Esas Tarih, Bireyin Küçük Hikayesidir | Bihter Sabanoğlu Röportajı

Esas Tarih, Bireyin Küçük Hikayesidir | Bihter Sabanoğlu Röportajı

Güncelleme Tarihi: 6 Kasım 2023

Doğum çoğuldur, ölüm tekil
Mumdandı aç tutkumun kanatları
Uçuyordum sevinç içinde
Herkes işinde gücündeydi

Yok olmuş damlar ki unuttum.
Ve güneşin basamağından döndüm geri
Üfürü üfürü uçardı yalnızlık
Zamansızlığın kanadı yalnızlık.

İkarus’un Ölümü – Melih Cevdet Anday

Esas Tarih, Bireyin Küçük Hikayesidir | Bihter Sabanoğlu Röportajı
İkarus’un Düşüşü / Pieter Brueghel / 1558 / Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi

Melih Cevdet Anday’ın İkarus’un Ölümü isimli şiirinin ilk iki kıtası ile başlamak istiyorum bu yazıya. Neden mi? Bihter Sabanoğlu’nun Şüpheli Şeylerin Keşfi isimli kitabında ölüm ve intihar üzerinden fark edilme, kendini kahraman ilan etme ya da vasat bir şekilde yok olup gitme olguları, İstanbul’un kaotik sahnesinde İkarus’un ayakları gibi karşımıza çıkıyor.

Benim için edebiyat, sanat tarihi ve İstanbul kültürel mimarisinin bir araya geldiği triptik tadında olan bu kitabı okumanızı ve şüpheli gördüğünüz her satırın keşfini yapmanızı öneririm.

Yazılı yaptığımız röportajın yanı sıra Bizans’ın kuruluşu olan 11 Mayıs’a denk getirdiğimiz buluşmamızda kaydettiğimiz sohbeti podcast formatında dinlemenizi de ayrıca öneriyorum. Yazı da olmayan birçok detay sözlü versiyonda mevcut. 

Keyifli keşifler…

Bu kitabı niye yazdın? İnsan neden kitap yazar? Kitapta şahsi cehenneminden çıkmak için yazan Clarisse bir ipucu mu?

Bu sorunun cevabını bulursam belki de yazmayı bırakmam gerekir. Neden yazdığımı bilmiyorum. Ama romandaki iki karakter üzerinden düşünmeye başlarsam Clarisse ihtimallerden birisi, evet. 

Clarisse, depresyonu yüzünden içinde hapsolduğu girdaptan kurtulmak için yazıyor. Kelimelerin gücüne inanıyor hatta onların vaatlerinde kaybolup gidiyor. Gerçeklik, tabii o her neyse, ondan iyice uzaklaşıyor ve zamanla edebiyat dışında her şeyi lüzumsuz gören bir görüşe eviriliyor. Bu, yazıyı düşünmenin bir şekli. 

Edhem de yazıyor işi gereği ama kurgusal bir dünya yaratmıyor, bir öykü hayal etmiyor. Sözcükler, yazılarında edebiyata yaptığı göndermeler, onun için sadece bir hoşluk, kelimeler birer araç onun için. Saygı görmek, prestij kazanmak için yazıyor, bir zihin jimnastiği yapıyor daha çok. His barındıran bir durum değil onunki. 

Ben ne Edhem’im ne de Ayla. Yazma eyleminin de ne bir terapi olarak özetlenebileceği görüşündeyim, ne bir ölümsüzlük arayışı, ne de salt bir isyan. Bu tek bir yanıtı olmayan kompleks bir süreç. Kendimde bazı şeyler gözlemleyebiliyorum yine de; bazen travmaları kurguladığımı biliyorum, bazen üzerine düşünmeye korktuğum hisleri, dürtüleri yazıya aktarıyorum. Onlardan arınıyorum. 

Kimi zaman da romanın kurgusal alemi üzerine düşünmek, evren, kozmoloji, fizik üzerine düşünmek gibi bir his uyandırıyor bende; kendimden büyük, sonsuz olasılıkları olan başka bir evren orası… Benim küçük hayatıma orada yer yok ve bu, son derece rahatlatıcı bir duygu. Bazen de sadece kelimelerin büyüsünü hissetmek için yazıyorum, elime kalemi alıp ya da bilgisayar başına geçip güzel bir cümle ortaya çıkarmak beni bir vecd haline sokabiliyor. 

Dört Tetrark Heykeli / San Marco Meydanı / Venedik

‘’Hep bir erkek olmayı isterdim.’’ diye başlayan bir kitap ve kitapta sürekli erkek olmanın dayanılmaz hafifliğinin altında ezilen erkekler, tarihi karakterler… Yaklaştıkça, tanıdıkça küçülen erkek figürleri tıpkı San Marco Meydanı’nda korkudan titreyerek birbirine sarılmış titrek imparatorlar gibi… Ve bunları yazan bir kadın… Kim bu kadın? Kadın olmak ya da bedenden ötürü bir cinsiyete sahip olmak senin için ne ifade ediyor?

Yaklaştıkça küçülen erkek figürü tanımını çok sevdim; tam da buydu San Marco’da hissettiğim. İçlerinde Konstantinopolis’in kurucusu Konstantin’in babasının da bulunduğu dört imparatoru betimleyen ve bir güç sembolü olması gereken bu heykel, bana titreyerek birbirine sokulan dört küçük adamı resmeder gibi görünmüştü. 

Bu soruya cevap vermek için her zaman kaçındığım bir alana, otobiyografiye girmek zorundayım. Şunu kabul etmek zorundayım; hep bir erkek olmayı istemişimdir. Üstelik, çok uçlarda karikatürize özellikler sergilemese de toplumsal dayatmalara uyan bir erkek figürü bahsettiğim. Özellikle ergenlikte ama belki şimdi bile kadınlığı kabul etmekte zorlanmam, üstelik bu erkeklik arzusunu absürt bir toplumsal imaj üzerinden sürdürmem zihnimdeki karmaşanın göstergesi olabilir. Bir kız çocuğundan bahsetmiyorum örneğin, benim için çok uslu olurdu bu. Belki de hayatın ona yüklediği cinsiyet rollerinden muaf bir nevi Puer aeternus… 

Zaten yıllarca rüyalarımda erkek olarak görürdüm kendimi, hatta çocuklarım, karım olurdu. Master tezim için Victoria dönemi dedektif romanı çalışıyordum; o dönemki rüyalarımda kendimi çetrefilli vakaları çözen fötr şapkalı, pardösülü bir adam olarak görüyordum. Belki de kadınlığın gerektirdiğini sandığım rollerden kaçmanın bir yoluydu. Yeni romanımda bir ego-doküman yaratıyorum ve kahramanı bir erkek. Bir erkeğin ağzından, birinci şahıs kullanarak konuşmaktan çok keyif alıyorum.

Esas Tarih, Bireyin Küçük Hikayesidir | Bihter Sabanoğlu Röportajı
Marat’nın Ölümü / Jacques-Louis David / 1793 / Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi

Şüpheli Şeylerin Keşfi’nde karşımıza en çok çıkan tema intihar ve ölüm. Hikayenin içine gömülü Marat’nın Ölümü, Seneca’nın İntiharı, İkarus’un Düşüşü, İsa’nın Kırbaçlanması, Judith Holofernes’in Başını Keserken birçok sanat eseri ölüm ya da intiharı anlatıyor. Hatta Gérard de Nerval’in kendini asmadan önce yazdığı son şiire gönderme yapıyorsun. Kitapta verdiğin edebi referanslar içinde Mishima, Hemingway, Zweig, Pavese de gözüme çarpıyor. Hatta Zweig’ın ölümüne dair özel bir dosya saklarım evde. Bu ölümlerin bazıları dünyanın çirkinliğinden uzaklaşmak amaçlı. Sen dünyayı yaşanası bir yer olarak görüyor musun?

