server demirtaş

Art Niyetli Sohbetler: Server Demirtaş


Kültür sanat ve sürdürülebilirlik, birbirine sıkı sıkıya bağlı kavramlar. Sürdürülebilir bir yaşam sürebilmek için yaşam tarzımızı sanatın her ögesiyle beslememiz gerekiyor. Bunu bildiğimiz için PlumeMag olarak kurulduğumuz günden beri kültür sanat etkinliklerine değinmeye çalışıyor ve sanatçıların yanında yer alıyoruz.

Platformumuzda da en değer verdiğimiz kategorilerimizden biri olan Kültür-Sanat kategorimizin sponsoru Mey|Diageo’nun katkılarıyla Art Niyetli Sohbetler serisine imza attık. Serimizin dokuzuncu bölümünde Server Demirtaş ile beraberiz. 

Hoş geldiniz Server Bey…

Efendim, hoş bulduk.

Aslında ben hoş gelmiş oldum stüdyonuza…

Siz de hoş geldiniz efendim.

Uzun uzun söyleyeceklerimin en başında; aslında sizi ismen bilenler vardır ve ya işinizle bilenler vardır. Ama benim son zamanlarda gördüğüm, özel olarak sanat fuarlarında en çok videosu çekilen sanat eserlerine imza atan heykeltıraş olarak çok mainstream (ana akım) bir giriş yapsam doğru olur mu?

Bunun böyle olmasını ben hiç istemiyordum aslında. Böyle olmasını düşünerek yapmadım heykellerimi. Ama öyle olduysa eğer bilmiyorum, kötü bir şey değil… İnsanlarla ne kadar güzel alışverişte bulunuyorum. Kalabalık geliyor, bir şeyler yapıyoruz. Bu, keyif aldığım bir konu yani.

Sizin yaptığınız sanat dalındaki heykelin alt açılımına kinetik heykel deniliyor. Ben demiyorum. Uzmanların sözleriyle…

Ben de demiyorum fazlaca… Az söylüyorum.

İşin içinde hareket olduğu için… Ben zaten bu sanat tanımlamalarına çok da yakın değilim. Çünkü bir sanat tarihçisi, bir yazar veya birisi söylüyor ve onun üzerine yapışıyor.

Benim sizin eserlerinizde sanatsever olarak, kişisel olarak gördüğüm hareketle beraber aslında duygunun hareketliliği…

Ben aslında ‘’kinetik’’ demeyi çok sevmiyorum. Çünkü hareket eden bir şey olunca kinetik diyorlar. Mesela bir şeyler dönüyor, bir şeyler içeri girip çıkıyor ve buna kinetik diyorlar. Bence kinetiğin esas bir tane babası var, o da Theo Jansen. Yani bir tane adam söyleyeceksek onu söyleyeceğiz. Ondan acayip ilham aldığımı söylemem lazım. Onu çok seviyorum… Pardon ya! Soruyu kaçırdım ben… (Gülüşmeler)

Ben aslında ‘’duyguların hareketliliği’’ diyebilir miyiz diye soruyorum.

Duyguların hareketliliği de demek istemiyorum aslında. Bu iddialı bir laf… Hareketli heykel demek bana çok daha güzel geliyor. Heykelin hareketli hali… Ondan sonraki detaylar yorumculara ait. Bakan kişilere ait. Ya da sanat tarihçilerinin yapacağı tanımlamalar… Onları daha fazla ilgilendiriyor. Benim bu konuda bir şey söylemem tanımlama anlamında doğru olmayabilir.

‘’Şu Günkü Hayat, Geçmiş Yaşantılarımızın Bir Tahsilatı.’’

Başlarken söylediğim gibi en çok videosu/fotoğrafı çekilen eserler sizinkiler. Çünkü insanlar sanata yakın olsun veya olmasın, sanat tarihi bilsinler yada bilmesinler bir şey hissediyorlar. Ben sanat tarihçisi olduğum için geriye doğru sanat tarihi okumalarını seviyorum ve benim gördüğüm şeyin arkasında tarihte beni tetikleyen neler var, onu paylaşmayı seviyorum.

İlk olarak, zaten sizin de hayatınızda çok yeri olan Leonardo da Vinci ile başlamak istiyorum. Sizin şu anda yaptığınız işi başlatan öncülerden bir tanesi Leonardo da Vinci… (Elindeki kitabı göstererek) Bu kitabı da bana doğum günümde hediye ettiler. Ara ara bakıyorum ve merak ediyorum, bir insan hayatına bu kadar şeyi nasıl sığdırmış? İnsanın hareketi, makinenin hareketi, doğanın hareketi… Bunu aramış… Hareketin arkasında çok felsefi bir düşünce var…

Tabii… Leonardo benim en önemli kaynaklarımdan birisi. Belki de ‘’tek’’ diyebilirim. Ortaokul yıllarımda şans eseri bir televizyon programında izlemiştim. Çok etkilendim. Nasıl ki benim geçmişimde Leonardo, sanat tarihi, kültür, mağara resimleri, yaşantım, gençliğim, her neler var ise Leonardo’nun da geçmişinde böyle bir şeyler var. Yeni tespitlere göre El Cezeri’yi de çalışmış olduğu anlaşılıyor. Çünkü makine merakı, savaş için yapılan toplar var. Köprüler var… O kadar çok alana merakı var ki Leonardo’nun…

Şöyle bir şey söylemek istiyorum; Şu günkü hayat, geçmiş yaşantılarımızın bir tahsilatı gibi tanımlanıyor yeni psikologlar tarafından. Leonardo’nun da geçmiş mağduriyetlerini, geçmiş yoksunluklarını -her türlü şey içinde, anne sevgisi vesaire- bu merakla çözmeye çalıştığı gerçeği beni çok etkiledi. Onun geçmişinde El Cezeri’nin olması, sanat tarihi, Quattrocento sanatçıları… Daha da geriye gitmek lazım. Bunların içinde 1300’lerde El Cezeri bence onu çok fazla etkiledi. El Cezeri’nin kitapları herkesin eline geçmeyebilir. El yazmaları… O da Artuklu kralının yazdığı kitaplar… Kendi döneminde önemli birisi olduğu için Leonardo onlara bakma fırsatı buluyor. Onun da ilham kaynakları orası…

Yani ilham böyle geleneksel olarak devam ediyor. Geçmişten bugüne… Sanıyoruz ki bugünkü insanlar bunu tamamen çözüyorlar. Öyle olmuyor….  O birikmişlik ve kendini ifadenin geçmişinde kocaman bir kültür yatıyor aslında. Türk sanatının büyük ustalarından da bir sürü şeyler alıyorum. Kuzgun Acar’dan da, İlhan Koman’dan da kocaman şeyler alıyorum. Onlar olmasaydı, muhtemelen ben yapamazdım bu şeyleri… İlhan Koman’ın da hareketli objeleri, deneysel çalışmaları beni derinden etkiledi. Yani derinden etkilemeyen yok! Her şeyden ne alacağınıza belki de biraz bakmak gerekiyor. Böyle beslendiğimi de anlatmak istiyorum.

Derinden etkilenmek önemli. Çünkü o derindeki etkilenilen noktanın da bir alıcı konumunda olması gerekiyor. Bu da daha önce konuştuğumuz gibi sanatçıların kendi derdine derman arayan hastalar olarak, benim tanımlamamla…

Kesinlikle doğru…

Dertleri de evrensel boyutta olduğu için dertlerine derman ararken insanlığa faydaları dokunmuş oluyorlar dolaylı olarak.

‘’Ben Nasıl Bir Şeyim Ya!?’’

Araştırmalara göre Paul Klee, diyelim ki hayatı boyunca on saat yaşamışsa bunun 6-7 saati atölyesinde geçmiş. Bir insan düşünün, hayatını atölyenin içinde geçiriyor. Başka bir şeye pek gitmiyor. Dışarı çıkıyor ve eğleniyor tabii… Bir insanı atölyeye kitleyen duygu ne olabilir?

