beril ateş bihter ayyıldız

Art Niyetli Sohbetler: Beril Ateş

Güncelleme Tarihi: 13 Nisan 2024

Kültür sanat ve sürdürülebilirlik, birbirine sıkı sıkıya bağlı kavramlar. Sürdürülebilir bir yaşam sürebilmek için yaşam tarzımızı sanatın her ögesiyle beslememiz gerekiyor. Bunu bildiğimiz için PlumeMag olarak kurulduğumuz günden beri kültür sanat etkinliklerine değinmeye çalışıyor ve sanatçıların yanında yer alıyoruz.

Platformumuzda da en değer verdiğimiz kategorilerimizden biri olan Kültür-Sanat kategorimizin sponsoru Mey|Diageo’nun katkılarıyla Art Niyetli Sohbetler serisine imza attık. Serimizin yedinci bölümünde ise konuğumuz Beril Ateş.

Birbirinden renkli çizimleri ile tanıdığımız sanatçı Beril Ateş ile sanatı, hayatı, denizi, çizgileri ve çok daha fazlasını konuştuk…

Genel bir konudan bahsetmiyoruz ama ben senin son sergine dönmek istiyorum. Çünkü şu an perşembe pazarındayız ve son sergin -sergiden çok biraz kişisel anlatımın da diyebileceğimiz- yaşarken kendine yaptığın bir retrospektif tadında geçen işlerinin bir toplamıydı. Oradan geriye doğru gidelim istersen?

Tabii. Geçtiğimiz aralık ayında Perşembe Pazarı adlı sergiyi bu atölyede açtım. Geçtiğimiz süreçte bu mekana da kendimi çok alıştıramadığım için bu süreç benim için biraz hem “Ben kimim?” sorusunun cevabı hem de bu mekanla olan bağımın yeniden tanımlanması gibiydi bene. Çünkü dediğin gibi aslında yaşarken kendimi açtığım, kendime kendimi anlattığım ufak bir retrospektif.

Yaklaşık 13-14 yılımı kapsayan bütün işler bu sergide sergilendi. Okurken 2010’da açtığım ilk sergiyle başladı. Günümüzde yaptığım, bugün hala devam eden koleksiyonuma kadar birçok işi görebildiğimiz bir sergi oldu. Bu süreç benim için müthiş bir tatmin süreciydi. Çünkü kendim için neler yaptığımı ve aslında insanlara da yaptığım işi anlatmanın keyifli bir yolculuğu oldu.

Perşembe pazarındayız. Bunu sıkça vurguluyorum ve vurgulamaya da devam edeceğim. Sen de sergini burada, kendi atölyende açtın. Seninle bu konuşmayı yapmadan önce tanışmak üzere geldiğimde de söylediğin bir şey benim çok dikkatimi çekti. Bizim mekansal olarak sokaktayken özgürlüğümüzün gitgide daraldığı bir durum var. Hepimizin yaşadığı… Burası senin yaratıcı mekanın, bütün özgür fikirlerinin çıktığı bir yerken de takıldığın bazı özgürlük meseleleri var. Burası o anlamda da yine ikilem yaşadığın bir mekan. Bu mekanın da son sergideki yeni eserlere bir etkisi oldu mu?

Muhakkak olmuştur. Çünkü maalesef bir kadın olarak geçtiğimiz senelerde eski özgürlük alanımın hala aynı kaldığını düşünmüyorum. Yaşadığımız çevreye göre giyinme şeklimiz de takındığımız tavır da değişebiliyor. Erkek egemen toplumda yaşamanın yol açtığı o kadınsılığı belki de gönlümüzce yaşayamamanın verdiği bir takım kendimize yaptığımız sansürler oluyor. O yüzden burası da bildiğin gibi esnafın, tedarikçilerin yoğun olduğu bir ticaret merkezi aslında perşembe pazarı. Bir yandan çok keyifli, herkes çok güleryüzlü vs. Ama herhalde kendime uyguladığım o otosansürle tabii ki buraya geliş sürecimdeki birtakım özgürlük kısıtlanmaları yaşanıyor. Bu da dediğin gibi son sergide ve yeni koleksiyonda da birçok etkisini gösterdi bence.