Bazen evet, bazen hayır. İki görüş arasında savruluyorum. İntihar eden yazarlara ya da romanlardaki ölüm ve intihar temalarına küçük yaştan beri büyük bir çekim duyuyorum. En çarpıcı örneklerden biri de Mishima, onun tarihin akışını durdurmak için kendi yaşamını durdurması, intihar etmesi. Ve bunu da son romanını bitirdikten hemen sonra 45 yaşında yapması… Romandaki 45 yaş göndermesi de bu vakayaydı. Kesik kafalar da çocukluğumdan beri gördüğüm kabuslardandır. Judith ve Holofernes miti ve o mitin resmedildiği tablolar karşısında bu yüzden heyecan duyuyorum. Kelimeler ve ölüm arasında organik bir bağ var. Bir sözcüğü bir kâğıda yazmak size ölümsüzlük kazandırabilir. Ya da okunan bir kelime, birkaç satır yüzünden intihar edebilir bir insan. Bu güç beni cezbediyor…

Esas Tarih, Bireyin Küçük Hikayesidir | Bihter Sabanoğlu Röportajı
Caravaggio / Judith Holofernes’in Başını Keserken / 1598–1599 / Palazzao Barberini

Kitapta sanat tarihinin çok değerli eserlerine gönderme yapıyorsun. Ama bunu neden bu kadar gizli saklı yapıyorsun? Ben bunu keşfettikten sonra kitabı iki farklı ritimde okudum mesela. Her göndermeden şüphelenerek…

Kitabı dikkatle okuyanlara hediyeler vermek istedim biraz. Belki de en gizlisi Vermeer’in Açık Pencere Önünde Mektup Okuyan Kız’ı. Tozlarla, pusla, perdenin rengiyle yapmaya çalıştığım bir göndermeydi. Bu da benim oyuncu tarafımdır belki; romanın şüpheli aurasına bir katkı olarak düşünün. 

Esas Tarih, Bireyin Küçük Hikayesidir | Bihter Sabanoğlu Röportajı
Açık Pencere Önünde Mektup Okuyan Kız / Johannes Vermeer / 1657-1659 / Dresden Gemäldegalerie Müzesi

‘’Esas tarih, bireyin küçük hikayesidir.’’ diyor Edhem. Bu söyleminin altına ne gizledin?

Birçok kişi gibi ben de tarihte otantik bir ses duymaya çalışıyorum. Örneğin seyahat raporlarından, mahkeme kayıtlarından, kitapta da bahsettiğim Eski Mısır’da, Deir el-Medina şantiyesinde işçilerin birbirine yazdığı mektuplardan. 

Günümüz tarih anlayışında artık resmî belgelerin ne derece cımbızla incelenmesi gerektiğini biliyoruz. Bu, tüm belgeler için geçerli olsa da örneğin bir mahkeme kaydına bir bireyin sesini duyurması açısından daha çok güvenebiliriz. Bu konunda Leslie Peirce’in 16. yüzyılda Ayntab Mahkemesi’nin bir yılına ait tutanakları ele aldığı bir araştırma var örneğin. Ya da İpek Hüner Cora’dan duyduğum hikâyeler var. Mahmud kızı Teslime, kendisine hakaret eden bir adamdan şikayetçi oluyor. Orada o kadının sesini gerçekten duyabiliyorsunuz. Bunlar değerli benim için. 

67. sayfada çizdiğin toplumsal tabloda ben dahil birçok kişinin izleri var. Bu bir tespit mi, eleştiri mi? Sen bu tablonun neresindesin?

Çevremde sıklıkla rastladığım bir profilden yola çıkarak bu tabloyu çizdim. Özellikle Türkiye’ye özgü göçmenlik şemasında karşımıza çıkan bir durum; kökenleri göçmenliğe dayanan pek çok ailede gördüğüm özellikler. İlk jenerasyonun birikiminin emek üzerinde, bir sonrakinin ticaret üzerinde yoğunlaşması ve gelişen maddi imkânlar ve kültür seviyesi neticesinde bir sonraki kuşağın sanatsal işlerle uğraşabilme lüksü. Tamamen olmasa da bana uyan yönleri var. Ben de Tatar göçmeniyim ve ailenin bir tarafı bu şemaya uygun biçimde evrilmiş.

Kitabın bir yerine kadar Edhem ve Ayla’nın sen olduğunu düşünüyordum ama sonra bu fikirden uzaklaştım. Kitabın kurgusunda, hikâyede o kadar şüpheli şey var ki ilk düşüncemde gerçeklik payı var mı? 

Şimdiye dek bu şekilde, yani ikili bir sistemde düşünmemiştim. Her karakterde benden bir şeyler olduğunu seziyorum daha çok; Selim’de, Selin’de bile hatta… 

Ama düşününce, önerinde doğruluk payı vardır belki. Edhem’de nefret ettiğim yönler olduğu gibi bende olmasını arzu ettiğim özellikler de mevcut. Ayla keza… Belki de karakterimin zıt yönlerini oluşturuyordur bilmiyorum, insanın kendi psikanalizini yapması mümkün değil.

Ikaros’un düşüşü ve sokak köpeğinin ölümü bir ayna mı yoksa benim hüsnü kuruntum mu? Bir kişinin hayat mücadelesine tanıklık etmek ve ölümüne tanıklık etmek farklı değerler mi taşıyor senin için?

Hayır, birbirini yansıtır şekilde düşünmüştüm, güzel bir gözlem. İkisi de bir canlının ölümüne kayıtsız kalınmasıyla ilgili. Şehirle de bağlantılı bir tema bu; kayıtsızlık, romanın ana temalarından biri. Ölüme olduğu kadar yaşama karşı da insanlarda kayıtsızlık var, bunu da şehir üzerinden gözlemleyebiliyoruz. Yaşayan, nefes alan bir organizma olan şehre karşı insanların gösterdiği korkunç bir kayıtsızlık söz konusu… 

Ölüm, anlamsız varlığımızın belirsiz sonlanmasıysa intihar, küçük insan için bir dev aynası vedası diyebilir miyiz?

Evet… O da duruma göre, vakaya göre biraz kibir içerebilir, Mishima’nın durumu bence böyleydi, tarihin akışını kendi bedeniyle durdurma fikriydi, tarihe damga vurmak fikriydi onunki ve ilkini olmasa da ikincisini başardı. 

Edhem de aynı istek içerisinde. Tabii şunu unutmamak gerekir; bunlar nüanslı karakterler, bu bir alegori değil. Edhem bir yandan varlığının anlamsızlığıyla boğuşuyor, bir yandan da narsisist fikirlerinden kurtulamıyor. Onun varoluşsal inanç şemasına göre intiharının dünya için zerre kadar önemi olmamalı ama yine de intiharını bir gösteri, bir nümayiş şeklinde planlamaktan geri durmuyor. Ayla’yla diyalogları hep bu yönde; Ayla intiharı asil bir eylem olarak görmüyor, bunun sadece kişinin megalomanlığın, büyüklük fikirlerini yansıttığını öne sürüyor. 

Edhem’in bir de intiharının bir sebepten kaynakladığını kabullenmeme fikri var. Sebepsiz, müsebbibsiz bir intihar planladığı konusunda ısrar ediyor; sıradan bir intiharı banal buluyor çünkü, kendine yakışır görmüyor. Bahsettiğin dev aynası vedasını istiyor…

Şüphe ve merak, aslında felsefe ve sanatın da hamuru. Kitabı yazarken insanlar varoluşları üzerine daha derin düşünerek, tanıdıklarını sandıkları İstanbul’un elinden tutsun, sanat ve tarihe coşkulu bir merakla eğilsinler diye bir motivasyonun var mıydı?

O kayıtsızlığı kırmak diye adlandırabilirim. Şehri, tarihini, varoluşunun bir parçası olarak görmek, tüm varoluşsal duyguları, ölüm korkusunu, bazen isteğini, travmaların acılarını yaşanılan mekânla birleştirmek. Varoluş ile varoluş mekânını birleştirmek. 

Kitapta anne, annelik, kadınlık, kadın olma üzerine sancılı ve karşıt bir tavır var. Kitapta dişil mimari mirasın baskınlığı ve ‘’erkeklik’’ kavramının kırılganlığı dikkatimi çekti. Tam da kitabın ardından Eray Çaylı’nın İklimin Estetiği kitabında “Antroposen Çağı’nda Mimari Erkeklik Krizleri” isimli makaleye denk geldim. Kitabın yazarı olarak bu iki konu arasında bağ kurmamı nasıl değerlendiriyorsun?

Çok ilgimi çeken bir başlık bu, mutlaka okuyacağım. Ahkam kesmek istemem, çok ilgilensem de mimari, uzmanlığım dışında bir alan. Antroposen Çağı’ndan bahsederken erkekliğe, erilliğe sıkça vurgu yapılıyor; çevre tahribatının sorumlusunun, uyum sağlamayan inatçı bir eril düzen olduğuna dair görüşler var. Bu doğrultuda Şüpheli Şeylerin Keşfi’ne bakarsam ele aldığım Bizans mirasında çokça kadın eli olduğunu söyleyebilirim. Bazen sadece söylencelerde bile olsa, Gül Camii’nin Sancaktar Hayrettin Mescidi’nin tarihinde örneğin. 

Bir de özellikle Ayla’nın mimari karşısında hissettiklerinden bahsedebiliriz ki Ayla bu konuda Edhem’e tezat oluşturuyor. Edhem, şehri ve yapılarını kavramlar üzerinden inceleyip kategorize ederken -ki bu da bir hükmetme arzusu- Ayla, o mimarinin içinde akışkan bir duruş sergiliyor. Örneğin Balat’taki Kanlı Kilise’nin kendisine hissettirdiklerine, seslere, kokulara, görüntülere kendini tamamen bırakıyor, onlara karşı mücadele etmiyor, hislerini rasyonalize etmeye çalışmıyor. İnatçı erillik ihtimali karşısında uyumlu bir duruş örneği bu. Belki bu bağlamda dişil mimari anlayışın baskınlığına karşı eril kırılganlıktan söz edebiliriz. 

Nihayetinde Edhem’in inatçı sistemi yürümüyor olmalı ki intiharla sonuçlanmaya doğru gidiyor. Onun erilliği de nüanslı elbette; son derece kompleks bir karakter, erilliği kadınlar üzerinden yaşamıyor örneğin, kadınlarla pek ilgilenmiyor bile diyebiliriz. Başka eril dertleri var…

Tarihin tozlu sayfaları arasında gezinmeyi seven bir araştırmacı olarak teknolojiyi hayatına ne kadar kabul ettin? Metaverse’te sevdiğin tarihi karakterden oluşan bir dünyada yaşama deneyimi ilgini çekiyor mu?

Çekmez olur mu… Ben seksen ortası doksan başı çocuklarındanım, teknolojiyle alakam biraz video oyunlarında kaldı. Çok bilgisayar oyunu oynuyorum; Assassin’s Creed’lerden biri İstanbul’da geçince aklımı yitirmiştim. Geçenlerde de Art Unlimited için video oyunlarında Bizans temalı bir yazı yazdım hatta. Ama son gelişmeleri çok yakından takip ettiğimi söylemek yalan olur. 

Bahsettiğin ortamı çok isterdim, özellikle 3. Selim’in hattı hümayunlarını dikte ettiği bir salonda bulunmak veya Dönme Julianus’la metaverse’de sohbet etmek, Celilelilere Karşı Paganlığın Savunusu’nu onun ağzından dinlemek…

İstanbul üzerinden yaptığın tüm şehir tasvirlerinde mimariye ve doğaya karşı yapılan büyük bir vandalizmin şiddetini hissediyorum ve bu hafızamdaki görüntülerle birleşince altında ezildiğim bir yıkım yaratıyor zihnimde. Kişisel tarihimiz olan geçmişimizin ve şehre ait mimari ve doğal ögelerin yok edilmesini politik bir eylem olarak değerlendirmek çok mu ileri gitmek olur sence?

Bu, yine kayıtsızlığın bir parçası aslında. Farklı politik görüşlere sahip pek çok güruh tarafından yapılıyor bu. Ekrem Işın’dan duydum daha yeni, Çelik Gülersoy’un bir sözünü alıntıladı; buna artık İstanbul demesek de olur diyor. Bu söz aklımdan çıkmıyor duyduğumdan beri. Tüm bu yıkımın altında ezildiğimi hissediyorum. 

Kitapta su, çok farklı ifade ile karşıma çıktı; ölüm, tarih, ayna ve arınma… Hatta suyun hafızası var diyorsun. Su senin için ne ifade ediyor. Senin su ile ilişkin nedir? 

Şunu bir düzelteyim, ben suyun hafızası türünden şeylere inanmam. Orada kastım şuydu; romanın sonunda Ayla’nın suyla bütünleştiği, düşüncelerinin neredeyse suya karıştığı, içindeki travmaların zehrini suya akıttığı bir sahne var. Buradan hareketle de şöyle bir düşünce aklıma gelmişti; belki de İstanbul’da her sene daha da yoğunlaşan ve adına müsilaj denen o köpük, şehirde, yani o suyun kenarında yaşayan insanların acılarının ve şehirde biriken travmaların su yüzüne çıkmış halidir. Ancak bu şekilde suyun bir hafızası olabilir. Bir metafor bu… 

Kitabın suda başlayıp suda bittiğini de çok sonra fark ettim. Eski bir sarnıç olan Karagümrük Stadı’nda başlıyor hikâye, önemli bir gelişme birkaç sayfa sonra Vlaherna Ayazması’nda gerçekleşiyor. Ve roman Valens su kemerinde son buluyor. 

Ayazma aracılığıyla arınma ve şifa fikri var, ölüm var, ki ben çocukken denizde ciddi bir boğulma tehlikesi geçirmiştim, suya hep korkuyla yaklaşırım, evrendeki hayatın suda başlaması sebebiyle hayatın kendisi var suda. Demin bahsettiğin Antroposen Çağı’yla alakalı olarak suyun kıtlığı, kirlenmesi var. Benim suyla ilişkim tüm bunların birleşimi…

Altını üstünü çizdiklerim:

p.72 Yüzyıllar önce ölmüş ve gömülmüş insanlara sığınmak kederini bir süreliğine hafifletiyordu.

p.87 Esas tarih bireyin küçük hikayesidir.

p.100 Apartmanın önünde soğuktan donarak can vermiş köpeği fark etmedi.

p.63 Ölüm insanoğlunun hiçbir anlam ifade etmeyen varoluşunun önemsiz bir detayıydı.

p.165 Bu kadar üremeye ne gerek var?

p.198 Ve işlevi kalmamış bir adam derdine devayı Şark’ta bulur.

p.197 İntihar etmek ya da etmemek

p.137 Yeşim taşını bir kuş kemiğiyle işleyebilen adamlar küçücük çocukları su dolu oyuklara atarlardı.

p.127 Dammatio memoriae

Okuma önerisi: Edhem Eldem “Osmanlı İslam Kültüründe Ölüm ve Ritüelleri’’