Dünyaya atılmışız aslında. Ben kendim buraya bir şekilde… Sipariş de vermedim, kimseden bir talebim de olmadı. Ben buraya geldim şimdi… Hepimiz öyle değil miyiz? Pat diye geliveriyoruz. Bakıyoruz ve biz bir yerdeyiz. Biz bir yerde feci bir yolculuk yapıyoruz. İşin gerçeği bu. Görünenler kesinlikle rüya gibi bir şey. Biz de şu anda rüyanın bir parçasıyız belki de. Gerçeği şu… Belki de 140 bin kilometre hızla gitmekteyiz galaksinin içinde. Yuvarlak bir kayanın üzerinde duruyoruz. Hiç farkında değiliz. Sokak, köprü, bakkal, çocuklar, karım, sevgilim… Her ne varsa sanıyoruz ki hayat onlarla beraber. Hiç öyle bir şey yok aslında. Bunları düşündükçe daha da karmaşıklaşıyor, daha da yalnızlaşıyorsunuz. Buna bir anlam vermeye çalışıyorsunuz. Kendi adıma konuşuyorum…

Bir sürü sanatçılar… Sadece ressamlar ve heykeltıraşlar da değil; sinemacılar, dansçılar, tiyatrocular, müzikle uğraşan insanlar… Hepsi… Hayır! Sanatçıların dışında bir sürü insan da aynı duyguyu hissedebilir. Az önce burada bir arkadaşımla oturuyorduk. O da söyledi… Başımızı yastığa koyduğumuz zaman, bu derin yalnızlığın ve kendimizle olan yüzleşmemizin en doruk noktasıymış gibi geliyor bana. Yastığa başımı koyduğum zaman;

‘’Ben nasıl bir şeyim ya!?’’

Ama bu cevaplanması çok zor bir soru. Sadece sanıyoruz ki ben böyle düşünüyorum. Hayır! Bir sürü insan böyle düşünüyor. Neredeyse hepimiz yani… Kendi biricikliğimizi anlamaya çalışıyoruz gibi geliyor. Ben naçizane heykel yapıyorum. Sen, güzel bir şeyler oluyor… Öbürü başka bir şey söyleyecek. ‘’Aa! Ben ne güzel heykel yapıyormuşum.’’ diyeceğim kendi kendime. Kendimi böyle var edeceğim. Kendini var etmek de her ne demekse…

Dünyada modeller var öyle değil mi? Bir heykeltıraş olma modeli var. Ya da bir artist olacaksın, bir oyuncu olacaksın… O modellere mi gireceğiz? Ben bunu da anlamış değilim. Hiçbir şey anlamayarak bir şeyleri çözmeye çalışıyorum. Konu tekrar Leonardo’ya gidiyor. Leonardo, bu konudaki çok iyi örneklerden bir tanesi bence. Tanımlayabileceğim bir örnek olduğunu söyleyebilirim. Onun bu yoğun yaşantısı, az önce bahsettiğim mağduriyetini ‘’tahsil’’ etmek deyince biraz kötü bir laf gibi oluyor. Tahsil etmek demeyelim de hayata elle tutulabilir bir şey koymak, değerli ve içinde ‘’aferinlerin’’ de olduğu… Başarı odağı ve aferin meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Picasso’sundan öbürlerine kadar…

Joseph Beuys da ‘’Ben bir şey yaratmıyorum.’’ diyor. ‘’Oradan buradan olan parçaları alıp onları bir araya getiriyorum.’’ diyor… Başka bir anlamı da var, bir kişi tek başına yaratıcı olmuyor. Siz de lazımsınız. Sizden de bir şey almam lazım. O zaman ben bir şey yapabilirim. Hiçbir şey yokken nasıl yaratıcı bir şey yapabilirim? Mutlaka sizden, oradan, buradan zenginleşeceğim. Bunların arasında bağlantı kurma becerisini de öğrenmem gerekiyor.

Bir de deli gibi her şeyi öğrenmem gerekmiyor. Saçmalık yani! Bir sürü aptalca şey… Lazım olan bilgileri, lazım olduğu kadar yani gerektiği kadar onları toplayıp bağlantı kurma becerisini göstermem gerekiyor.


‘’Sanat Bir Bahaneden İbaret.’’

