ve bunun karşılığında da övgü alıyorum, para kazanıyorum. Aslında başka nasıl zaman geçireceğimi de bilmiyorum…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir