Bizim Olan (!) Fantastik Edebiyat

Bizim Olan (!) Fantastik Edebiyat

Sir Edward Burnett Tylor’un -ki kendisi kültürel antropolojinin kurucusu olarak kabul edilir- ortaya attığı bir tez var. Halkbiliminde evrimsel görüş olarak bilinen bu tez, basitçe insan ruhunun her yerde aynı olduğunu ve insanların birbirlerinden habersiz olarak her yerde benzer ürünler ortaya koyacaklarını savunur. Elmaya atfedilen ilahi yakıştırmanın birbirinden alakasız pek çok coğrafyada benzerlikler taşıması, bu fikre harika bir örnek oluşturur. Tam da buradan baktığımızda fantastik edebiyat, kolektif insan zihninin en heyecan verici meşgalesi ve ortak hayal gücümüzün en kıymetli hazinesi olarak karşımızda duruyor.

Kategorizasyon olarak ele aldığımızda doğa üstü varlıklar, temel olarak iyi ve kötü taksiminde var olmuşlar. Mitler, destanlar, masallar, efsaneler, menkıbeler… Her biri, ilk insandan miras korkularımızın ve bu korkularla yine aynı yerde, hayal gücümüzde savaşan savunma mekanizmalarımızın tezahürü fantastik ögelerle dolu. Anlatılarımızdaki fantastik unsurların, korku ve cesaretimizin ete kemiğe bürünmüş halleri olduğunu söyleyebiliriz. İnsanca, pek insanca olan bu afektlerimiz, bizlere ortak mirasımızı hediye etti denilebilir: Fantastik edebiyat…

Yüzüklerin Efendisi ve Sonrası

Bizim Olan (!) Fantastik Edebiyat
Bizim olan (!) fantastik edebiyat: Yüzüklerin Efendisi ve sonrası

Fotoğraf: Yüzüklerin Efendisi

Konunun bundan sonraki kısmını bir kırılma noktasından ve belki de bu kırılmanın tetiklediği bir tartışma konusundan hareketle ele almak istiyorum. 1954 yılında Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin ilk kitabı olarak J.R.R. Tolkien tarafından yayınlanan Yüzük Kardeşliği ve 2001 yılında Peter Jackson tarafından çekilen serinin ilk filmi ile beraber tüm dünyada fantastik kurguya bakış açısında kitlesel bir kırılma yaşandığı hepimizin malumu. Şahsi fikrim sorulacak olursa Tolkien, Yüzüklerin Efendisi, Hobbit ve Silmarillion’u ile beraber fantastik edebiyatın doruk noktasıdır. Fakat fantastik edebiyatın tamamı değildir tabii ki. İşte bütün mesele de bu ayrımdan doğuyor.

Yüzüklerin Efendisi, bütün dünyada çok büyük bir etki yarattı. Haliyle Türkiye’deki yazın hayatının da bundan kaçabilmesi pek mümkün olmadı. Özellikle filmlerin etkisiyle 90’lara kadar Türkiye’de pek de ilgi görmeyen fantastik edebiyat, bütün meraklıların deneme sahasına dönüştü. Buraya kadar hiçbir sıkıntı yok. Hatta yazar takımının proaktif olarak okunabilecek her türlü tutumunun destekçisiyiz. Zaten edebiyat tarihimize baktığımızda fantastik kurguya yönelik engelleyici tutum ortada. Ancak yazılanlara göz atıldığında işlerin hiç de bu kadar basit olmadığı görüldü. Kabaca taklit ediyorduk. Ancak çok kötü taklit ediyorduk… Figür olarak elflerin, cücelerin, cadıların ekseninden çıkamamamız bir yana dil, bağlam ve içerik olarak çok yabancı, ayrıksı ve kültür emperyalizminin sığ etkisinde bir sürü şey yazıldı. 

Bu noktada Türk edebiyatında fantastik kurgu adına kötü taklitler dışında hiçbir şeyin yapılmadığını kastetmediğimin altını çizmek isterim. Popülaritenin gidişatından bahsediyorum. Yoksa gayet tabii her zaman fantastik kurguya dair batıya kıyasla nadir, lakin çok kıymetli eserler veriyorduk. 

Türk fantastik edebiyatı için ‘’doğurgan’’ hüviyetinde olan kitapları ile Giovanni Scognamillo, Perg Efsaneleri’nin yaratıcısı Barış Müstecaplıoğlu ve yakın dönemde fantastik tarih öyküleri ile hayatımıza giren Mehmet Berk Yaltırık gibi onlarca ismi bir çırpıda sayabiliriz.

Bizim Olan Fantastik Edebiyat

‘’Cadılar, elfler, cüceler, büyücüler… Başka ne var ki!?’’ demeyin. Bunlardan kesinlikle bahsedilmemeli demiyorum tabii ki. Fakat sahip olduğumuz fantastik unsurların tarihlerine ve çeşitliliklerine yönelik araştırmacı bir bakış, bizlere zaten güzel örneklerini verdiğimiz Türk fantastik edebiyatını geliştirme fırsatını tanıyacaktır diye düşünüyorum. 

Örneğin destanlara bir bakalım… Mesela Oğuz Kağan… Bu beyefendi; ağzı ateş, gözleri ela, saçları kara ve perilerden bile güzel bir erkek evladı olarak dünyaya geldi. Annesinden bir kere süt emdi. Sonra da hemen dile geldi zaten. Konuşmaya başladığında da çiğ et ve şarap istedi. Ayakları öküz ayağı, beli kurt beli, göğsü de ayı göğsü gibiydi. 

Dilerseniz hazır destanlardayken bir de Saltukname’ye bakalım. Bu esere göre Sarı Saltuk, uçan bir atla seyahat edip dünyanın birçok farklı coğrafyasında canavarlar ve devlerle zorlu mücadelelere girişen bir kahramandı. 

Bunlar sadece iki tane destan. Masallara, mitlere, memoratlara, şehir efsanelerine, İslamiyet etkisiyle gelişen cin anlatılarına, lohusa kadınlara musallat olan Alkarısına, bir işe çarşamba günü başlayanları cezalandıran Çarşamba Karısına, Gulyabaniye, Karakoncolosa, Karabasana ve daha yüzlercesi sayılabilecek unsurlara değinmedik bile…

Kapak Fotoğrafı: Craig Adderley