“Neşemde Bir Şeyler Eksik”

beril ateş çizim

Bu “çok renkten” bahsediyoruz. En son eserler en yoğun ve en flashy (gösterişli) renklerin olduğu… Ama yakından bakınca da tam tersine çok derin; bazılarında korku diyeceğim, bazılarında şiddet… Hani kim kendi okumasına göre algılarsa… Bu acaba yaşadığımız toplumsal sıkışmanın bir çıktısı olabilir mi?

Tabii ki. Çünkü bu koleksiyonun adı Neşemde Bir Şeyler Eksik. Bu neşe konusu benim son dönemde çok üzerinde durduğum bir konu. Çünkü geçtiğimiz süreçte de benim sanatsal üretimimle alakalı “çok neşeli” tanımı çok yapılıyor. Neşe, enteresan bir olgu bence. Neyin neşeli, neyin neşesiz olduğunun kişiye göre olan tanımı bence değişiyor. “Çok canlı renklerde, çok rengarenk olan bir şey illa neşeli midir?” sorusu gündeme geliyor benim için.

Bu koleksiyonda da aslında insanların ilk baktıkları zaman o resme çekilmeleri, o heyecanı görüp gerçekten detayına indiklerinde anlayabilecekleri ağırlıkta bir koleksiyon ürettim. Bu da tamamen bir serbest çağrışımdı benim için en başlarda. Çünkü ürettiğim işler zaman içerisinde bir anlam kazandı. Yani kendimi çok ağır ve derin hissettiğim bir dönemden geçtim ve atölyeye geldiğimde masada duran bir kağıda mavi bir kalemle birden neşemde bir şeyler eksik yazdım.

Çünkü onun yoksunluğunu çok hissediyordum. Bu toplumun, Türkiye’de yaşadıklarımızın, Dünyada yaşadıklarımızın… İnsanları incelemeyi sevdiğim için de çektiğimiz birtakım o duygu eksikliklerinin bu koleksiyona bir şekilde bir yansıması oldu birdenbire. Çok fazla o bütünselliğin parçalandığını görüyoruz. İnsan yüzleri, vücutlar, bedenler artık parçalanmaya, uzuvlar haline gelmeye başladı. Bu renkli dünyanın altında aslında kadına şiddet, çocuk istismarı, tecavüzler vs. Aslında haksızlığa, adaletsizliğe dayalı birçok fazla anlatı var. Bunlar bana çok ağır geliyordu. Bunları bağıra bağıra söyleyemeyeceğim için belki de çizme yoluyla bir şekilde kusmuş oldum diye düşünüyorum.

Renklerin de o zamanla yüksekliği senin çığlığına denk geliyor diyebiliriz.

Evet.

“Varoluşsal Sıkıntıların Yol Açtığı Bir Kendimi Keşfetme Yolculuğundayım.”

çizimhane

Ben geçen seninle buluşmadan birkaç gün önce Budapeşte’den dönmüştüm. Orada çok detaylı, geniş bir Renoir sergisi izleme şansım olmuştu ve Renoir’i bu kadar detaylı tanımıyordum. Kendisinin bu kadar zor ve depresif dönemler yaşamış bir sanatçı olarak, her zaman herkesin hemen söyleyeceği eserlerindeki neşe ve umut… Seksen yaşına yakın, eli ayağı tutmuyorken, ölmeden önce yaptığı son eseri de Yıkanan Kızlar isimli yatay bir eser. (Kitaptan gösteriyor.) Bu eser hakkında biraz detay vermek istiyorum. Çünkü ben sana nerede doğdun, ne yaptın, nasıl sanata atıldın? diye sormadım. Çünkü bunları Google’da herkes çok rahat bulabilir. Ben sanatçıların o eğitimlerden ve aldıkları ilk donanımdan sonra onunla ne yaptıklarıyla ilgileniyorum.

