Umut Etmiyorum!

Umut Etmiyorum!

Geçtiğimiz günlerde PlumeMag editörlerinden Samet Dönmez, Zenginlerin Dünyasında Çevreci Olmak başlıklı bir yazı kaleme aldı. Oldukça ufuk açıcı olan bu yazı ‘’Peki, o zaman bizler ne için uğraşıyoruz?’’ sorusu üzerine de düşündürmüyor değil. Gerçekten de bir ‘’zenginin’’ tek bir özel uçuşuyla bir yıllık bütün çabaların hiçe sayılıyorsa tabiri caizse tüm bu kan, ter ve gözyaşı ne için?

Sizlere belki de işittiğiniz meşhur bir hikayeyi anlatmak istiyorum. Bu, Vietnam’da esir düşen bir Amerikan askerinin hikayesi… Diğer bütün esirler işkencelere dayanamayıp birer birer hayatlarını kaybederken bu asker tek başına hayatta kalmayı başarmış ve sonunda da kurtarılmış. Kendisine hayatta kalmayı nasıl başardığı sorulduğunda ise, ‘’Bütün esirler her zaman bir sonraki Noel’de ailelerine döneceklerine inanıyorlardı. Noel gelip geçiyor ve bir sonraki Noel’in hayalini kuruyorlardı. Bense hiç umutlanmadım.’’ demiş.

Umut; çok çetrefilli, çoğu zaman oldukça tehlikeli, popülist ve hatta arabesk bir mefhumdur. 

Öyle sanıyorum ki hepimiz bunu zor yoldan öğrendik. Eğer ateşi içimizde, anlamlandıramadığımız bir yerlerde kendiliğinden yanıyorsa ve öyle körü körüne sarılmıyorsak ona… Bizlere şevk verebilir. Fakat her kimden olursa olsun satın alıyorsak umudumuzu… Umut bizim için yegane yaşatan, yürütense… Bilinmez bir geleceğin kendi kendine güzel olma ihtimaline ve şansa iman etmekse… Başımız dertte demektir.

Umut Etmiyorum!
Fotoğraf:Pixabay | Pavlofox

Peki, o zaman neydi askeri yaşatan? Bir zenginin tek bir özel uçuşu karşısında onca emeğin bir anlamda heba oluşuyla yıkılan umudumuza değilse, neye sarılacağız?

Beklentiler sadece üzer ve güzel günler hayal etmek ahmaklık mı sahiden?

HAYIR!

Eğer postmodern bir Orta Çağ’ı deneyimliyorsak, karşısına postmodern bir Aydınlanma inşa edebiliriz. İlla sarılacaksa ruhumuz bir şeylere… Onu umuda, kendi kendine söylenen yalanlara, yıldız fallarına, “manifestinglere” muhtaç edemeyiz. Ruhumuzu zihnimizle bir bütün halinde anlamak ve tümüyle kavramak tanımıyla “bilmeye” adayabiliriz. Her ne pahasına olursa olsun “doğru” olanı bilmeye ve hatta gerçekleşmesine bile bel bağlamadan…

Doğru olanı bilmek… Çünkü işte bu, uğruna yaşanılacak bir şeydir.

Doğru olanı bilmek; senelik 4650 ton karbondioksit emisyonu ile yaptığı özel jet seyahatleriyle Thomas Siebel’e karşı evinde çöplerini ayırmanı anlamlı kılan şeydir. Bütün plajlar ve dağlar vahşi kapitalizmin işgali altındayken ‘’Bu iyi değil.’’ diyebilmektir. Sınıfsal bir hobi olarak fetişize edilmeye çalışılan sürdürülebilirlik mefhumuna baktığında yoksul bırakılmışlığın, zorunlu göçlerin, tabiat ve emek sömürüsünün olmadığı adil ve şiddetsiz bir dünya görebilmektir… 

Doğru olanı bilmek; kendini yalnız hissetmemek için bir çoğunluğa ihtiyaç duymamak, hatta o çoğunluk karşında ve her ne kadar azılı olursa olsun tuttuğun pozisyonda dirayetli olabilmektir. Zaten ıssızda yakılan bir zeytin ağacı, kuruyan bir nehir ve bu topraklarda kronik yetersiz beslenme mağduru üç milyon çocuk aynı yerden acıtıyorsa canını, yalnız olamazsın…

Yok öyle yıkılmak!

Kapak Fotoğrafı: Pixabay | Pavlofox