kültürel sürdürülebilirlik

Kültürel Sürdürülebilirlik: Yoshiwara’dan Berlin Gece Hayatına

Kültürel sürdürülebilirlik, her geçen gün çok daha bahsedilir bir tema haline evriliyor. Bu konunun belli bir kültür içerisinde de hemen her zaman tarihsel süreç ve başka bir kültürle olumlu veya olumsuz etkileşim üzerinden ele alındığını görürüz. Tıpkı “Nerede o eski bayramlar?” demek ve “tamam” yerine “okay” diyenlere kızmak gibi… Fakat aslında bu oldukça çetrefili bir konu.

Meşhur etnolog Claude Lévi-Strauss, Didier Eribon ile yaptığı söyleşide bu meseleden şu sözlerle bahsediyor;

“Her kültür başka kültürlerle alışverişi sayesinde gelişir. Ama her bir kültürün muayyen bir direnç göstermesi gerekir; aksi takdirde çok geçmeden, alışverişe sokacak hiçbir şey kalmayabilir elinde. İletişimin yokluğu da, aşırısı da tehlikelidir kültürler için.”

Yakın zamanda sıkı bir anime seyircisinden bir Japon stili olan Haiku tarzında şiirler de yazdığını öğrendiğimde Japonya’nın bu anlatı için iyi bir örnek olabileceğine karar verdim.

Bu yazıda dünya sahnesinin çeşitli sahalarında farklı kültürlerle karşılaşarak kültürünü yaşatan/yansıtan Japonya örneği üzerinden kültürel sürdürülebilirlik kavramını biraz daha görünür kılmaya çalışacağım. Tabii ki bütün bir Japon kültürünü tüm veçheleriyle ele almam mümkün değil. Bunun yanı sıra örneğin Güney Kore sinemasında etkilerini rahatlıkla gözlemleyebileceğimiz şiddet üzerine kurulu Japon etkisini de dışlamaya gayret edeceğim.

Yolculuğumuz 17. yüzyıl Japonya’sında başlıyor. Bu yüzyılın başlarında şimdi Tokyo olarak bildiğimiz Edo Bölgesi, Japonya’nın önemli bir merkezi haline geliyor. Bu süreç 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Edo’nun dünyanın en büyük cazibe merkezlerinden biri olmasına kadar varıyor. Edo Bölgesi’nin sosyo-politik iklimi bağlamında gelişen ve 16. yüzyılın ortalarından başlayıp 19. yüzyılın ortalarına kadar devam eden zaman, Japon resim sanatı tarihinde Edo Dönemi olarak anılıyor.

Japonya’nın o dönem özelinde sahip olduğu gündemleri, örneğin; Çin ile yaşanan kültürel ilişki, halkın sınıfsal yapısı ve geçişkenliği gibi etmenler farklı ekollerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Fakat Ukiyo-e olarak bildiğimiz üslup, kendi döneminin toplumsal yapısına ışık tutan ve evrensel bir kimlik kazanabilecek kıymetlere haiz bir okul olarak ön plana çıkıyor. Bu dönemde tüccarlar ve zanaatkarlar toplumsal hiyerarşide en alt sınıflar olarak kabul ediliyor, zenginleşmelerine rağmen politik baskılar altında yaşamlarını sürdürüyorlar. Ukiyo-e de tam da bu sınıfların sanatı olarak otorite baskısının görece az hissedildiği tiyatrolar ve Edo’nun genelevler bölgesi olarak bilinen Yoshiwara’da serpiliyor. Hâliyle başlıca konularını erotik resimler, güzel kadınlar ve Kabuki Tiyatrosu oluşturuyor diyebiliriz.

Japonya’nın İçe Kapanma Politikası: Sakoku

japon kültürü
Fotoğraf: Pexels | Willian Justen de Vasconcellos

Bu aşamada Japonya’da 17. yüzyılın başlarında başlayan ve 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren Sakoku politikasına değinmeliyiz. Bu kelime özetle Japonya’nın kendini dış dünyadan izole etme politikasını tanımlıyor. Bu süreçte ülke vatandaşlarının Japonya’yı terk etmeleri, gidenlerin dönmeleri ve elbette bazı istisnalar dışında ülkeye yabancıların girmesi yasaklanıyor.

19. yüzyılın ortalarına geldiğimizde Rusya ve Birleşik Krallık Japonya’nın dış dünyaya açılması için baskılar kurmaya başlıyor. Nihayetinde ABD ve Japonya arasında imzalanan 1854 tarihli Kanagava Antlaşması ile Sakoku politikası son bulmuş oluyor. Bu durum dünyadaki gelişmelerle yaşanan globalleşme ortamı ile birleşince Japon kültürünün dünyaya açılmasına sebep oluyor.

Avrupa ve sonrasında da Amerika’da Japon kültürü ve ürünleri giderek daha popüler hale geliyor. Çaylar, “estamp” olarak bildiğimiz baskı resimler, lakeler, seramikler, renkler ve üsluplar… Bu rağbet, daha sonra genel olarak Japonizm olarak adlandırılacaktır ve etkisi, Puccini operalarından Manet tablolarına kadar sanatın hemen her alanında belirgin bir şekilde görülür.

Japonizm genellikle empresyonizm ile doğrudan ilişkilendirilip empresyonizm sonrası etkisini yitirdiği düşünülse de, Alfred H. Barr Jr.’ın 1936 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi’nde gösterilen Kübizm ve Soyut Sanat başlıklı serginin katalog kapağı için yaptığı diyagrama baktığımızda daha karmaşık bir yol bulabiliyoruz. Öyle ki bu diyagrama göre Japon baskısı, Van Gogh’u etkilediği 1890 yılından itibaren önce Gauguin’in sentetizmini daha sonra da Matisse’nin fovizmini etkilemiştir.

Japonya’nın dünyaya açıldığı bu yıllarda, bu sefer dönüp mobilyadaki duruma baktığımızda da benzer bir tablo ile karşılaşıyoruz. Mobilyacılıkta modernist hareketin başladığı bu yıllarda sadelik ve işlevselliğe verilen önem artıyor, halka yönelik tasarımlar gündeme gelmeye başlıyor. 1860’lı yıllara geldiğimizde endüstriye karşı geleneksel el sanatlarını tekrar canlandırmayı hedefleyen bir grup sanatçı ile beraber El Sanatları Akımı (Arts and Crafts Movement) başlıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasına değin etkilerini gösteren bu akımda Japon mobilya stilinin etkileri bariz olarak gözlemlenebilir.

20. Yüzyılda Sanatta Japonya Etkisi

japon sanatı
Fotoğraf: American Kabuki, Masami Teraoka, 1986

20. yüzyıla geldiğimizde artık bir japonizmden bahsedemesek de Japon kültürünün etkilerini seyretmeye devam edebiliyoruz. Güzel bir örnek için Teraoka’ya bakabiliriz.

Masami Teraoka, farklı üretim dönemlerinde rönesans resimlerinden ve Ukiyo-e sanatından etkilenmiş bir çağdaş sanatçı. 1936 senesinde Hiroşima’da dünyaya gelen ressam 1961’den beri Amerika’da yaşıyor. Çalışmalarında doğu-batı ve eski-yeni çatışmalarının estetik derinliği, kültürlerarası geçişkenlik ve sosyo-politik meseleler yüksek tekniği ve sarkastik söylemiyle yeniden tanımlanıyor. Özellikle 70’lerdeki erken işlerinden olan McDonald’s Hamburgers Invading Japan ve 31 Flavors Invading Japan serilerinde bu çatışmalar ön plana çıkmaya başlıyor. 80’lerde AIDS, 90’larda ise Last Supper serisinde gördüğümüz gibi Katolik Kilisesi’ndeki ikiyüzlülükler ve çocuk tacizleri gibi sosyal konulara işlerinde sıklıkla yer veriyor.

American Kabuki (Oishiiwa) ise sanatçının 1986 yılında yaptığı bir çalışma. Kağıt üzerine suluboya ve mürekkep kullanılarak üretilen işin medyumu geleneksel Japon resminden de alışık olduğumuz üzere dört düzlemli bir panel (byobu). Doğu ve Batı unsurlarının ustaca bir araya getirilip estetize edildiği Ukiyo-e üsluplu çalışmanın konusu da Teraoka’nın o dönemdeki işlerinin çoğunda olduğu gibi AIDS…