Yıkanan Kızlar tablosu yatay bir tablo. Çünkü artık Renoir’in belli bir dönemden sonra eli tutmadığı ve tekerlekli sandalyede oturduğu için dikey tablolar yapamıyor, yataya dönüyor. Bunu da insanlığa bir armağan olarak, yine de doğanın ve insanın en iyi durumda olduğu halini bırakıyor. Hani senin renkli çığlıklarınla beraber… Ve sen demiştin ki; “Bu son eserler benim için bir terapi oldu.” İşte ben de orada sanatçının gücünü şöyle yorumluyorum; bulunduğu bütün olumsuz durumları yine umutla iyi bir şeye evirmek için kendini de bir anlamda bir enstrüman olarak kullanıyor. İnsanlık için…

Böyle bir göndermeden sonra biraz da eserlerin içine girmek istiyorum. Çünkü en son koleksiyonda senin o çok alıştığımız balıklarından… Hani seni rakı, balık, ateş üçlemesinden biraz uzak görüyoruz. (Gülüşmeler.) Onu da biraz açalım istersen?

Tabii. Öncelikle ona ufak bir değineyim. Orada da seninle ufak bir konuşmuştuk umut konusu üzerine. Aslında hepimizin bir şeyler üretmesi zaten bir umut ışığı aramak bence. Bir çıkış yolu aramak… Ve onun her zaman orada bir yerlerde bulunduğunu bilmek de bence bir iç huzur veriyor, bizi bir şekilde ayakta tutuyor diye düşünüyorum.

Bu son koleksiyonda da evet, çok farklı bir dünya görüyoruz balıklardan. Biraz artık son dönemde “Ben kimim?” sorusu üzerinde de çok durmaya başladım. Yani yaptığım işler, dönemsel olarak içinde bulunduğum ruh haline göre değişiyorlar mı? Kullandığım renkler, kullandığım şekiller değişiyorlar mı? Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum? gibi aslında bir sürü varoluşsal sıkıntıların yol açtığı bir kendimi keşfetme yolculuğundayım.

O yüzden bu son koleksiyonda balık dünyasından biraz uzağız. Ama bunların hepsi aslında içinde. Çünkü bunlarda benim parçam; çocukluğumdan itibaren gelen sürekli çizdiğim o denizaltı dünyası, hayal gücümün bulunduğu o güzel dünya, neşeli dünya, tasasız dünya şu anda büyümeyle beraber, yaş almakla beraber bir sürü sorun barındırmaya başladı içinde. Dolayısıyla bu deniz kızları, bu balıklar farklı anlamlara bürünmeye başladı. Yani balık eski balık değil. Bir resimde bir sofrayı, bir resimde belki bir umudu, bir resimde de o benim ait olduğum, sevdiğim hissin parçalanmasını temsil ediyor. 

Yani bu dönem dönem değişiyor ve aynı kalmak durumunda değil. Çünkü ben değişiyorum, toplum değişiyor vs. Bu deniz kızları da aslında biraz son dönemde günümüzdeki kadın figürü üzerine bir anlam katmaya başladı benim için. Çünkü dediğim gibi çok erkek egemen bir toplumda yaşadığımız için deniz kızının ona karşı güçlü duruşu, etrafındaki o bakışlara ve aslında etrafımızı sarmış kirliliğe karşı ayakta duruşu çok farklı bir yolculuğa çıkıyor şu anda.

beril ateş stüdyo

Deniz kızı da düşünürsek, bizim Yedi Cüceler’deki Pamuk Prenses’in sualtı versiyonu oluyor ve derin düşüncelere de bizi başka yerlere götürebiliyor. Burada senin çizerek anlatman ve çizerek kendi hayatını kayıt altına alman konusu da beni birazcık Etel Adnan’a götürdü. Ben böyle bağlantılar yapmayı seviyorum. Çünkü senin sanatınla beraber bende uyanan duygular farklıdır, başkasında farklıdır. Ama bu çapraz geçişleri önemsiyorum ve Etel Adnan’ı da bir kadın düşünür olarak her şeyden öte çok önemsiyorum çağımız için.

Sen de bir nevi düşünür, bir nevi şairsin diyebiliriz. Yine bunu konuştuk. Çünkü çok fazla söz, çok fazla yazı var eserlerinde. Bir zamanın Yahya Kemal Beyatlı’sı bambaşka bir tarzda şiir yazarken bugünün şiiri de biraz böyle…  Etel Adnan “Yazmak aslında çizmektir.” diyorken sen, “Çizmek aslında yazmaktır.” diyorsun. Ama durdurun dünyayı, inecek mi var yoksa binecek mi var? Yani senin o yazıyla çiziyle birlikte yapmaya çalıştığın kayıt altına almak, hangi motivasyonla yaptığın bir şey?

Yani, hem inecek var hem binecek var bence. Çünkü bir şeyleri bırakıp aldığımız yeniliklerle yola devam etmek diyebilirim. Şöyle hissediyorum; bizi oluşturan her şey, geçmişten bugüne taşıdığımız öğeler. Sonuç olarak bunun bir kısmından kurtulmak istiyorsak bırakıyoruz ve yola başka şeylerle devam ediyoruz.

Yazıyla olan ilişkim de şöyle aslında… Yani ne üretiyoruz? Resim, yazı… Hepsi sanatın bir parçası, Ben şuyum veya ben buyum gibi kesin bir tanım kesinlikle yok. Hepsi iç içe. Yazıda da kendimi iyi ifade edebildiğim dönemler oluyor. Bir anda aklıma bir fikir gelebiliyor ve o, resimden daha kuvvetli olabiliyor. Bazen resmi tamamlıyor bu yazı. Bazen resim yazıyı… Bilmiyorum, ikisi birlikte yürüyor diye düşünüyorum. Dediğin gibi yani… Çünkü oradaki bir rengi, bir deseni, bir dokuyu o kelime sanki tam yerine oturtturuyor gibi hissediyorum.

“İçimizde deniz…”

kafa çizimhane

Bir de 90’lı yılların bir magazin başlığı geliyor aklıma senin bu suyla, denizle, balıkla olan ilişkinde. “Ankaralı doğdu, Marmaralı oldu.” (Gülüşmeler.) Hani öyle şeyler vardı ya futbolcular için… Sen Ankara’da doğmuş, büyümüş ve üniversitenin sonuna kadar da orada yaşamış bir insan olarak bu kadar balık tutkun Trilye Restoran’dan* geliyor olamaz herhalde. (Gülüşmeler.) İlk olarak balığın senin eserlerine girip bu kadar yer etmesi ve seninle bunu (balığı) bağdaştıracak kadar ikonik bir bağ nasıl oluştu?

* Trilye Restoran, Ankara’da bulunan bir deniz ürünleri lokantası.

Dediğim gibi aslında çocukluğumun bir parçası bu. Hayal gücünün bir ürünü… Ama sonrasında ailemiz bizi çok böyle tatil köyleri gibi yerlere değil de deniz tatiline götürmüş. Babam hep söylerdi; “Senin popon yanardı.” diye… Çünkü kafam hep suyun içerisindeymiş ve sualtını inceliyormuşum. Benim için inanılmaz büyülü bir dünya ve bu zaman içerisinde benimle değişmeye, büyümeye devam etti. Balık ve deniz kızı hayatımdan hiçbir zaman çıkmadı. Bazen çok aşık oldum; o deniz kızı, o denizciyle olan figüre büründü. Bugünkü işlerle çok farklı bir anlamı var.

Dolayısıyla Ankaralı olmanın, kara insanı olmanın verdiği yokluğun belki de o denizi göremiyorum ama deniz hayalimde…

İçinizde…

İçimizde deniz… Çünkü ben denizi çok özlediğim zaman deniz çizerim mesela. Benim soyut işlerim de var, çok fazla herkesin bilmediği. Ama su çizmeyi çok severim. Suyu çok severim. Suyun içerisinde bulunduğum zaman bana hakikaten meditatif bir etki yapıyor. Tenime iyi geliyor, ruhuma iyi geliyor. Beni çok farklı bir tarafımdan besliyor ve doyuruyor. O yüzden tamamlanmış gibi hissediyorum. Çok da sözlerle anlatabileceğim bir duygu değil. Çizerken bunu daha fazla yaşıyorum. O tuzun verdiği çok farklı bir enerji var bana.

Bager Akbay diye tasarımcı, akademisyen birisi var takip ettiğim. Flu TV’de* yayınları var. Çok beğeniyorum. Onun bu soyut sanatla ilgili, “Türkiye’de neden son dönemde bu kadar soyut sanat patlaması var?” söylemi var. Orada çok hak verdiğim bir şey var ve senin de ne düşündüğünü merak ediyorum. Bizim coğrafyamız zaten soyut anlatımın dışında bir şeye müsaade etmeyen bir coğrafya. Bu nesillerdir böyle gelen, zamanında Doğu’da kadınlar bunu kendi üzerlerine yaptıkları dövmelerle, Anadolu’da çoğu kadın halı ve kilimlere verdikleri küçük desenlerle anlatmış. Günümüzde de gençlerin, genç sanatçıların doğdukları dönem, söz söylenemeyen bir dönem. Bu onları soyuta itiyor gibi bir söylemi vardı. Ben çok katılıyorum. Sen ne düşünüyorsun, soyut sanatın bu kadar yaygınlaşması ile ilgili?

* Flu TV, İlker Canikligil’in kurucusu olduğu bir Youtube kanalı.

Ülkemizde tabii ki çok ciddi bir sansür konusu hakim. “Onu çizemezsin. Kadını bu kadar açık çizemezsin. Siyasi konuları açık resmedemezsin vs. vs. vs…” Maalesef gazeteciler içinde, sanatçılar içinde içerisinde bulunduğumuz duruma dair bir his ve bir görüş belirtmek isteyen herkes için bu sansür devam ediyor. Çok üzücü bir şekilde maalesef… Bu mu bizi soyuta itiyor bilmiyorum. Çünkü dediğim gibi, benim de soyut işlerimde anlatmak istediğim şeyler çok farklı. Belki başka sanatçıların çok farklı…

Benim soyut ihtiyacım daha çok hislerle yürüyen bir süreç. Çünkü bence orada bir “anı” anlatılıyor. Soyut işlerde sana ne hissettirdiği, tabii ki o esere baktığın zaman senin için önemli oluyor. Çünkü o sanatçıdan çıkmış oluyor. Ama sanatçıdan dinlediğin zaman belki arkasında bambaşka bir anı, bir hikaye var. Dolayısıyla o anıyı, o hissi anlatma süreci benim için. O rengin belki de çok farklı bir anısı, bir hissiyatı var o kişi için. Aslında çok soyut çalışan birisi olmadığım için benim yorumum çok doğru mu bilmiyorum. Ama bu şekilde düşünüyorum.

beril ateş eser

Peki senin insanların seni okumasıyla ilgili bir görüşün var mı? Yani yaptığın eser hala senin fikrin mi, yoksa onu herkes kendine göre okuyabilir mi? O serbestlik alanı ne kadar var senin sanatında?

Tabii ki var. Çünkü ben bu işi yapıncaya kadar aslında bu benim oluyor bence. Tabii ki sonrasında da benim. Hala benim için hissettirdikleri baki. Ama belki beş sene sonra o resme baktığımda başka şeyler de görüyorum. Çünkü bugünümüzü aslında bugün yorumlayabiliyor muyuz tam olarak bilmiyorum. Evet, belki bugün bu histeyim. Ama belki birkaç ay sonra diyeceğim ki. “O gün şöyle hissediyormuşum ve o yüzden böyle hissediyormuşum.” Belki de daha farklı bir gözle bakmaya başlayacağım kendi işime.

Dolayısıyla benim işim de benim için değişiyor. Artık izleyiciyle buluştuktan sonra da o insan, o işe baktığı zaman ne hissediyorsa, onun için ne ifade ediyorsa o… Çünkü kimisi benim hikayemi dinlemeyi ve benim gözümden bakmayı seviyor. Ama hikayeyi dinlemek istemeyene anlatmıyorum işin anlamını. Yani “Ben bunu şu hislerle çizdim.” demiyorum sorulmadığı mühletçe. Çünkü belki de orada çok farklı bir şey buluyor ve ona tutunuyor, ona inanıyor. Duvarına astığı zaman da onunla yaşamaya devam etmek istiyor. O yüzden bence o noktada benim onu bölüp kendime dair bir şey anlatmam ne kadar doğru kısmını düşünüyorum.

“Sanatı Sergilemek İçin İlla Bir Galeriye İhtiyaç Olduğunu Düşünmüyorum.”

Sanatında dış yoruma verdiğin cevap üzerinden şuraya bağlamak istiyorum… Bir bağımsız yanın var; burada kendi sergini yapabiliyorsun. Ama senin bir de Siyah Beyaz Galeri’n var. Yani galerinden bağımsızsın ve galerine bağlısın. Çünkü bence bu çok önemli bir denge. Türkiye’de özellikle çok yeni yeni kurulmaya başlanan dengeler… Senin gibi “genç” bir sanatçı için ve diğer sanatçılara da ilham olsun diye, bu dengeyi nasıl kuruyorsun ve bu neden önemli?

Ben sanatı sergilemek için illa bir galeriye ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Bir duvar yeter. Bir alan yeter… Yani ne anlatmak istediğine, ne için anlatmak istediğine bağlı olarak bu değişir.

Galeri Siyah Beyaz da benim üniversiteden beri beraber işler yaptığımız, çok sevdiğim Ankaralı galerim. Onların bu konudaki bakış açısı benim çok hoşuma gidiyor. Çünkü galerilerdeki “Sadece benimsin.”

Ya da toprağın… (Gülüşmeler.)

Evet, ya da toprağın… “Sadece benim üzerimden iş satabilirsin.” noktasında bence iş, bütün manasını kaybediyor. Buraya gelip, atölyeye gelip insanlar bir takım işler beğenip buradan da alabilirler. Galeri üzerinden de alabilirler. Fakat galerinin sana sağladığı şeyler kesinlikle çok çok önemli. Sana çok farklı, belki ulaşamayacağın alanlar sağlıyor. Sana yuva açıyor, bir ihtiyaç duyduğunda kol kanat geriyor vs.

Ama bence, sadece bir galerim olmalı ve ben onun üzerinden yürümeliyim hissiyatı… Bilmiyorum, beni çok bağlıyor. Sanki bir tasmaymış gibi gelen bir hissiyat. O yüzden iki tarafta da devam etmek, benim üretimimi de özgürleştiriyor bence.

Ben bunu her konuştuğum sanatçıya soruyorum; sanat biraz da politik bir şey. Görsel olarak, estetik olarak bazı güzel şeyler üreten insanları bir yana koyuyorum. Ama fikir üzerinden artık rengi, medyumu, neyle yapıyorsa onu bir konuyu anlatmaya çalışanları “sanatçı” olarak tanımladıktan sonra soruya geliyorum… O özgürlük alanına ihtiyacı var. Yani galerinin içinde ve dışında olabilmesi… Çünkü ben geçen gün LinkedIn’e şöyle bir şey yazdım… İş hayatından, gündelik hayattan çok sıkıldım ve bir video gördüm. Bir keman sanatçısı… Tek kolu yok. Ama inanılmaz bir coşkuyla, müthiş bir güler yüzle muhteşem bir konser veriyor. Dedim ki, coşku; eğer bir yolda yürüyorsan, bir hedefin varsa durdurulamayacak en büyük gücün. Maddi ve manevi her şeyin elinden alınabilir. Ama coşkun, seni devam ettiren şey. İdealizm de zaten kendi içinde o coşkuyu barındırıyor ve bazı sınırlar da o coşkunun celladı gibi geliyor bana.

Evet… Çünkü galerilerde şöyle bir şey de oluyor, bunları etrafımızdaki sanatçılardan da duyuyoruz; “Bu çok tuttu, bundan yapmaya devam et.” Bu, tamamen bir ticaret benim için. Yani bir sanatçıya “Bu tuttu, bu satıyor.” veya “O aldı, o da bundan istiyor.” mantığıyla sürekli aynı şey yaptırılması benim için ticaretten farksız bir durum. Dediğin gibi o insanın içerisindeki coşkuyu öldüren, ideaları öldüren bir noktaya geliyor. Çünkü bizim işimizde bence tutku ve cesaretin inanılmaz büyük bir önemi var.

Kendine cesur olmak en önemlisi. Çünkü üretmeni aslında tetikleyen şey de o cesaret. Yani “Ben bunu yapacağım. Alsalar da almasalar da ben bu üretimi yapacağım.” Çünkü o, sana dair bir şey zaten. Birileri sevsin, birileri alsın diye değil. Sen kendine kendini anlatıyorsun bir şekilde o işi yaparak. Senden çıkan bir parça… Dolayısıyla onun herhangi bir ticari kaygıyla üretilmesi kadar yanlış bir şey yok bence.

“Karşımdaki Markadan Benimle Beraber Uçmalarını Bekliyorum.”

beril ateş illustrasyon

Ticaret demişken, sen aslında tasarımcı yönünle de markalarla çok güzel iş birlikleri yapıyorsun. İşin o kısmına gelince, orayla ilgili senin kendi Türkan Şoray kuralların var mı? Nelere dikkat ediyorsun? Sanatçının kendini koruyarak da markalarla bir arada olması nasıl mümkün oluyor?

Ben çalıştığım markalarda hayal kurmalarına önem veriyorum. Çünkü çok fazla iş birliği var günümüzde. Neyin ne için yapıldığı, hangi amaçla ne kadar özenle yapıldığı bence çok önemli. Karşı taraftakilerin sanatçıyı anlaması, sanatı anlaması, vizyon sahibi olması çok önemli. 

Çünkü sonuç olarak evet, bunu bir markaya yapıyoruz ve onların birtakım kuralları var. Branding (marka yönetimi) kuralları var, onlara özel renkler var… Onları anlamak da -bir grafik tasarımcı olarak da konuşursam- çok çok önemli. Çünkü günün sonunda onların o çıkan işi sevmeleri ve uygulamaları sonuçtan mutlu olduklarını gösteriyor. Bu noktada ben de karşıdaki markadan aslında benimle beraber uçmalarını bekliyorum birazcık. Tabii ki imkanlar dahilinde…

Türkiye’de bu ne kadar mümkün oluyor? Çok olmuyor maalesef.

Çünkü her markanın imkanları veya bazen vizyonları, hayali kurulan şeyin üretilmesine imkan vermeyebiliyor. Dolayısıyla ben çalışacağım zaman, benim tarzımı gerçekten anlamış, beni tanıyan, beni seven, “Beril sana bırakıyoruz. Ama bizim de şöyle şöyle beklentilerimiz var.” dendiği noktada karşılıklı iletişimin kuvvetli olduğu (markaları tercih ediyorum.) Ki iletişim bence hayatta en en en önemli şey. O iletişim kurulduktan sonra ortaya çıkan iş birliği de müthiş oluyor.