Öğrenme konusu bence de çok önemli. Öğrenmekten de ziyade beni ilgilendiren kısım merak etmek. Mağdur ve meraklı bir insanın bana göre yapamayacağı hiçbir şey yok. Çünkü burada işin içine felsefe giriyor, iyileşmek için olan kreatif süreçler giriyor. İnsanın güdüsü hayatta kalmak, ayakta kalmak…

Rönesansın çok önemli düşünürlerinden ve ‘’sanat tarihçilerinden’’ Alberti’nin sanatçı tanımı, sizin kendi tanımınızla çok iyi uyuşuyor. ‘’Yeni bir sanatçı tanımı var. Entelektüel güçlerini yaratıcı güçleriyle birleştirebilen insan.’’ diyor. Ben bunu çok önemsiyorum. Dediğiniz gibi öğrenilmiş bilgiden çok o bilgiyi alıp ne yaptığınız önemli.

Biraz kendi yorumlarımı söylemek istiyorum size. Kinetik heykel diye baktığımızda hareketli heykeller var, ışık heykelleri diyebiliriz… Optik enstalasyonlar diyorum ben daha çok. Böyle şeyler var… Bahsedilen şeylerin arasında bana kalırsa günümüzün en büyük problemi olan, ‘’vicdani’’ bir altyapısı olan eserler sizinkiler. Yani vicdanın devreye girdiği bir teknoloji durumundan bahsediyoruz. En büyük tartışma ne? Mesela AI, sanatçıların, tasarımcıların ve kreatif işlerle uğraşanların elinden işlerini alacak mı? AI insanlığı yok edecek mi? derken siz çıkıyorsunuz ve buna karşı bir duruş gibi nostaljik bir şekilde otomasyon teknolojileri ile vicdanı, o unuttuğumuz duyguları, insanın insana dokunmasını, yalnızken yaşanabilen durumları birden insanın içine girebileceği bir durum haline getiriyorsunuz.

Bunları düşünerek yapmıyorum ama. Hangi duyguyla başladığımı ve yönettiğimi bilemiyorum aslında. Az önce bahsettiğiniz bu yeni dünyanın yeni halleri konusunda ben tamamen başka düşünüyorum. Yeni bilgisayarlar çıkıyor, herkes ona hazırlanıyor. Sanal dünya, robotlar dünyayı ele geçirecek, öğrenen makineler… Bütün hepsi palavra aslında! Hiçbirisi doğru değil. Zerre kadar öğrenen bir makine henüz yok yani. Olmayacak mı? Olacak… Bin sene sonra belki bilemiyorum. Hiçbir makineye bir şey öğretemezsiniz. Böyle bir kapasitesi yok. Hiçbir hücreyi daha yapamadılar. Kendi bilincinin farkında olan bir amip kadar, bir tek hücreli kadar çalışabilen bir robot henüz yok. Hala ele geçirme muhabbeti… Bugün dünyayı zaten belli bir sınıf insan ele geçirmiş durumda. İnsanlar ele geçirmişler… Robotların yapması mümkün değil yani. Düğmesine basarsın ve robotlar pert olurlar. Böyle bir şey yok. Saçma sapan şey… İnsanlar hayal kurmayı çok seviyorlar. Bu hoş bir hayal. İç gıcıklayıcı bir hayal ve bunun peşinde koşuyoruz diye düşünüyorum.

Robotla ilgili bir soru vardı, onu kaçırdım. Hep kaçırıyorum zaten. (Gülüşmeler.)

Siz aslında bu robotik dünyaya, otomasyon teknolojileriyle işin içine duyguyu da katarak karşı duruyorsunuz izlenimi var bende.

Evet, ama çok yalın şeyler kullanıyorum. Kullandığım teknoloji çok karmaşık ve bilgisayar kökenli değil. Çok mekanikler. El Cezeri’nin makineleri kadar… Otomatlar aslında. Otomattaki motor var. Bir iki diski çeviriyor. Diskler bir yere bağlanıyor. Bu basit gibi görünse de bunları bir arada toplamak ve organize etmek… Şunu söylemeye çalışıyorum; ikimiz de heykel yapabiliriz. Aslında konular bahane. Bizim o konuyu ne şekilde işlediğimize bağlı. Diyelim ki ikimiz de çocuğunu seven bir anneyi işleyeceğiz. Bin kişiye aynı konuyu verelim! Ne kadar çeşitli şey çıkar. Herkes işte bu kadar renkli. Yani sanat aslında bir bahaneden ibaret.

Nedir konu? Konu, sanatçının kendisini ifade etme arzusu. Başka hiçbir şey değil. Çıkanlardan tabii ki besleniyoruz. ‘’Ne güzel atlar çıktı, tiyatro çıktı, sinema çıktı.’’ diyoruz. Sinemada bir tane yönetmen var. Yönetmenin bir tane duygusu var. O duygu için binlerce kişi çalışıyor. Işıklar sönüyor ve sinema seyrediyoruz. Orada bir aşk var, savaş var, ne biliyim Hitler dönemi anlatılıyor olabilir. Başka şeyler var. Pasolini’de başka bir şeyler var. Hikaye sadece yönetmenin hayalleri… Yani ne oldu? Yönetmen bir şeyi bahane etti. Orada konuşan aslında yönetmen. Yani yönetmenin lafı… Benim de heykelimde öyle. At yaptım… Adam, kadın, bir sürü bir şeyler var. Ben bir şey anlatmak istiyorum. Becerebildim mi? Hayır! Henüz değil… Becerebilecek miyim? Hiç emin değilim. Olsun… Niyetim var. Bunlar niyet ürünleri diyebiliriz.

Tesla’nın da sizin bu dediğinizi doğrulayan çok güzel bir sözü var. ‘’Çabalarımız boşa değildir, başarmasak bile.’’ diyor. Burada çabanın tekrarı, ‘’yaralı ruh’’ dediğimiz sanatçının üretimine gönderme yapıyor…

Yaralı ruhu kim diyor?

Ben! (Gülüşmeler.)

Bence iyi oldu ‘’yaralı ruh’’. Yaralı olmasa başka insanlar gibi çok rutin işler yapılırdı. Market açacağız, kasap dükkanı işleteceğiz, züccaciye açacağız… Ama bir hadise var öyle değil mi? ona ‘’yara’’ mı diyelim, yoksa başka bir şey mi?

‘’Mesele’’ diyorlar…

Eğer öyleyse de iyi ki yaralar var. Çünkü yaralar insanı duyarlı yapıyor. Daha çok izleyen oluyorsunuz, bakan oluyorsunuz. Yani bakıp geçmiyorsunuz. Yaralanınca artık bakarsın… Adam diyor ki, yaralanmış bir psikologa gidin. Ancak o size yardımcı olabilir.

Nasreddin Hoca’nın damdan düşeni getirin dediği gibi…

Evet… (Gülüşmeler.)

Bu arada ben yaralı bir psikologa gittim ve gerçekten müthişti. Çünkü aynı dertlerimiz vardı. Çok tavsiye ederim…

art niyetli sohbetler

‘’Beni Anlasınlar İstiyorum…’’

(Elindeki kitabı göstererek.) Uzun zamandır okuduğum bir kitap. Bu kitabı okuyup bitirmek için okumuyorum. Sürekli kendimi ayık tutmak için okuyorum. Çünkü öyle bir dünyadayız ki şu an, bence kapitalist sistem bütün varlığıyla bizi uyutmak üzere kurgulanmış. Her adımımızda daha da uyuşturuluyoruz. O yüzden ben arada kendimi çimdiklemek için okuyorum… Eşyanın Dilinden Anlamak, Matthew Crawford…

Crawford bir akademisyen ve akademiyi bırakıyor. Çünkü akademinin onu doyurmadığını düşünüyor ve kendisine bir motosiklet atölyesi açıyor. Oradaki deneyimleri üzerinden giderken bahsettiği bütün konular sizin sanat pratiğinizin özü…

İnsanların malzeme ve eliyle arasındaki bütün iletişimi kaybetmiş olması, bundan 30-40 yıl önce içi açılabilen ev aletlerinin günümüzde kapalı birer kutuya dönüşüp onunla olan bütün iletişiminizin kopması… Makinelerden konuşurken aslında insanlarda da öyle. Eskiden bir insanın içine dokunabiliyorunuz. Artık oralar kapalı. Kişisel gelişim ile kapalı, onunla bununla kapalı… Herkes zaten psikoloji biliyor. Gerçek bir kavga yapamıyorsunuz. Gerçek bir iletişim, bir çatışma yok. Her şey çok formal…

Tekrar sizin eserlerinize döndüğümüz zaman o kapanmış olan her yer ifadesiyle, hareketiyle, bükülmesiyle, kırılmasıyla tekrardan insanın içini hareketlendiriyor…

Benim bir şey anlatmama gerek yok zaten. Sen her şeyi anlattın aslında. Röportaj bence bitmiştir burada… (Gülüşmeler.)

