Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde sanat alanında öne çıkan ailelerinden Şakir Paşa Ailesi isimlerinden biri olan Aliye Berger’den bahsedeceğiz bugün. Türkiye’de gravür sanatının öncü isimlerinden biri olarak tanınan ülkenin ilk kadın gravürcüsü Aliye Berger, yaşamı boyunca dünyanın birçok yerinde ondan fazla kişisel sergi açmış, kırk sekiz farklı karma sergiye katılan bir sanatçı. Ölümünden sonra dahi ürettiği eserler defalarca sergilenen ve Google tarafından 117. doğum gününde doodle’ı hazırlanan Berger, sanatçı kimliğinin yanında sıra dışı aşk hikayesiyle de akıllara kazanıyor… Gelin, Şakir Paşa Ailesi’nin “Alyoşa”sı Aliye Berger’in hikayesine birlikte bakalım.
Aliye Berger Kimdir?
Aliye Berger, Osmanlı’da hem devlet işlerinde hem de sanat, kültür alanında öne çıkan Şakir Paşa Ailesi’nin en küçük çocuğu olarak 24 Aralık 1903’te Büyükada’da dünyaya geliyor. Sanat toplantıları, müzik dinletileri, edebiyat buluşmaları yapan Şakir Paşa Ailesi’nin bir üyesi olmak tahmin edebileceğimiz gibi büyük bir ayrıcalık sunuyor ona! Ailenin Türk tarihinde isim yapmış diğer üyeleri gibi sanatla iç içe bir ortamda yetişen Alyoşa, küçük yaşlardan itibaren iyi bir eğitim alıyor. Peki Aliye Berger sanatçı kimliğinin yanında kim? Nasıl bir hayat yaşadı?
Halikarnas Balıkçısı mahlaslı Bodrum aşığı Cevat Şakir ve Türkiye’de soyut resim sanatının öncü ressamlarından Fahrünnisa Zeid’in kardeşi; seramik sanatçısı Füreya Koral, tiyatrocu Şirin Devrim ve ressam Nejad Devrim’in teyzesi Aliye Berger hem sanatçı kimliği hem de müzik hocası Karl Berger ile yaşadığı kalıpların dışındaki aşk hikayesiyle tanınıyor.
Aliye Berger Hayatı
Aliye Berger, daha beş yaşındayken İngiliz mürebbiyelerden aldığı Latin harfleri eğitimiyle okuma yazmaya başlıyor, eğitimine Notre Dame de Sion’da devam ediyor. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nde eğitim veren bu Fransız okulu kapanıyor ve Alyoşa, Madame Braggiotti ile eğitime devam etmek zorunda kalıyor. Resim ve müzik dersleri alan sanatçı aynı zamanda Dostoyevski, Voltaire gibi yazarlardan etkilenerek genç yaşlarında yazarlık hayalleri kurmaya başlıyor…
Cevat Şakir’in babaları Mehmet Şakir Paşa’yı öldürmesinden sonra ailenin diğer üyeleri gibi Aliye Berger’in hayatı da değişiyor fakat çocukluğundan beri ailenin en farklı, en renkli ismi olan Alyoşa, her zaman kendi tutkularının peşinden gitmeye ve yalnızca kendi istediği gibi davranmaya devam ediyor. Döneminin ötesinde kişiliği ve çalkantılı aşk hayatıyla tanınan Berger’in sanat yolculuğu, yaşadığı derin acılar ve aşklarla şekilleniyor.
9 Ağustos 1974’te hayatını kaybeden Aliye Berger, ölümüyle birlikte büyük aşkı Karl Berger’e kavuşuyor ve Büyükada’da eşinin mezarının yanına defnediliyor.
Silahlı Kadın
Aliye Berger’in hayatında sanatının yanı sıra en dikkat çekici olaylardan biri kuşkusuz Macar keman virtüözü Karl Berger ile yaşadığı aşk hikayesi.
Alyoşa, İstanbul’a gelip müzik hocalığı yapan Karl Berger’den yirmili yaşlarının başında ders almaya başlıyor. Karl’ın sadece yetenekli bir virtüöz değil aynı zamanda karizmatik ve etkileyici bir kişiliğe sahip olması Aliye’nin dikkatini çekiyor ve genç Alyoşa kendisinden yaşça oldukça büyük hocasına saplantı derecesinde aşık oluyor.
Karl Berger, çapkınlıkları ve kendisinden yaşça küçük öğrencileriyle yaşadığı kısa süreli ilişkilerle anılan biri. Karl’ın ilişkilere bakış açısı sebebiyle Şakir Paşa Ailesi Aliye’yi uyarıyor olsa da kendi istekleri peşinden giden Aliye’nin bu uyarıların hiçbirine kulak asmadığı biliniyor.
Aliye Berger, Karl ile aralarındaki ilişkiye her ne kadar “Sonsuza kadar beraber” penceresinden bakıyor olsa da Karl Berger bir süre sonra Aliye’den uzaklaşıyor ve onun müziğe yeteneği olmadığını öne sürerek derslerini sonlandırıyor. Evin şımarık, hırçın kızı elbette bu olayı kaldıramıyor, işte tam da bu noktada Aliye Berger’in camiada “Silahlı Kadın” olarak adlandırıldığı dönem başlıyor.
Peki, sizce kıskanç ve aşık bir kadın neleri göze alabilir? Alyoşa, kendinden uzaklaşan Karl Berger’in kaldığı yeri bir şekilde öğreniyor ve elinde silahla evin kapısına dayanıyor! Olayın yaşandığı dönemde gazete ve dergilerde yer alan “Silahlı kadın Üsküdar’daki evin kapısına dayandı!” haberleri İstanbul’u sarsıyor. Kapıyı açan kişiye silah çeken sanatçı, otuz beş günlük hapis cezasına çarptırılıyor ve hemen ardından Şakir Paşa Ailesi’nin ismi sayesinde serbest bırakılıyor.
Bu olayla birlikte Aliye, Karl Berger’e olan tutkusunu mu kanıtlamış oluyor yoksa Karl’ın Alyoşa’dan gözü mü korkuyor bilemiyoruz fakat neticede bilinen şu ki; bu ikilinin ilişkisi olaydan sonra tam yirmi üç yıl boyunca sürüyor.
Aşktan Doğan Sanat
Çift o dönemlerde “çok da uygun” görülmeyen bir şekilde evlilik dışı ilişki sürdürüyor ve birlikte yaşıyor. İkilinin birlikteliği her ne kadar yirmi üç yıl gibi uzun bir süre devam etmiş olsa da ilişkilerinin resmileşmesi Karl Berger’in ölümünden altı yedi ay öncesinde gerçekleşiyor.
Büyükada’da kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Karl Berger, Alyoşa’nın kalbinden de bir parçayı söküp götürüyor. Bu büyük kayıptan sonra depresyona giren Aliye, o dönemde Londra’da yaşayan ablası Fahrünnisa Zeid’in yanına giderek yas sürecini atlatmaya çalışıyor.
Aliye Berger’in resim sanatındansa müzikle daha yakından ilgili olduğunu biliyoruz. Cevat Şakir’in İtalya dönüşünde getirdiği nü çalışmalar Alyoşa’nın ilgisini her ne kadar çekmiş olsa da bu sadece bir ilgi olarak kalıyor ve Aliye Berger’in resim hayatı Londra’daki yas döneminde başlıyor.
John Buckland Wright atölyesinde üç yıl kadar heykel ve gravür çalışmaları yapan sanatçı, acısını unutmak için kazıdıkça kazıyor ve bu süreç, sanatsal kimliğinin şekillendiği bir dönüm noktası oluyor. 1951 yılında Türkiye’ye yaklaşık 150’ye yakın gravür işiyle dönen Aliye Berger, ilk kişisel sergisini de bu dönemde açıyor.
Aliye Berger ve Sanatı
“”Aşkla yaşadım. Ölümler bile öldüremedi bendeki aşkı. Coşkuyla, aşkla ve sevgiyle yarattım ne yarattımsa. Yapıtlarıma çocuklarım diyemem. Yaptıklarım yaşadıklarımın ta kendisi oldu…” – Aliye Berger
Aliye Berger, yaklaşık yirmi beş yıl boyunca en zor sanat dallarından biri sayılan gravür alanında dışavurumcu eserler üretiyor. Londra’da tanıştığı bu sanatı Türkiye’ye taşıyıp ülkeye tanıtan sanatçı, sanat alanında farklı bir kapı da açmış oluyor.
Onun üretmiş olduğu eserleri incelediğimizde “zamansız bir yaratıcılık” görmenin yanında yaşadığı acı, mutluluk, heyecan gibi birçok derin duyguyu sezinlemek de mümkün.
Zımpara kâğıdı, kasap kâğıdı veya tülbent gibi alışılagelmişin dışında malzemeler kullanarak kalıpları kıran, özgün ve özgür işler üreten Aliye Berger, üretimlerinde her daim duygularını aktarıyor. Onu özgün kılan en önemli unsur ise kendisinin deyimi ile hayattaki her şeyi renkli görmek, yaşamı en büyük coşku ve aşk olarak kabul etmek.
Gravür sanatına geç yaşta başlayan Aliye Berger’in işleri Türkiye’nin dışında Londra, Paris, Viyana gibi sanat merkezlerinde defalarca sergileniyor. Eğer bugün kendisinin işlerini görüp incelemek isterseniz İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde dört, Viyana’daki Albertina Müzesi’nde üç yapıtının kalıcı olarak yer aldığını belirtelim.
Güneşin Doğuşu
Aliye Berger’in sanat alanında adını geniş kitlelere tanıtması 1954’te gerçekleşiyor. Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin (AICA) 1954 senesinde gerçekleştirdiği Yapı Kredi Bankası’nın düzenlediği “İş ve İstihsal” konulu yarışmada Aliye Berger otuz sekiz iş arasından sıyrılarak birincilik ödülü kazanıyor. Güneşin Doğuşu isimli yağlı boya çalışmasıyla birincilik alan sanatçı, gerçekten de sanat alanında güneş gibi parlıyor! Aynı eser 1955’te 2. Tahran Bienali’nde ikincilik ödülünü kazanıyor.
Aliye Berger’in kalıpları yıkan bir kadın sanatçı olarak elde ettiği başarı, döneminde Akademi tarafından ağır eleştiriye uğrasa da onun modern sanat anlayışını alt üst eden devinimi Türkiye’de sanat tarihi için çağdaş sanat alanında önemli bir kapı açtı denebilir. Yirmi yılı aşkın sürede ürettiği gravürler, bu gravürlere eklemiş olduğu renkler, deneyimsel dokunuşlar kesinlikle görülmeye değer.