Öbür türlü, zaman kaybı…

“Sofra Benim İçin Bir Portal.”

Son olarak sofralar ile bitireceğim. Çünkü sofralar benim çok önemsediğim bir yer. Her anlamda…  Hani, Cumhuriyet de çok güzel sofralarda kurulmuş. Uzun masalarda… Atatürk; herkesi dinlediği, eşit olduğu, herkesin eşit oturduğu sofraları kurmuş. Sofralar senin eserlerinde de, özel hayatında da bir yer kaplıyor. Ama tabii sofradan sofraya çok farklar var. 

Ben sofrayla ilgili üç tane birbirinden bağımsız örnekle sofrayı sanatta kendimce bir araya getirdim. En son Taner Ceylan’ın Olimpos Sergileri’nde Enteriyör’de Vildan Hoşbak’ın küçük bir minyatür çardağı vardı, içindeki masayla beraber. Altında da bir tane iskelet vardı.* Çok zengin bir sofranın altında bir iskelet… Beni çok etkiledi. Diğeri, platform…** Çok olay olmuştu o film de. Çok zengin bir sofranın katlar arasında nasıl paylaşılıp paylaşılamadığı, en sonunda insanların birbirini yediği… Bir de Antakya’yı analım. Gerçekten çok üzücü… Antakya’ya gittiğimde aldığım, orada keşfedilmiş bir mozaik… “Neşeli ol, hayatını yaşa.” yazan, bir iskeletin yanında bir şarap ve bir ekmekle beraber.***

Bu sofraları incelemeyi, sanatçıların sofraya bakışlarını çok seviyorum. Senin için sofra ne demek?

* Sessizlik Masası, 2023, Vildan Hoşbak.

* Platform, Galder Gaztelu-Urrutia tarafından yönetilen 2019 tarihli bir film.

*** İskelet Mozaik, 2012 yılında Antakya’da keşfedilen ve üzerinde genel kanıya göre “Neşeli ol, hayatı yaşa.” yazdığı düşünülen bir eser. Aslı Hatay Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.

Sofra çok önemli bir alan bence. Sofra benim için bir iletişim alanı en başta. Hatta bununla ilgili, yaptığım rakı şişelerinin birinde buna dair bir iş var. Bir portal üzerinden ben bunu anlatıyorum. Sofra benim için bir portal aslında. Oturduğumuz zaman, hepimiz aynı şekilde oturuyoruz. Ama paylaştıkça, o sohbetle, yediğimizle, içtiğimizle aslında o dönüşüm saatler sonrasında müthiş bir açılma dönüşüyor. Yani orada zaman geçirmek, o duyguların aktarımı, o sohbet, o duygu alışverişi… Bence o portala, yani sofraya oturuyoruz ve bambaşka bir insan olarak çıkıyoruz. Çünkü bir şeyler alıyoruz, bir şeyler veriyoruz. Bence müthiş bir alan. Günümüze kadar da evet, sofra üzerine çok farklı düşünme şekilleri oluşmuş. Ama benim için gerçekten belki de kimliğimi bulduğum, otururken bir şeyler yazmayı sevdiğim, en fazla da dökümante etmeyi sevdiğim alan olabilir. Çünkü sofrada çok fazla şey konuşulur ve paylaşılır. Bilmiyorum, benim için hakikaten bugünkü kimliğime varış sürecimde çok önemli bir olgu bence sofra.

O zaman yaşasın, büyük güzel sofralar diyelim. Çok teşekkür ediyorum bu keyifli sohbet için.

Ben teşekkür ederim.

Art Niyetli Sohbetler’in hayata geçmesinde çok değerli desteği olan Mey|Diageo’ya tekrar teşekkür ediyoruz. Onların sayesinde sürdürülebilirliği, kültür & sanat perspektifinden derin ve detaylı bir şekilde inceleyebiliyoruz. Bir sonraki bölümde buluşmak üzere herkese sevgiler.