Öyle değil mi? Anlattın her şeyi…

Ay, çok özür diliyorum! (Gülüşmeler.)

Özür dile diye söylemedim. Çok güzel oldu. Benim anlatacaklarımı sen anlamış oldun ve tarif ettin. Bu güzel bir şey ve ben beğeniyorum bunu…

Demek ki siz sanatçı olarak bu kadar iyi anlatabilmişsiniz ki, ben anlamışım seyirci olarak…

Hayır, bunu anlayan sensin. Herkes anlamayabilir bu kadar.

Ay, yok siz anlattınız! (Gülüşmeler.)

Sanatçı tabii ki güzel şeyler yapmak istiyor. Güzel de ne demek? Yani seyri güzel, duygusu güzel olsun. Ben de onun peşinde… Aslında neyin peşinde olduğumu tam bilmiyorum. Ama bazı şeyleri tanımlıyor olabilirim. Nedir? Daha önce yaptıklarım hareketsiz, üç boyutlu objelerdi. Demek ki ben malzemeyi seviyorum. Geçmişimde babamdan, elektromekanik ile uğraşan bir adamdan da aldıklarım var. İşte bu serüven böyle getirdi… Robotlar, daha sonra derisi olan, silikon gibi esneyen, insana daha çok benzeyen, yani duyguyu daha çok verebilen malzemelere yöneldim. Böyle bir seyrim olduğu söylenebilir.

Tüm bunlara baktığımda bir duygu peşinde olduğum, senin de söylediğin gibi çok net yani. Ne olduğunu ben de bilmiyorum, ama bir şey anlatmaya çalışıyorum. Hayatınızdan bir şey seçiyorsunuz. Annenizden, babanızdan, kardeşinizden bir şey görüyorsunuz. Bu duygunun anlatılması gerekiyor. Zaten hissettiğin bir şey bu. Anlatılabilecek bir şey değil… Ne yapabilirsin? Bir heykelle bunu yapabilirsin.

Seninle bir bağ kurmaya çalışıyorum. İşin gerçeği bu… Beni anlasınlar istiyorum. ‘’Hey! Ben buradayım. Doğdum, ,istemeden geldim. Atıldım bu tarafa ve beni anlayın.’’ gibi bir şey bu… Bence sanatçı arkadaşlarımın hepsi böyle bir şey düşünüyorlar. Yırtınıyoruz bir şeyleri anlatmak için. Ben kendime böyle bahaneler yaratıyorum. Bunlar üzerinden sizinle iletişim kurmaya çalıştığım söylenebilir belki.

Bunu bilinçli bir şekilde mi yapıyorsunuz bilmiyorum ama, işin içinde akademik bir taraf da var. Mesela Aşk heykelinizle Canova’ya gönderme yapıyorsunuz. Canova’nın neoklasik dönemdeki en önemli ve şu an Louvre’de görebileceğiniz ve benim önünde saatlerce, günlerce vakit geçirdiğim bir eseri bugüne taşıyorsunuz. Bu şekilde insanların onun yapıldığı döneme gidip biraz da o günden bugüne heykeli düşünmeleri için belki de…

Mesela Bernini konuşmuştuk sizinle… İfade konusunda en alışılagelmişin dışına çıkan, Michelangelo’nun kurallarını yıkan bir heykeltıraş. Ama tek bir perspektif var. Dönemiyorsunuz etrafında. Canova gerçekten etrafında dönülebilen ve seyri sonsuz keyifli işler yapar.

Kısaca aşk ve psihe… Mitolojideki hikayeden bahsetmek istiyorum. Aslında Afrodit’in çok büyük bir komplosundan ölmüş olan aklın, aşk tarafından tekrar uyandırıldığı sahne… Bu sahne önemli. Çünkü kadının o aşkla uyanıp baktığı, o kendi rönesans anları var. Ama biz bunun etrafında dönsek dolaşsak bile, vücutların stresinden oradaki anın duygusunu anlıyoruz. Sizin eserinize geldiğimizde ise, etrafında dönüp durduğumuz bu eserin bir bakıyoruz ki içindeyiz…

Ne oldu biliyor musunuz? Heykele başladıktan sonra o adama saygım yüzlere kat arttı. Heykeli seyrederken bunu düşünmüyorsunuz. Çünkü kendinizden geçmiş bir durumda heykelin etrafında dolaşıyorsunuz. Ama o heykeli yaparken ne oluyor biliyor musunuz? Feci zorlanıyorsunuz ve iki tane figür iç içe geçmiş… Aslında bir tane kocaman bir mermer kütle var. İçinde aşk yaşayan iki insanı yapacaksınız. Kestiğiniz bir parçayı bir daha yerine koyamazsınız. Ama sonunda feci etkili ve duygulu bir şey çıkaracaksınız…

Yaparken Canova ile tanıştım. Canova’nın zorluklarını, döktüğü teri, sıkıntısını ve stresini tanıdım. Ve onun o büyüklüğüne hayran kaldım. O kadar çok şey öğrendim ki, heykel için çok büyük kazanımlarım oldu. Bütün o sanatçılara saygım ve değerleri gözümde o kadar büyüdüler ki anlatamam.

Kapatmadan önce son olarak sanat konusu olduğunda Atatürk’e gönderme yapmadan edemiyorum. Çünkü bir ülkeyi kurtarıyor, bir millet oluşuyor. Onun bütün kültürel altyapısını yapıyor. Kitaplar yazıyor. Bir yandan da sanatı gerçekten besliyor ve bugünkü çağdaş sanatın bütün altyapısını oluşturuyor…

Keşke onu takip etseydik ve söylediklerinin peşinden gitseydik. Bu düzen bu şekilde değil de, biraz daha ona bağlı bir şekilde yürüseydi ne kadar feci (olumlu anlamda) şeyler olabilirdi.

Bu arada bir şey daha söylemek istiyorum. Bizim fuarda şu anki çalışmaların bir devamı mahiyetinde sürpriz birkaç işlerimiz var. Bunu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Nerede? Lütfi Kırdar’da, Brieflyart’da… Baran ile birlikte böyle bir etkinliğimiz olacak. Bunu da araya sıkıştırmış olmak isterim…

Sıkıştırmayın efendim… Ben onu söylemezsiniz diye sormuyordum. (Gülüşmeler.)

Sonunda söyledim artık…

Ama biraz ipucu…

Çığlık adlı bir heykelimiz var. Üzerinde hala çalışıyoruz. Birkaç tane işimiz var. Sürpriz olsun artık bakalım. Belki anlatırız yavaş yavaş…

O zaman heyecanla bekliyoruz. Biz de orada olacağız.

Atölyenizin kapısını bana açtığınız için çok teşekkür ederim.

Estağfurullah…

Ve bu zihin açıcı sohbet için…

Ne güzel, çok teşekkür ederim. Arkadaşlarıma da çok teşekkür ederim. (Çekim ekibine dönerek.)

Bir Art Niyetli Sohbetler’in daha sonuna geldik. Mey|Diageo’ya sürdürülebilir kültür sanat iletişimimizdeki destekleri için çok teşekkür ediyoruz. Çünkü biz sürdürülebilirlik odaklı içerikler yapan bir yayın olarak, sürdürülebilirliğin kültür ve sanattan bağımsız olarak konuşulamayacağına inanıyoruz. Tabii ki bu destekler olmadan da sesimizi duyuramıyoruz. Destekleriniz çok değerli… Siz izleyicilerimiz; sizin de izlemeniz ve bu konuları büyütmeniz bizim için çok değerli. Çok teşekkürler. Bir dahaki bölümde buluşmak üzere, hoşçakalın.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir