Küçükken ailesiyle birlikte yaşadığı lojmanın her bir duvarının o güne göre çok sofistike renklere boyanmasıyla mekan tasarımı algısının temellerini oluşturan Özlem Yalım’ın yaşam alanı için duyguları kamaştıran ifadesinden başka bir şey aklıma gelmedi.
ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde okuyan Özlem Yalım, Turkish Time tarafından 2011 ve 2012 yıllarından Türkiye’nin en yaratıcı isimleri arasında gösterilmiş.
Tepta Aydınlatma’nın stratejik marka direktörü ve endüstri ürünleri tasarımcısı olan Yalım, her ne kadar terzi kendi söküğünü dikemez dese de evinin her köşesi son derece keyifli…
Senin için ev ne ifade ediyor?
Ev benim için bir durma noktası. Durup düşünebildiğim, beni dinlendiren, bana ilham veren şeylerle meşgul olabildiğim bir yer. Huzur mabedi aynı zamanda. Evimde huzurumu kaçıran hiçbir şey olmaz; sokağın tam tersidir bu anlamda. Evim; başta kendimle, zaman zaman da sevdiklerimle baş başa kaldığım, güzel vakit geçirdiğim bir dinginleşme alanıdır. Bu nedenle sadece bu vaadi sağlayabilecek kişileri davet ederim.
Özel günlerde sofralar kurmayı severim. Terasımda dostlarımla keyifli buluşmalar düzenlemek gelenek gibidir. Bazen de iki dostun rakı masasında buluştuğu ve dertleştiği bir sığınak olur evim. Bu paylaşımlarla ve onların dışında da kendim olabildiğim oldukça özel bir yerdir. Saçmalayabildiğim, istediğim gibi giyinebildiğim veya giyinmediğim, tam anlamıyla özgürleşebildiğim tek yerdir ev.
Bazen günlerce okur, saatlerce müzik dinlerim. Mutlaka gün batımını ve doğumunu bir ritüel gibi izlerim. Kente uzaktan bakar hayallere dalarım. Mutfakta yemek hazırlar veya bitkilerle yakınlaşırım. Bir mucizeler kutusudur böyle bakınca da… Beni her an her konuda etkileyebilecek, her şeyin başıma gelebileceği harika bir yerdir ev, başka yerlerle kıyaslandığında. Dışarıda olmaktansa her zaman evimde olmayı sevmişimdir eskiden beri…
Küçüklüğünden beri kaç ev değiştirdin?
Üç şehir ve 11 ev değiştirdim.
Yaşam alanlarının ruh dünyamızla, modumuzla ilişkisi hakkında ne düşünüyorsun?
Son 20 yıldır yaşam alanının insanların yaşam kaliteleri, varlıkları ve kişilikleri ile ilgili doğrudan bağlantısı üzerine bir şeyler söyler dururum. İnsanın ruh dünyası sanki başka yerlerden, başka insanlardan etkilenirmiş gibi görünür ama aslında ruhumuzu geliştiren, besleyen şey yine kendimiziz. Kendi zevklerimiz, tercihlerimiz, hayatımızı neyle dolduruyorsak onlar, bizi biz yapar. Tüm bu benliğin yansıması yaşam alanlarımızın kendidir. Ofislerimiz veya evlerimiz, kişiliğimizi yansıtan yerlerdir.
Bir kişinin statü sevdasını, samimiyetini, samimiyetsizliğini, gösteriş merakını, ilgi alanlarını mekandan okuyabilirsiniz. Biz profesyoneller bunu daha iyi yapabiliriz, çünkü tasarım geliştirirken de o mekanı, o kişinin ruh dünyasına göre yaratabilmek istersiniz ideal olarak. Bu nedenle bu tür okumalara eğilimliyizdir. Bütün olarak sadece ev değil, evin içindeki parçaların da ruh dünyamızla ve anlık ruh hallerimizle yakın bir bağı var. Ben ruh halime göre evimin farklı köşelerini kullanırım.
Anne ve babanın eve bakışları nasıldı?
Ben Ankara’da 1967 yılında tamamlanarak hizmete açılan Şap Enstitüsü lojmanlarında dünyaya geldim. Orta halli bir memur aile olarak yaşam koşullarımızda evin de yeri orta halliydi diyebilirim.
Buradaki iki katlı lojman hanelerinde dörder daire bulunurdu. Günümüzdeki lojman anlayışına göre oldukça yüksek bir tasarım standardı olduğunu şimdi anlayabiliyorum. Banyolarında küvetleri olan, mavi cam mozaiklerle döşeli, oldukça mütevazı ama tasarım bakımından da nitelikli yapılardı.
Mimarlarının yabancı olduğunu ve/veya bu yapılar için yurt dışından örnek alındığını tahmin ediyorum. Her dairenin iki balkonu vardı ve zaten enstitü olabildiğince geniş bir yeşil alana ve pek çok sosyal tesise sahipti. Babam çoğunlukla işte veya sosyal tesislerde vakit geçirirdi; zaten hepimizin hayatı evden çok dışarıda geçerdi. Örneğin bayramlaşmalar toplu halde buralarda kutlanırdı; biz çocuklar da hava kararıncaya dek eve girmezdik. Yine yaratılan her türlü bahane ile bu sokaklarda komşular bir araya gelir, uzun masalar kurulur, yemekler ve buluşmalar gerçekleşirdi. Bu nedenle ev, ailem için sadece sığınılacak bir yer gibiydi; yaşam dışarıdaydı.
Annemin bir terzi olarak yaratıcı yönü bakteriyolog olan babama göre daha ağır basardı. Mesela bir seferinde dönemin ÇBS boya kartelasındaki her rengi, her odaya farklı farklı uyguladığını hatırlıyorum. Oturma odası olarak kullanılan ve aslında akşamları bizim uyuduğumuz oda portakal rengi, salon eflatun, yatak odası pembe ve koridorlar da Nil yeşili oluvermişti. Küçücük daire için şaşkınlık vericiydi. Benim için galiba mekan tasarımına dair ilk farkındalık böylece oluşmuştu.
Evin salonu sadece özel günlerde ve misafirler için kullanılırdı. Buna olan tepkim sebebiyle çocukluğumdan itibaren her zaman evin salonunu kullanmayı tercih etmiştim. Lojmandan sonra Ankara’da taşındığımız evlerde annem, kendi tarzına göre tercihlerle karar veren olmuştur ve babam da ona bu konularda bildiğim kadarı ile pek karışmamıştır.
Peki onları ifade eden mobilya, obje ve ya da bitkiler hangileri senin için?
22 yaşımda ailemden ayrıldım ve kendi evlerim oldu. Bugünkü yaşamıma dek ailemden veya aile yaşamımdan hiçbir mobilya bana eşlik etmedi. Annem ve babamın gençlik yıllarında dans ettikleri bir andan çekilmiş bir fotoğraf, baş köşemde benimle yıllardır yaşıyor. O karede annemin güzelliğini ve babamın ona aşkla bakışını izlemeyi severim.
Babam özel hobileri olan bir insandı. Eski ve değerli bir fotoğraf makinesi, İtalya’da yaşadığı yıllarda kahve hazırladığı ve bana verirken sıkı sıkı “sakın süt koyma içine” diye tembihlediği Bialetti, bir polyester çakmak gibi objeler var daha çok. Koleksiyoncuydu aynı zamanda, bu nedenle ona ait pul defterlerini ve para koleksiyonunu, birkaç taş plağı saklarım.
Annemle ise hala ara ara şakalaşırız. Annemin Ankara’daki evinde kullandığı Singer dikiş makinesi, Venedik tarzı bir ayna ve kristal kadehlerde gözüm var; her gittiğimde almanın bir yolunu arar dururum.
Renkler ve ışık konusunda ne düşünüyorsun?
Renkliliği çok seven ama özel yaşamında sınırlı olarak renk kullanabilen biriyim. Yıllarca vizon rengi duvarlarla yaşadım, son 10 yılda ise bu duvarlar koyu gri ve yer yer siyaha döndü. Açıkçası bundan da hep çok mutluyum, hiçbir an renkli bir mekan hayal edemiyorum. Gittikçe daha nötr ve doğal tonlara kayıyorum ancak bu tercihlerim hep koyu, en koyu tonlar. Söz gelimi beyaz bir mekan, içinde bulunduğumda çok beğensem de benim içinde yaşayamayacağım bir ortamdır. Beyaz ve diğer renkler benim için fazla uyarıcı.
Dışarıdaki hayatımda çok fazla uyaranla çarpışıyorum ve bu nedenle evimde bu uyarıcıların mümkün olduğunca az ve öz olmasına dikkat ediyorum. Çok fazla kitaba ve ıvır zıvıra sahibim ve bunların yarattığı hareketliliği ancak renksizlik ile dengeleyebiliyorum mekanda. Beyaz eşya da sevmem; onları da siyah kullanıyorum. Yatak odamın tavanını iki yıl önce siyaha boyadım ve bu kararımdan çok mutluyum. Renkle olan ilişkimi bu ifadelerle özetleyebilirim.
Işığın ise benim için ayrı bir anlamı var. Profesyonel alanda ışıkla ilgili çalıştığım için mekandaki ışığın önemini vurgulayan pek çok aksiyon içinde bulunuyorum hemen her gün. Seminerler, yazılar, metin üretimleri gibi çalışmalarla sürekli doğal ışık kadar yapay ışığın da önemini anlatmaya, mekanlarda doğru ve uygun ışığın yaygınlaşmasına öncülük ediyorum.
Sirkadyen ritmimiz, yani hormon salınımımız için ışığın ne denli yaşamsal bir etki olduğunu her fırsatta paylaşmaya çalışıyorum. Kendi özel yaşamımda da bunlara dikkat ediyorum. Fonksiyonel alanlarda kaliteli ve uygun ışık kullanırken çoğunlukla sadece geceleri vakit geçirebildiğim evimde, güneş battıktan sonra pek ışık kullanmıyorum. Kırmızı ışığa karşı ise özel bir ilgim var. Evimin çeşitli mekanlarında sadece kırmızı ışık kullandığım zamanlar var.
Bitkiler ve çiçekler senin için ne ifade ediyor?
Bitkisiz bir mekan düşünmem çok zor. Zaten ev tercihlerim her zaman teraslı ve açık alanı ortalamanın üstünde yerler olmuştur. Tropik bitkileri ve ağaçları çok seviyorum. Bazen bakabiliyor bazen de yoğun zamanlarda veya seyahatlerimde ihmal ettiğim için bakamıyorum. Yalnız yaşarken temponuz bu sürekli ilgiyi sekteye uğratabiliyor. Yine de bitmeyen bir çaba içindeyim diyebilirim.
Evin farklı noktalarında öbekler halinde bitkilerim var. Kızım Kanada’ya yerleştiğinde onun çalışma masasını küçük bir bitki ormanına dönüştürdüm mesela, adına “Lal’s Jungle” dedim. Sabahları orada kahve içmeyi, kitap okumayı seviyorum. Bitkilere de genellikle isim veririm. Mesela Firuze var; iki yıl önce evin önündeki merdivenlerden çıkarken kopardığım tek bir sarmaşık yaprağıydı, şimdi evin içinde gezinen upuzun dalları var. Başına bir şey gelmesin diye epey titizleniyorum doğrusu. Her baharda da terastaki bitkileri elden geçiriyorum, yenilerini ekliyorum.
Bütün bu temizlik, bakım, ekim, dikim işlerini, aslında bu işlerden hiç anlamasam da ben yapıyorum. Toprağa, kuru yapraklara dokunmanın terapi etkisinden büyüleniyorum. Yabani otlarla ilgili savaşım bana yaşama dair dersler veriyor. Onların her kış mevsiminde küçücük çatlaklara nasıl tutunduğunu, saksıları ve uykudaki diğer bitkileri nasıl ele geçirdiğini hayretle izliyor ve nasıl güçlü olabildiklerine şaşırıyorum.
Asla ayrılamam dediğin bir mobilyan var mı?
Driade’den Enzo Mari tasarımı Fratello low dublex orta sehpa, evimdeki ayrılamam dediğim tek eşyadır.
Genellikle eşya obsesif bir halim vardır ama zaman, insana eşyanın önemsizliğini anlatıyor ve gerektiğinde her şeyden ayrılabilir olunduğunu da öğreniyorsun. Evimde pek çok şey tasarımcılara ait veya benim tasarımım. Zorunda kalmaz isem TEPTA da temsil ettiğimiz markalara ait ve her biri diğerinden keyifli aydınlatma armatürlerinden de veya Marcel Wanders’ın Kartell için tasarladığı Stone taburelerimden de Charles ve Ray Eames tasarımı “Hang it all” vestiyer askısından da ayrılmak istemem.
Bir ürün tasarımcısı olarak eşyaya herkesten farklı bakıyor, onların hikayelerini bildiğim için onlarla birlikte mutlu olarak yaşıyorum. Diğer yandan hayat bana ayrıl derse, başka ve daha anlamlı bulacağım bir yaşam için tüm mobilyalardan da ayrılabilirim ve bambaşka koşullarda da yaşam sürebilirim. Eşya ve tasarım anlamında doygunluğa ulaştığımı düşünüyorum. Çok seviyor, ancak artık önemsemiyorum.
Evinde her gördüğünde iyi ki almışım, iyi ki yapmışım dediğin ne var?
Kore’deki bir müzeden alarak taşıdığım ve geleneksel tekniklerle el yapımı bir kağıt üzerine yazılmış bir kaligrafi var. Yaşamın zorlu bir yol olduğunu anlatan çok güzel bir şiir. Üç metrelik bir yatay çerçeve halinde duvarımda asılı ve her gün onunla birlikteyim. Onu alıp da getirdiğim için ve benimle birlikte olduğu için mutluluk duyuyorum.
Evine baktığında atamadığın, satamadığın ve onunla ne yapacağını bilemediğin mobilya ya da aksesuarların var mı?
O kadar çok ki… Benim kendime ait bir evim yok; hiç olmadı. Yıllar içinde taşındığım kiralık evlerin ihtiyaçlarına göre edindiğim, zaman zaman da işimdeki prototiplerden oluşan bir eşyalar yığını ile birlikte yaşıyorum yıllardır aslında. Her yeni mekana göre bunları birer bulmacanın parçaları gibi yeniden düzenliyorum. “Bir sonraki evde lazım olabilir” düşüncesi ile de bu eşyaları parçalanıncaya dek atmıyorum. Örneğin 20 yıldır benimle gezen hasır çekmeceli bir uzun büfem var. Şimdiye dek mutfakta bile kendine yer bulmuştur. Bu evimde ise ne yapacağımı bilmediğim için arka odada duruyor. Yıllardır her şey ile birlikte bu bakış açısı doğrultusunda yaşıyorum. Bazen tümüne bakıp, bir anda “Hepsinden kurtulmak istiyorum diyorum” tabii.
Aynı şekilde aksesuarlar da öyle. Her birine bir anlam, bir anı yüklenmiş oluyor ve onu atmak o anıya o zamana ihanet gibi geliyor. Diğer yandan, mesleğim ve işim sebebi ile de meraklı meraklı pek çok aksesuar edinmiş buluyorum kendimi. Bazıları hediye edilmiş oluyor. Tümünün hayatımı nasıl da kapladığını sık sık düşünüyorum ve bazen onlardan da kurtulmak istediğim oluveriyor. Çoğunlukla bu tür değişimler için “mantıklı” bir sebep ararım. O sebep gerçekleşinceye dek de eşyadan kurtulmaktansa onunla birlikte yaşamayı tercih ederim.
Evinin dekorasyonu mu yoksa kendi giyim kuşamın mı ağır basıyor?
Bir tasarımcı olarak kendimi hem ev hem giyim konusunda “Terzi kendi söküğünü dikemez.” kategorisinde görüyorum. Satır aralarında belirttiğim gibi kendim için hiçbir zaman baştan aşağı bir dekorasyon yapmadım. Günün ihtiyaçlarına göre problemler çözdüm daha çok.
Hayatınız boyunca başkaları için binlerce estetik karar almış olunca insan kendine çok da dikkat etmiyor, tam tersi noktada mümkünse kendi hayatında tasarıma ağırlık da vermek istemiyor belki. Yine de sevdiğim bir eşyayı veya objeyi edinmek bana zevk verir. Bu “sevgi” konusunda son yıllarda oldukça dikkatli ve seçiciyim tabii. Çok az yeni şey satın alıyorum artık. Giyim kuşam konusunda da probleme yönelik hareket ederim. Çoğunlukla iş yaşamına yönelik ve pratik, geçici, rahat parçaları tercih ederim. Marka merakım hiç olmadı. Çok pahalı ve marka giysiler giyinmeyi sevmem. Şimdi siz sorunca, ikisi arasındaki ağırlığı düşündüğümde sanırım, ‘ev’ diye cevaplayabilirim.