HIV virüsü 80’lerin başından beri hızla yayılıyor ve hâlihazırda binlerce insan AIDS yüzünden hayatını kaybediyor. Devletlerin ise o yıllarda bu hastalığı ciddiye aldıkları pek söylenemez.. Hastalık, azımsanmayacak bir kitle tarafından özellikle eşcinseller arasında yayılıyor oluşu sebebiyle bugün hâlâ alışık olduğumuz bir tavırla Tanrı’nın günahkarları cezalandırmak için gönderdiği bir şey olarak algılanıyor. Politikacılar da müthiş bir popülizm içerisinde tedavileri fonlamak bir yana dursun AIDS kelimesini anmaktan bile geri duruyorlar. Böyle bir iklimde Teraoka, bir arkadaşının bebeğinin kan nakli sırasında HIV kapması üzerine American Kabuki’yi yapmaya karar veriyor. Bu çalışmasıyla beraber sanatçı, hastalığın dünya üzerindeki herkesi eşit bir şekilde ilgilendirdiğine dikkat çekmeye çalışıyor.

“Arkadaşımın acılı yalnızlığıyla yüzleşebilmek için derin bir nefes aldım. İlk kez AIDS’in bir başkasının sorunu olmadığını farkettim.’’

Eserde, dalgalı bir denizde büyük endişe ve kaygı içerisinde bebeğine sarılan bir kadın figürü görüyoruz. Çalışmanın farklı yerlerine yerleştirilmiş olan bulutumsu imajlar, AIDS yüzünden hayatını kaybedenlerin ruhlarını simgeliyor. Dalgalar, geleneksel Japon resminde sıkça gördüğümüz bir teknikle çizilmiş. Nitekim sanatçının bu tekniğe başvurduğunu özellikle erken dönem işlerinden takip edebiliyoruz. Figürlerde Edo Dönemi’nin sanatsal söylevine yapılan göndermeler dikkat çekiyor. Örneğin kadının dişlerinin siyah oluşu evli olduğuna, figürlerin ten renklerinin özellikle göz çevrelerinin mavi tonlarında oluşu da Kabuki geleneğine göre dehşet içerisinde olduklarına işaret ediyor. Ayrıca kadın figürünün yüzünde ve kollarında AIDS’in yol açtığı yaraları rahatlıkla görebiliyoruz. Eserin sol tarafında iki balığa meyletmiş Fregat adı verilen bir deniz kuşunu görüyoruz. Bu detay, ölüm ve yaşam arasındaki çatışmayı sembolize ediyor. Kaligrafide yazanlar da şöyle çevrilebilir;

Gece, bulutlar titriyordu, bir fırtınanın habercileri gibi

Dalgaların kuvvetli sesiyle siyah bulutlar sahile hücum ediyordu.

Gece çöktüğünde dolunay bulutların arasında belirdi.

Aniden bir ses yükseldi;

“Yardım edin! Yardım edin!’’

Ses öylesine cılızdı ki,

Sahiden duyuldu mu? Yahut dalgaların sesi miydi?

Bilinmedi.

Fotoğraf: Pexels | Yaroslav Shuraev

Masami Teraoka, japon kültürünün çağdaş dünyanın meseleleri ile ne denli uyumlu bir biçimde etkileyici sonuçlar verebileceğinin adeta bir kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Bir kültürün farklı kültürlerle alışveriş içerisinde olmasının geliştirici etkisiyle yazının başında alıntıladığım Lévi-Strauss’un bahsini yeniden anımsıyorum.

21. yüzyıla geldiğimizde dünyanın hemen her yerinde müthiş bir hayranlıkla takip edilen Japon animeleri ve yapılan cosplayleri, Berlin gece hayatının başını çektiği tekno partilerde yapılan makyajları, buralarda tercih edilen yelpaze ve benzeri aksesuarları, özellikle kırmızı mürekkep kullanılarak yapılan Uzak Doğu esintili dövmeleri düşünelim. Bu düşünce serüveninin içine dekorasyon konusunda son zamanlarda sürekli yeniden moda olan Zen stili ev dekorasyonu, Japanordic stil, dekorasyonda wabi sabi anlayışı ve mobilyada sashimono tekniğini de ekleyelim.

Karşımızda belki yeniden adlandırmak gerekirse neo-japonisme diyebileceğimiz bir dönem çıkıyor. Bu süreç kültürel sürdürülebilirlik bağlamında derinlemesine düşünülmesi gereken bir kültürün dünya üzerinde ne denli etkili olduğunu gözler önüne seriyor.

Kapak Fotoğrafı: Pexels | cottonbro studio

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir