Sosyo-kültürel Sürdürülebilirlik ve İstanbul

Sosyo-kültürel Sürdürülebilirlik ve İstanbul

Uzun zamandır böyle bir yazı yazmanın hayalini kurduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat beni asıl heyecanlandıran, geçtiğimiz yılın sonunda gerçekleşen Kesinti ve Akış başlıklı sergisinde Sibel Horada ile ettiğimiz ufak sohbet oldu. Geçen bu sürede pek çok okuma ile birlikte fikirlerimi toparlamaya gayret ediyordum ve öyle sanıyorum ki artık bir şeyler yazabilirim.

Sürdürülebilirlik kavramı, geniş bir perspektifle ele alınabilme imkanını sunuyor bizlere. Fakat bu konuda ilgimiz daha çok çevresel ve ekonomik sürdürülebilirlik üzerine yoğunlaşmış durumda. Haliyle kaynaklar da bu kapsamın dışında oldukça kısıtlı.

Şehir hayatı; sürdürülebilir kent ve yaşam alanları bağlamında altyapı, mimari, peyzaj gibi yönleriyle ele alınıyor. Bu doğrultuda pek çok kriter, politika ve Cittaslow gibi kavramlarla karşılaşıyoruz. Bir şehrin bu şekilde maddi yönleriyle ele alınışı gayet tabii o şehrin sakinlerindeki “doğru kent” imajına katkıda bulunuyor ve o şehri yaşanabilir kılıyor. Fakat acaba bir şehrin sürdürülebilirliği, sadece o şehir üzerinde yaşayanların hayatlarının sürdürülebilirliği ile mi ölçülebilir?

Bu yazıda sosyo-kültürel sürdürülebilirlik bağlamında İstanbul örneği üzerinden bir şehrin kendine içkin varlığının sürdürülebilirliğinden bahsetmek istiyorum. Bu görece küçük örnek üzerinden dikkat çekmeye çalıştığım detayların, makro boyutta da bir fikir uyandırabileceğine inanıyorum.

Ne Yapıyoruz?

Sosyo-kültürel Sürdürülebilirlik ve İstanbul
Sosyo-kültürel sürdürülebilirlik bağlamında İstanbul

Fotoğraf: M. Emir Dereci

İstanbul ve şehrin insanı için söylenegelen beylik bir laf vardır; “Türkler İstanbul’u 1453’de fethettiler. Fakat hala yerleşemediler.” Aslında bu yakıştırma pek çok şeyi açıklamaya yetiyor diyebiliriz. Sürekli kontrolsüzce büyüyen ve form değiştiren şehir, pek çokları için vahşi kapitalist düzen içerisinde sadece basit bir rant sahası olarak algılanıyor. 

Müteahhit tipi binalar, çarpık kentleşme, orantısızca yükselen gökdelenler, kar getirmediği için daralan kamusal alanlar ve daha nicesi, kentin silüetine “ihanet” ediyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi şehrin gündelik politik kaygılarla sürekli olarak yeniden dizayn edilmeye çalışılmasına şahit oluyoruz. Her gelenin bir öncekinin izlerini unutturmaya çalışması, artık dönemler arası bir mücadele olmanın boyutlarını aşıp kişiler arası bir rekabete evrilmiş durumda. Ne yazık ki tüm bunların ceremesini hayatı bir ömürle kısıtlı olan insan değil, nesillerce insana ev sahipliği yapmış bu ölümsüz şehir çekiyor. Peki, bizim şehre yaptıklarımız bir yana, şehir bize ne vadediyor?

Tarih boyunca cazibe merkezi olan İstanbul, büyüsüne kapılanların yanı sıra onu bir ekmek kapısı olarak görenlerin de ilgisine mazhar olmuş. Bu da şehri multikültürel bir yerleşke haline getirmiş. Pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış olan bu şehir yıktıklarımızdan kalan kültürel mirasıyla göz dolduruyor ve bu miras basitçe mimariden ibaret değil.

İstanbul, sürdürülebilir pek çok sosyo-kültürel mefhuma sahip. Örneğin Taksim Meydanı… Siyasi tarihimizde oldukça önemli bir yer tutmasının yanı sıra tanınmak için yakaya iliştirilmiş karanfillerle beklenilen bir buluşma noktası olan meydan, bugün fotoğraf çeken yerli-yabancı turistlerin dışında tabiri caizse bir tür “yasaklı alan” konumunda. 

Bir de kuş sarayları meselesi var… Özellikle camiler ve hanların dış cephelerinde görmeye alışkın olduğumuz bu minyatür yapılar; “serçe sarayı”, ve “kuş köşkü” gibi pek çok isimle anılan kuş yuvalarıdır. İstanbul’un sosyo-kültürel varlığının önemli bir unsuru olan bu eserler, hem işçilikleriyle oldukça zarif bir görüntüye sahiptir hem de İstanbul insanının inceliğini ifade ederler. Fakat bugünlerde örneklerine rastlamak neredeyse imkansız. Çünkü hemen hemen tamamı tahrip edilmiş yahut yeni alanlar açmak adına kasten yıkılmış durumda. Yenilerinin yapılmadığını da söylemeye gerek yoktur sanıyorum… 

Bu örneklerin dışında Müslüman olmayan unsurların bıraktığı eserlerin, sanki bu şehirde hiç yaşamamışlar gibi yok sayılması gibi çetrefilli bir konuya hiç girmiyorum bile.

Tüm bu ‘’günübirlikçi’’ zihniyetimiz, şehrin ruhuna sosyo-kültürel sürdürülebilirlik bağlamında kıymet vermemizin önünde duran en büyük tehlike gibi gözüküyor. Sanırım bu meselenin kökeninde de hemen her şeyde olduğu gibi eğitim yatıyor. 

Kapak Fotoğrafı: Abdullah Ghatasheh