Mutlaka İzlemeniz Gereken Kadın Yönetmen Filmleri

Güncelleme Tarihi: 17 Ekim 2025

Sinema tarihini yazan ellerin çoğu bir zamanlar yalnızca erkeklerindi; setlerde cinsiyetçilik, ücret eşitsizliği, cam tavanlar, fonlara erişimdeki engeller ve taciz gerçeği kadın yaratıcıların önüne yıllarca kalın duvarlar ördü. Yine de sinema dili sırf bu duvarlarla değil, onları yıkan kadın yönetmenler ile de yazıldı: öncüler, türün kabuğunu içeriden esnetenler, ana akımı yeni bir etik bakış ve biçimsel cesaretle dönüştürenler… Bu yazımızda, dünyanın dört bir yanından kadın yönetmen filmleri bir araya geliyor; her biri “ne anlatıldığı” dışında nasıl anlatıldığını da izlemeye davet ediyor. Ev içi emekten belleğe, bakımın politikalarından kuir temsile uzanan filmler, kamerayı “avcı göz” olmaktan çıkarıp eşlik eden bir bakışa dönüştürüyor; popüler anlatıyı yeni bir duygu-düşünme alanına taşıyor. Erkek egemen sistem bir şekilde sürüyor olabilir; fakat sinemanın kalp atışlarını değiştiren, bugünü ve yarını kuran kadın yönetmenler hiç de az değil! 

Mutlaka İzlenmesi Gereken 10 Kadın Yönetmen – 10 Film

kadın yönetmen filmleri

Bu seçki, kadın yönetmenler yazımıza sinema dilini dönüştüren on güçlü imzayla başlıyor. Her bir film, yönetmenin estetik ve etik bakışını kristal berraklığında taşırken; ortaya hem kanonik bir omurga hem de yeni izleyiciler için sağlam bir başlangıç haritası çıkıyor. Bu 10’lu, bakışın etiğinden ritme, kadrajdan sese kadar sinemanın temel araçlarını yeniden düşünmeye çağıran, ufuk açıcı bir referans seti.

Chantal Akerman – Jeanne Dielman, 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles (1975) | IMDb: 7.5

Öncü kadın yönetmenler denince akla gelen ilk isimlerden Chantal Akerman’ın başyapıtı Jeanne Dielman, 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles, tam bir radikal feminist sinema dersi. Delphine Seyrig’in hipnotik performansıyla taşıdığı film, ev içi rutini milimetrik bir sabırla deneyimletiyor. 

Film, patriyarkanın en “sıradan” ritmi olan yemek-temizlik-bakım gibi görünmez emek kalemlerini sinemanın merkezine yerleştirerek görünür kılıyor. Akerman’ın sabit kadraj tercihleri, erkek bakışının haz odaklı kurgusunu reddediyor; kadın deneyimini zamanın kendisiyle yazarak emeğin ağırlığını adeta metronom gibi ölçüyor. 

“Minimalizm bu kadar politik olabilir mi?” sorusunun çarpıcı yanıtı olan 200 dakikalık bu yapıt, ev içi düzenin siyasal ağırlığını bedenimizde hissettiriyor. Günümüzde ev içi emek ve tükenmişlik tartışmaları tekrar alevlenmişken kesinlikle izlemeye değer! 

Bugün hala çağdaş sinema diline referans veren film, 2022’de Sight & Sound eleştirmen anketinde “Tüm Zamanların En İyi Filmi” seçilerek tarihsel konumunu taçlandırdığını da hatırlatalım. 

Agnés Varda – Cléo from 5 to 7 (1962) | IMDb: 7.8

En sevdiğimiz yönetmenlerden Agnés Varda ile rotayı Paris’e çeviriyoruz. Kadın yönetmenler tarafından yapılmış en iyi filmler arasında anılan Cléo from 5 to 7, Varda’nın ikinci uzun metraj filmi olmasına rağmen tam anlamıyla “Varda imzası”: belgesel duyarlığı ile kurmaca zarafetini aynı nefeste taşıyor! 

Paris’in sokaklarında gerçek zaman akarken, biyopsi sonucu bekleyen şarkıcı Cléo’nun iki saatlik yürüyüşüne eşlik ediyoruz. Varda aynalar, vitrinler, kısa karşılaşmalarla seyircinin “Cléo’ya bakma” alışkanlığını, Cléo’nun kendi kendine bakışıyla adım adım kırıyor. Kamera sadece bakmıyor, eşlik eden bir bakışa dönüşüyor. Böylece film, kadın bedeninin kentle kurduğu ilişkiyi romantize etmeden özneleşme olarak çerçeveliyor. 

Hafif ve özgür ritimde akan yolculuk, kadın bakışının sinema diline kazınmış en berrak örneklerinden. Hareketli kadrajlar, ses-mekan ilişkisi ve küçük restlerin ritmi, Cléo’nun “nesne” konumundan özneye yürüyüşünü görünür kılıyor. Bu açıdan Cléo from 5 to 7, canlı bir “kamera dersi” gibi de okunabilir. 

Ölüm, hastalık kaygısı gibi kasvetli bir önermeyi büyüleyici bir filme dönüştürmek Varda’nın mahareti. Filmin 1962’de Cannes Resmi Seçkisi’nde yer aldığını ve Fransız Sinema Yazarları Sendikası Ödülleri’nde “En İyi Film” seçildiğini de hatırlatalım. 

Jane Campion – The Piano (1993) | IMDb: 7.5

Jane Campion’ın romantik kalıbı ters yüz eden feminist özgürleşme anlatısı The Piano, konuşmayan bir piyanist ve küçük kızın 19. yüzyıl Yeni Zelanda kıyılarında arzu, iktidar ve doğayla kurduğu gerilimi ele alıyor. Campion, melodramı sessizlik, rüzgar ve müzikle yeniden yazıyor; kamera kadın bedenini fethedecek nesne değil, kendi kararı ve arzusu olan özne olarak konumluyor. 

The Piano’da doğa neredeyse üçüncü bir karakter gibi konuşuyor; piyano ise patriyarkal mülkiyetin ağırlığını görünür kılan bir özgürleşme aracına dönüşüyor. Görüntü ve sesin ince dokusuyla kurulan zamanı aşan klasik filmde Campion, Cannes’da Altın Palmiye alan ilk kadın yönetmen oluyor! 

Editör Notu: Campion’ın son filmi The Power of the Dog (2021) da kadın yönetmen filmleri olarak izlenmesi gerekenlerden. Film arzu ve iktidarı bu kez erkeklik mitinin kırılganlığı üzerinden katman katman açıyor. 

Céline Sciamma – Portrait of a Lady on Fire (2019) | IMDb: 8.0

Céline Sciamma’nın Portrait of a Lady on Fire, kadın yönetmen filmleri içinde adanın rüzgarını ve ateşin çıtırtısını adeta bedenimizde duyuran bir deneyim. 18. yüzyılda bir ressamla modeli arasındaki yakınlaşmayı, “kimin baktığı” ve “nasıl baktığı” soruları etrafında, bakışın etik kuralları üzerine kuruyor. 

Sciamma, erkek bakışının sahiplik mantığını reddediyor ve portreyi tanıklık-eşitlik ilişkisiyle yeniden yazıyor. Kompozisyon-ritim-sessizlik üçlüsü, bakışların en küçük titreşimini görünür kılıyor; aşk, yüksek sesli açıklamalarla değil, rızanın poetikasından doğuyor. 

Kamera, feminist sinemanın en temel özelliklerinden biri olarak eşlik eden bir bakış olarak konumlanıyor. Böylece kuir aşk, evrensel bir özgürleşme deneyimine dönüşüyor. Kadınların birbirine ışık olduğu bu anlatı, kadın dayanışması ve etik temsil üzerine kurulmuş parlak bir feminist aşk filmi. Haliyle hem 2019’un en çok konuşulanlarından biri oldu hem de Cannes’da En İyi Senaryo ve Queer Palm ödüllerini kazandı. 

Andrea Arnold – Fish Tank (2009) | IMDb: 7.3

Essex’in kenar mahallelerinde dans ve kaçış arzusu taşıyan Mia’nın öfke ve arzuyla sınanan büyüme hikayesi Fish Tank, kadın yönetmen filmleri içinde sınıfın yalnızca bir fon değil, adeta bir kader mimarisi olduğunu yüzümüze çarpıyor. Arnold, duygusal manipülasyondan kaçınıyor; “kurtarıcı erkek” vaat etmek yerine, genç bir kızın kendi ritmini bulma mücadelesini sahiplenerek dayanışma değerini öne çıkarıyor.

Yalın dil, doğaçlamaya yakın oyunculuklar ve elde kamera-doğal ışık-yakın plan üçlüsü, karakterin nabzına bağlanan bir sinema dili kuruyor. Böylece kadın karakteri klişeye hapsetmeyen, dürüst, cilasız bir coming-of-age ortaya çıkıyor. Fish Tank, Andrea Arnold’un beden-sınıf-özne ekseninde erkek bakışlarından arındırılmış, etik bir biçimle genç kızın büyüme şablonunu içeriden bükerek kırıyor. Yönetmenin imzasını berraklaştıran bu film, kadın yönetmenler içinde ayrıksı bir doruk. 

Lynne Ramsay – We Need to Talk About Kevin (2011) | IMDb: 7.4

Kadın yönetmen filmleri içinde, “kötülük” anlatısını bambaşka bir boyuta taşıyan We Need to Talk About Kevin, Lynne Ramsay’in en çarpıcı işlerinden. Tilda Swinton’ın olağanüstü performansıyla taşıdığı film, bir annenin suçluluk ve inkarla örülü belleğinde dolaşırken şiddeti göstermeden hissettiren bir anlatı kuruyor. 

Film, “kötülük”ü bireysel histeriye indirgemiyor; anneliğin görünmez yükleri, toplumsal beklentiler ve hızlı yargılar üzerinden tartışmaya açıyor. Ramsay, travmayı bir duyumsama düzlemine çevirerek, tanı koymak ya da “canavarı teşhir etmek” yerine izleyici etik bir düşünme alanına davet ediyor. Bu açıdan We Need to Talk About Kevin, şiddetin pornografisine kapı aralamayan feminist bir duruş sergiliyor.

Editör Notu: Ramsay’in 2025’te Cannes’da prömiyer yapan yeni filmi Die, My Love da yine annelik, arzunun karanlık yüzü ve zihinsel çöküş temaları etrafında birleşiyor. Hissiyatı benzer, izlemeye değer filmler. 

Kathryn Bigelow – The Hurt Locker (2008) | IMDb: 7.5

Kadın yönetmenler içinde Kathryn Bigelow, aksiyon türünü dönüştürerek, “erkek ritüeli” olarak kodlanan savaş sinemasını risk, travma ve etik sorumluluk üzerinden yeniden okuyor. Yönetmenin imza filmlerinden The Hurt Locker, Irak’ta bomba imha biriminin adrenalin sarmalını takip eden, savaşın “seyirlik” haz üretimini kırarak bedensel tecrübeye çeviren bir film. 

Bigelow, bir kadın yönetmen olarak aksiyonun merkezinde kurduğu bu sert, net bakış; otoritenin cinsiyete ait olmadığını kanıtlayan feminist bir müdahale olarak kahramanlık mitlerinin nasıl yıkıma dönüştüğünü hissettiren bir yapım. Elde kamera, alan sesi ve yakın planla tehlikenin tam kalbine yerleştirilen izleyici, aksiyonun ritmini politik bir sorguyla irdeliyor. 

6 Oscar sahibi The Hurt Locker ile Bigelow “En İyi Film” Oscar’ının da sahibi olarak, bu dalda ödül alan ilk kadın yönetmen oluyor. Ayrıca Bigelow’un bu tür bükücülüğü erken dönemde Point Break ve Strange Days’de de kendini gösteriyor. 

Sofia Coppola – Lost in Translation (2003) | IMDb: 7.7

Kadın yönetmenler içinde “yabancılaşma” temasını en incelikli biçimde işleyen isimlerden Coppola, Lost in Translation ile Oscar, Golden Globe ve BAFTA’dan ödüllerle dönüyor! Tokyo’nun neonları arasında iki yabancının gecikmiş yakınlığını anlatan bu etkileyici filmde boşluk ve sessizlik adeta başrol oynuyor. 

Coppola, “yabancılaşma”yı egzotik dekor yapmadan, kadın öznenin iç ritmine kulak veren bir atmosfer olarak kurguluyor. Karşılaşmayı ise herhangi bir sahiplik ya da “kurtarıcı” fantezisine değil dikkat ekonomisine yaslıyor. Minimal olay örgüsü, müzik ve ritimle genişleyerek yalnızlığın iç sesini duyulur kılıyor; kamera öznenin sınırlarını koruyan bir alan açıyor. Melankoli ise “acı estetiği”ne sığınmıyor bu filmde. Geçici bir ilişkinin özsaygı ve seçim hakkıyla nasıl anlam kazandığını gösteren, gerçek bir atmosfer sineması dersi ortaya çıkarıyor. 

Marjane Satrapi – Persepolis (2007) | IMDb: 8.0

Kadın yönetmen filmleri içinde siyah-beyaz çizgilerin yalın gücüyle kurulan unutulmaz bir otobiyografik animasyondan bahsedelim: Marjane Satrapi’den Persepolis. İran Devrimi’nin gölgesinde büyüyen genç Marjane’in dünyasını mizah ve hüzünle harmanlayan film, “büyük tarihi” küçük bir hayatın göz hizasından aktarıyor. 

Satrapi, animasyonu politik bir dile çeviriyor; göç, baskı, aidiyet ve özgürlük arzusunu mağduriyet pornografisine düşmeden anlatıyor. Kadın bakışını merkeze alan film, hem evrensel hem çok kişisel bir feminist özgürleşme anlatısına dönüşüyor. Günümüzde de kadın direnişi ve İran diaspora deneyimi konuşulurken Satrapi’nin bu filmi tekrar tekrar izlenebilecek bir başyapıt. 

Editör Notu: Sade, vurucu ve kalıcı etkiye sahip Persepolis’le Satrapi, 2008’de Oscar’da “En İyi Animasyon” adaylığı alarak bu dalda aday gösterilen ilk kadın yönetmen oldu. Ayrıca Fransa’da César’larda En İyi İlk Film ve En İyi Uyarlama Senaryo dahil pek çok ödül aldı. 

Ava DuVernay – 13th (2016) | IMDb: 8.2

Kadın yönetmenler içinde sinema ve aktivizmin gücünü en berrak biçimde gösteren isimlerden biri DuVernay. 13th ile bir kadın yönetmen olarak kamusal tartışmanın ritmini belirliyor. Bu yalnızca temsil değil, iktidar ilişkilerine müdahale anlamına da geliyor. 

ABD’de köleliğin kaldırılmasından bugünün kitlesel hapsedilme rejmine uzanan çizgiyi açığa çıkaran belgesel film, arşiv görüntüleri, uzman tanıklıklar ve ritmik montajla “tarafsızlık” maskesini düşürüyor. Irk-sınır-ceza adaleti kesişimindeki yapısal şiddete doğrudan bakmamızı sağlayan yapım, izleyiciyi bilgi yığınına boğmadan, politik netliği yüksek, akıcı bir anlatı kuruyor. DuVernay seyirciyi edilgen değil, “sorumlu özne” olmaya çağırıyor. 

Sinema tarihinde önemli bir konumda olan 13th, New York Film Festivali’ni açan ilk belgesel olma özelliğinde. 

Editör Notu: Politika ile kişisel olanın birbirini aydınlatması, DuVernay’nin dilindeki en güçlü süreklilik. Son filmi Origin (2023), “hiyerarşi” kavramını ırk, sınır ve kast ekseninde açıyor. 13th arşiv-uzman-montaj üçgeniyle sistemi teşhir ederken, Origin ise bireysel yas-göç-aidiyet ile yapısal şiddeti insan yüzleri üzerinden görünür kılıyor. Sonuç: erişilebilir derin bir anlatı sürekliliği. 

Öncü Kadın Yönetmenler

Bu bölümde kendi dönemlerinde radikal kabul edilen biçim tercihleri ve feminist perspektifleriyle bugün hala ders olarak aktarılan kadın yönetmenler ve filmleri hakkında konuşuyoruz. Her biri hem sinema tarihi için bir eşik hem de yeni seyirci için kusursuz bir giriş kapısı. 

Agnés Varda – Vagabond (1985) | IMDb: 7.6

Cléo from 5 to 7 ile andığımız Agnés Varda’yı, “Öncü Kadın Yönetmenler”de bir kez daha anmak şart. Günümüzün en büyük problemlerinden yoksulluk, barınma krizi ve “özgürlük ne pahasına?” konularına dair, sert bir özgürleşme anlatısı kuran Vagabond, kadın yönetmen filmleri içinde dikkat çekenlerden. 

Ters kronoloji yapısıyla Vagabond, yolda ölü bulunan genç kadın Mona’nın hikayesini, onunla yolu kesişenlerin tanıklıkları üzerinden iz sürüyor. Varda, “yol filmi” romantizmini reddediyor; Mona’nın özgürlük arzusunu, iş, bakım ve barınma gibi görünmez zorunluluklarla çarpıştırıyor. Bedensel ve sınıfsal bir mücadele resmeden kamera, merak/seyirlik dürtüyü denetleyen etik bir mesafe kurarak toplumun önyargıları ile sınıf ilişkilerini çıplak bir şekilde görünür kılıyor. 

Özgürlük sorularını süssüz bir dille bugüne taşıyan Vagabond, alışıldık özdeşleşme tuzaklarına düşmeden kadın öznenin kırılganlığını sahiplendiği için, kadın yönetmen filmleri arasında ayrıksı bir doruk. 

Agnés Varda’nın İzlenmesi Gereken Diğer Çalışmaları:

  • Les plages d’Agnés: Varda’nın kendi hayatını, arşiv ve oyunla kurduğu otoportre/oto-kurgu; öz-anlatımın altın standardı!
  • Visages, villages: Fransa kırsalında büyük fotoğraflarla yapılan duygu dolu bir toplumsal hafıza gezisi; merak, bakım ve şefkat Varda’nın bakışının özüdür.

Chantal Akerman – News from Home (1976) | IMDb: 7.3  

Göç, yalnızlık ve “uzaktan sevmek” çağında, kadın yönetmen filmleri üzerine konuşurken, bir Akerman durağı daha: News from Home. Filmin mesafe estetiği bugün hala keskin ve güncel. 

Akerman, New York’un ücra sokaklarını sabit ve uzun planlarla kayda alıyor; bu “soğuk” kentsel imgenin üzerine kendi sesiyle Belçika’daki annesinin mektuplarını dış ses olarak bindiriyor. Görüntüdeki mimari yalnızlık ile metindeki aile sıcaklığı arasındaki gerilim, kamusal alanın yabancılığıyla ev içi sesin yakınlığını çarpıştırıyor. Böylece göç, mesafe ve aidiyet duygusu iki katman arasında süren gerilimli bir diyaloga dönüşüyor. 

News from Home, hikaye anlatmaktan çok, zamanı ve uzaklığı deneyimletiyor. Akerman, erkek bakışının hız/aksiyon takıntısına karşı yavaşlık, dikkat ve etik mesafe öneren bir essay-form kuruyor. Bu nedenle film, bugün de belgesel-deneme çizgisinin önemli bir referansı olarak bakışı disipline eden, özneyi seyirlik değil eşlik edilen bir varlık olarak tanımlayan öncü bir çalışma.

Lina Wertmüller – Seven Beauties (1975) | IMDb: 7.7 

Wertmüller’in provokatif kara komedisi, Seven Beauties, savaş öncesi İtalyan faşizminin sisinde dolaşan küçük adam Pasqualino’nun, II. Dünya Savaşı karanlığında hayatta kalmak için pazarlık ettiği şiddet-cinsellik-ahlak üçgenini izliyor. Kahramanlık mitini bozan “anti-kahraman” portresi kuran film, ton kaymaları ve ahlaki gri alanları keskin bir ironiyle kullanıyor; kadın bedeninin maruz bırakıldığı iktidar oyunlarını teşhir ederken seyircinin yargı konforunu sürekli bozuyor. 

Wertmüller’i ve bu filmi tuhaf, ilgi çekici ve  benzersiz kılan, soğukkanlı ama ustalıklı üslup! Anlaşılmaz ve dipsiz bir hikayeyi tarafsız gibi görünen bir mesafeyle anlatırken, komik anlarla dehşet arasında köprü kuran yönetmen; bu mesafe ile savaş sinemasını “soylu fedakarlık” klişesinden kurtarıyor. Beden-iktidar-hayatta kalma üçgeninde sert bir feminist karşı okuma ortaya koyan filmde “kahramanlık” perdesi kalktığında, geriye yalnızca iktidarın çıplaklığı kalıyor. 

Sally Potter – Orlando (1992) | IMDb: 7.1

Kadın yönetmen filmleri içinde dördüncü duvarı cesurca delen nefis bir örnek: Sally Potter’dan Orlando. Virginia Woolf’un zamansız kahramanı, yüzyıllar boyunca beden ve cinsiyet değiştirerek toplumsal roller ve iktidar ilişkileri arasında dolaşıyor; Potter ise onu tarihi dekor olmaktan çıkarıp kimliğin performatif doğasını ifşa eden bir sahneye çeviriyor. 

Tilda Swinton’ın doğrudan kameraya bakan dördüncü duvar hamleleri, bilinçli yapaylık, kostüm/üretim tasarımındaki teatral parıltıyla “erkek bakışı” kırılıyor; kamera seyirciyle oydaş bir ilişki kuruyor. Zaman sıçramaları ve mekan değişimleri fikir akışına bağlanıyor; film, “cinsiyet doğal değil, iktidar ve performans ilişkileriyle kurulur” tezini bizzat sinema diliyle görünür kılıyor. Bu açıdan Orlando, kuir ve feminist okumanın başucu filmlerinden biri olarak, “Öncü Kadın Yönetmenler” başlığında parlıyor! 

Çağdaş Auteur’ler

Bugünün kadın auteur’leri, büyük temaları küçük jestlerle; politik olanı gündeliğin dokusuyla anlatıyor. Bakış etiği, ritim, mekan ve ses onların elinde yalnız estetik tercihler değil, dünyayla kurulan ilişki biçimleri. Bu bölümdeki kadın yönetmen filmleri kuir özneden sınıfın bedenle yazılmasına, göçebelikten bakım ve dostluk ekonomilerine uzanan, ince ama dönüştürücü sinema dilleriyle öne çıkıyor.

Céline Sciamma – Tomboy (2011) | IMDb: 7.4

Portrait of a Lady on Fire’dan ayrı bir parantezi hak eden Céline Sciamma, kadın yönetmenler içinde beden, arzu ve aidiyeti bakışın etiği üzerinden kuruyor. Onun imzası, erkek bakışının sahiplik mantığını reddeden, rızaya dayalı aşk/arkadaşlık anlatıları ve gündeliğin minik jestlerinden yükselen duygular. Bu yüzden filmografisi, çağdaş feminist sinema için süreklilik vaat eden bir okul gibi. 

Yönetmenin kült filmi Tomboy, cinsiyetin “doğal” değil toplumsal bir performans olduğunu görünür kılıyor; yaz akşamları, oyunlar, kıyafet ve saç kesimi gibi küçük seçimlerle kimliğin ilişkiler ve eylemlerden aktığını hissettiriyor. Sciamma kamerayı asla avcı göze dönüştürmeyerek, yakın ama etik mesafe ile çocuk bedenini merak nesnesine çevirmeden koruyucu bir yakınlık kuruyor. Filmin ritmini sessizlik, nefes ve bakışlar oluştururken, rıza ve sınır kavramları görünür kılınıyor. 

Tomboy, kadın yönetmen filmleri arasında kuir çocukluk anlatısını sansasyon veya teşhir tuzağına düşmeden, incelikli ve etik bir dille işlediği için güncel LGBTİ+ sinema kanonunda kalıcı bir yer ediniyor.

Céline Sciamma’nın İzlenmesi Gereken Diğer Çalışmaları:

  • Water Lilies (2007): Su balesi çevresinde kız arkadaşlığın ve arzunun ilk kıvılcımlarını estetize ediyor; havuzun klorlu, mavi dünyasıyla koreografik mekan, arzunun yeni doğan yönlerini görünür kılıyor. Su yüzeyiyle bakış arasındaki mesafe, kızların birbirini keşfetme ritmine eşlik ediyor. 
  • Girlhood (2014): Paris banliyösünde siyah kız kardeşliğin ritmini sınıf ve ırk kesişiminde özgürleşme alanları açarak anlatan nefis bir film. Grup koreografileri ve o unutulmaz “Diamonds” sahnesindeki mavi parıltı, kolektif özsaygıya dönüşüyor.

Andrea Arnold – American Honey (2016) | IMDb: 7.0

Fish Tank’te gördüğümüz çizgiyi sürdüren Arnold, genç kadın özneyi “romantik kurtarıcı” mitinden arındırıyor; kadın ve kız çocuk öznenin arzusu, öfkesi, kırılganlığı tertemiz aktarıyor. En güzel örneklerden biri American Honey.

Amerika’yı dolaşarak dergi satan Star’ın peşinde giden film, “yol filmi” romantizmini rafa kaldırıp sınıf, arzu ve sömürü üçgenini beden üzerinden duyumsatıyor. Arnold elde kamera, doğal ışık ve 4:3 kadrajla Star’ın dünyasına fiziksel bir yakınlık kuruyor; yüzler, eller, camdan dışarı bakan gözler, hepsi öznenin iç ritmine bağlanıyor. 

Özgürleşme büyük finale değil, küçük jestlere ve anlık kararlara yerleştiriliyor; ekonomik kırılganlığın kadın bedenindeki izleri teşhir edilmeden görünür kılınıyor. American Honey, kadın yönetmen filmleri içinde genç kadın özneyi klişesizce merkezleyen, sınıfı ve arzuyu bedensel ritimle anlatan çağdaş bir doruk. 

Andrea Arnold’un İzlenmesi Gereken Diğer Çalışmaları:

  • Wasp (2003): Arnold’un imzasının doğduğu bu kısa film, tek başına çocuk büyüten genç bir annenin “bir gecelik kaçamak” ihtimalinde sıkışan yoksulluk–arzu–bakım üçgeni yargısız ve sömürüsüz aktarılıyor.
  • Cow (2021): Arnold’un bakış etiğini belgesel zemine taşıdığı nefis bir yapım. İnek Luma’nın yaşam döngüsüne eşlik eden film, “konu”ya değil, özneye odaklanıyor. “Seyirlik acı”yı reddeden etik bir deney olarak izlenmesi gerekenlerden. 
  • Bird (2024): “Yuva neresi?” sorusu etrafında ergenliğin kırılganlığı ve ebeveynlik sınırları; bedensel kamera ve anı takip eden ritimle duygunun dalgalanmasına odaklanan sezgisel bir anlatı. 

Editör Notu: Arnold, Big Little Lies ve Transparent’ın seçili bölümlerinde de yakın/bedensel kamera formatı, doğal ışık ve yüz-eller üzerinde dolaşan kesmelerle mikro-duygu titreşimlerini taşıyor; çatışmayı bağırarak değil sınır ve sessizlikle büyütüyor. 

Greta Gerwig – Lady Bird (2017) | IMDb: 7.4

Oscar’a doymayan bir kadın yönetmen ile devam edelim: Greta Gerwig. Yönetmenin en imza yapımlarından Lady Bird, “genç kadın hikayesi = romantik kurtuluş” şablonunu bozarak anne-kız dramaturjisini merkeze taşıyan, kadın yönetmen filmleri içinde çağdaş ve kalıcı bir referans. 

Sacramento’da lise son sınıftaki Christine “Lady Bird” ve annesi arasındaki gerilim, sınıf atlama arzusu ve “kendi adını koyma” mücadelesini yarı-otobiyografik olarak işleniyor Lady Bird’de. Filmi erkek bakışının romantikliğine yaslamayan Gerwig, büyük olaylardan çok küçük kırılmalarla ilerleyen duyarlı bir “kendi olma” hikayesi sunuyor.

“Kim olmak istiyorum?” sorusunu özsaygı üzerinden güncelleyen Lady Bird, mizah duygusunu kaybetmeden, duygusal sömürüden uzak bir yapım olarak kadın yönetmen filmleri arasında izlenmesi gerekenlerden. 

Greta Gerwig’in İzlenmesi Gereken Diğer Çalışmaları:

  • Little Women (2019): Çoklu zaman yapısıyla klasik metni “yazma hakkı” ekseninde feminist bir öz-yazım anlatısına dönüştüren Gerwig, kadınların emek ve mülkiyet müzakeresini ön çıkarıyor. 
  • Barbie (2023): Pop kültürü patriyarka eleştirisi ve beden/özne tartışması kız kardeşlikle ters yüz ediliyor ve kitle sinemasında nadir görülen bir feminist meta-komedi ortaya çıkıyor. “Oyuncak” evrende bile rızanın ve öznelliğin altını çizen bir film.

Chloé Zhao – Nomadland (2020) | IMDb: 7.3

Chloé Zhao’dan Nomadland, taşrayı egzotize etmeden, ekonomik çöküş sonrası karavanıyla yollara düşen Fern’in mevsimlik işlerle örülü göçebe yaşamını gözler önüne sererken, yalnızlık, dayanışma ve onurla yaşama halini süssüzce kuruyor. 

Zhao’nun gerçek kişilerle kurmacayı buluşturan yöntemi, doğal ışık ve geniş ufuk kadrajlarıyla birleştiriyor. Film boyunca kamera bir “avcı” değil, eşlik eden bir bakış. Rüzgar sesi, motor uğultusu, sessiz boşluklar ve yüzlerde oyalanan yakın çekimler, sınıf ve kırılgan emek deneyimini bedenimizde duyumsatıyor. 

Göçebeliği romantik bir mit değil, dayanışma içinde yaşama etiği olarak tarif eden Zhao, kadın özneye kendi tempo ve ölçeğinde ayakta kalma biçimlerine saygılı bir alan açıyor. Bu açıdan Nomadland, çağdaş auteur sinemasında ve kadın yönetmenler kanonunda ayrıksı bir çizgi oluşturuyor. 

Editör Notu: Zhao, Nomadland’le hem Golden Globe’da En İyi Yönetmen ödülünü alan hem de Oscar’da En İyi Yönetmen ödülünü kazanan ilk Asyalı kadın oldu! 

Chloé Zhao’nun İzlenmesi Gereken Diğer Çalışmaları:

  • The Rider (2017): Bedensel travma sonrası kimlik-emek-beden üçgenini rodeo sahnesinden okuyan film, amatör oyuncularla Zhao’nun etik eşlikçi bakışını ortaya koyuyor.
  • Songs My Brothers Taught Me (2015): Pine Ridge’de toprak-aile-gelecek bağını sakin ritimle kuran film, Zhao’nun yerel topluluklarla birlikte anlatı kurma tercihinin erken ve berrak örneği. 

Nadine Labaki – Capernaum (2018) | IMDb: 8.4

Labaki, Capernaum filmiyle Beyrut’ta doğum kaydı dahi olmayan Zain’in hayatta kalma mücadelesini çocuk bakışıyla ele alırken, göç, yoksulluk, çocuk adalet sistemi ve bakım emeğini görünür kılıyor. Oyuncu yönetiminde çocuk perspektifini titizlikle koruyan yönetmen, müzik ve tempoyu duyguyu parlatmak için değil, tanıklığı berraklaştırmak için kullanıyor. 

Esnek el kamerası, sokağın dokusu ve çoğunlukla profesyonel olmayan oyuncularla kurulan yakınlık, filmi “seyirlik acı” üretmekten uzaklaştırıp sorumluluk duygusu uyandıran bir anlatıya dönüştürüyor. Kadın bakışıyla kurulmuş güçlü bir toplumsal eleştiri olarak anne-çocuk ilişkisi, komşuluk ağları ve göçmenlik deneyimini görünür kılan filmde cinsiyetlendirilmiş emek ve görünmez bürokrasi büyük nutuklar yerine küçük jestlerde açılıyor. Capernaum, kadın yönetmenler kanonunda, çocuk öznenin fail oluşunu ciddiyetle ele alan çarpıcı bir doruk.

Nadine Labaki’nin İzlenmesi Gereken Diğer Çalışmaları:

Nabaki, çoğunlukla profesyonel olmayan oyuncular ve sokağın dokusuyla gerçeklik kuruyor, arabuluculuk pratiklerini görünür kılıyor. 

  • Caramel: Güzellik salonunda, gündelik kadın dayanışması incelikle işleniyor.
  • Where Do We Go Now?: Mezhep çatışması kadınların barış inşası üzerinden aktarılıyor.

Justine Triet – Anatomy of a Fall (2023) | IMDb: 7.6

Bir “mahkeme filmi” gibi başlayan Anatomy of a Fall, dil, güç ve temsil üzerine oldukça keskin bir inceleme. Bir yazarın kocasının ölümündeki olası payını sorgulayan film, düşündürücü de bir soru soruyor: Hikayeyi kim anlatıyor, hangi dilde anlatıyor? 

Kadın özneyi “günah keçisi” klişesine sıkıştıran toplumsal ve kurumsal bakışı ifşa eden Triet, kamerayı performatif adalet sahnesinde, sözün iktidarla kurduğu ittifakı açığa çıkarmak için kullanıyor. Bu açıdan film, ana akımın konforlu “katil kim?” merakını erkeklik, kıskançlık ve mesleki rekabetin görünmeyen işleyişine doğru ters yüz ediyor. 

Başarılı kadın yönetmenler arasına ismini yazdıran Triet, “mahkeme gerçeği bulur” kalıbını parçalayan Anatomy of a Fall ile, kadınların kamusal itibarının nasıl dil ve algı savaşına dönüştüğünü ekranlara taşıyor. Bu açıdan film, çağdaş auteur sinemasında kanıt yerine bakışın siyasetini tartışmaya açan güçlü bir örnek.

Ana Akımı Ters Yüz Edenler

Ana akımın tam kalbinde, konforu bozan etik tercihler ve biçimsel cesaretle tür kabuğunu içeriden esneten kadın yönetmen filmleri ile devam edelim. Seyirlik hazdan çok, düşünen bir zevk hedefleyen ve kadın öznenin merkezde durduğu bu filmler, popüler anlatıyı bambaşka bir duygu-düşünme alanına taşıyor. 

Coralie Fargeat – The Substance (2024) | IMDb: 7.2

Coralie Fargeat, beden-imge-iktidar üçgenini keskin bir feminist body-horror’la tepetaklak ediyor The Substance’de. Yaş ayrımcılığına uğrayan TV yıldızı Elisabeth, gizli bir “gençlik kürü”yle kendisinin daha genç bir kopyasını yaratıyor; hızla güzellik endüstrisi, erkek bakışı ve piyasa sarmalına dönüşüyor. 

Son yıllarda en çok konuşulan kadın yönetmenler arasında olan Fargeat, The Substance’de grotesk protezler, hiper-stilleştirilmiş setler ve ekran dışı/ekran içi şiddet dengesini kullanarak “etik rahatsızlık” üretiyor. Filmde genç/yaşlı ikiliğini performans ve görünürlük kavgasına çeviren yönetmen, yaş takıntısı ve beden siyasetine dair söylemi kitle sinemasına “kanlı ama berrak” bir dille taşıyor. “Gençlik miti”ni piyasa fetişizmi olarak ifşa eden Fargeat bu açıdan tam bir tür bükücü. 

Emerald Fennell – Promising Young Woman (2020) | IMDb: 7.5

Kadın yönetmenler arasında Emerald Fennell, “nazik” görünen erkeklerin rızayı nasıl ihlal ettiğini teşhir eden bir film izletiyor bizlere: Promising Young Woman. Film, tecavüz kültürünü kaba kötüler yerine günlük nezaket maskeleri ve jestleri üzerinden ifşa ediyor. 

Parlak pastel estetik, pop şarkılar ve “rom-com” ritmine benzeyen yüzeyin altında, tecavüz kültürünün mazeret ekonomisini deşen, türler arası kaygan bir intikam anlatısı sunuyor. Ton kırılmaları, ironik müzik yerleştirmeleri ve renk dramaturjisi ile seyircinin konforunu sürekli bozan Fennell, kamera ile “eğlence” üretmek yerine hesap sorma alanı kuruyor. 

#MeToo sonrası sinemanın en parlak örneklerinden olan Promising Young Woman, tecavüz–intikam türünü kan, pornografi veya katarsisten arındırarak, rıza, sorumluluk ve kültürel suça çeviren feminist bir ters yüz filmi. 

Kimberly Peirce – Boys Don’t Cry (1999) | IMDb: 7.5

Gerçek hikayeden uyarlanan Boys Don’t Cry, Nebraska’da yaşayan trans erkek Brandon Teena’nın yaşamı ve “var olma hakkı” için verdiği evrensel mücadele üzerine kurulu bir film. Kimberly Peirce, kuir temsilde dönüm noktası olan bu filmiyle, elde kamera, doğal ışık ve yakın planlarla beden-arzu-tehlike hattını yoğunlukla hissettiriyor. 

“Gerçek olay” filmini seyirlik infaza çevirmeden, rızanın ihlali, nefret suçları ve özellikle kurumsal faillik üzerinden sistematik bir eleştiri geliştiren Pierce, Boys Don’t Cry ile kimlik onurunu merkeze alıyor. 90’lar Amerikan bağımsız sinemasında trans öznenin hikayesini etik çerçevede merkeze alan bu önce yapımla Pierce, kadın yönetmenler kanonunda, bedenin ve kimliğin sinemada “nasıl anlatılacağına dair” kalıcı bir dönüm noktası.

Mary Harron – American Psycho (2000) | IMDb: 7.6

Kadın yönetmen filmleri içinde keskin bir dönemeç: American Psycho! 80’ler Wall Street’inde Patrick Bateman’in mükemmeliyet fetişmi, kimlik erozyonu ve tüketim ritüellerini mercekleyen Mary Harron, seri katil/neo-noir kalıplarını erkeklik performansı ve piyasa fetişizmi eleştirisiyle içeriden tamamen bozuyor. 

American Psycho, “erkek anlatıları”nın ikonik anlarını ironi ve soğukkanlı mesafeyle yeniden kodlayarak, erkek şiddetini bireysel sapkınlık değil, kültürel performans olarak gösteriyor. Şiddet ise çoğu zaman ekran dışına itilerek ya da komediye yaslanarak ekranlara yansıyor. 

Kadın yönetmen filmleri içinde niçin American Psycho mutlaka izlenmeli diyorsanız, cevabımız net: film “erkek dehası” mitini cilalayan anlatıların tam karşısına geçerek toksik maskülenlik ve kapitalizmin ortak estetiğini çözümlüyor. Bu açıdan film 2000’ler sinemasında hala referans verilen bir kırılma noktası. 

Julie Taymor – Frida (2002) | IMDb: 7.3

Biyografilerin klişeliğini reddeden kadın yönetmen Julie Taymor, Frida Kahlo’nun beden-ağrı-arzu coğrafyasını resimleriyle konuşan bir sinema diline çeviriyor Frida ile. Ana akım biyografiyi büken bu film, biyografi türünü “olay dizisi”ne indirgemiyor, resimlerin iç dünyasını sinema diline çeviriyor. 

​​Taymor’un sahne sanatlarından taşıdığı teatral cüret tablo animasyonları, gölge tiyatrosu, maske ve renk dramaturjisiyle sanatçının iç dünyasını ekranlara taşıyor. Kamera bedeni fetişleştirmek yerine Frida’nın kendi bakışının otoritesini kuruyor; beden politikası ve yaratıcı özerklik aynı çerçevede buluşuyor. 

Frida, kadın yönetmen filmleri içinde popüler seyirciyle imge-özne ilişkisini tartıştıran ender örneklerden.

Keşif Önerileri

Ana omurgayı kuran kadın yönetmenler yanında, farklı coğrafyalardan ufku genişleten bir rota da şart. Bu bölümde daha az dolaşımda kalan ama birbirinden güçlü filmler bulacaksınız. Ortak paydaları, popüler şablonlara değil; bakım-emek-bellek ve tanıklık eksenine yaslanan etik biçim tercihleri. Bu seçki, ev içinden kamusal olana, bireysel hikayelerden kolektif yaraya uzanan yolda ilerliyor. Kısacası “keşif” sadece yeni isimler değil, yeni görme biçimleri demek: küçük jestlerle büyük hakikatleri duyuran filmler… 

Anna Muylaert – Que Horas Ela Volta? (2015) | IMDb: 7.8

Brezilyalı kadın yönetmen Anna Muylaert, Que Horas ela Volta? ile kadın emeğinin görünmezliğini etik bir yakınlıkla görünür kılıyor. São Paulo’da varlıklı bir ailenin evinde “içeride” yaşayan bakıcı Val ve kendi yolunu çizmek üzere gelen kızı Jessica arasındaki çatlak, ev içi emek, sınıf ve annelik sınırlarını sarsıyor. Oturma düzeni, buzdolabına uzanan el, havuz kenarındaki eşik… Her biri politik bir jeste dönüştüğü gibi, kamera evin mimarisini “kim girebilir, kim hizmet eder?” sorularının ölçeği olarak kullanıyor. 

Tonunu melodramdan uzak tutan film; sakin mizansen, gündelik ritim ve diyaloglarla gücünü küçük anların politikasından alıyor. Mizah, yumuşatmak için değil gerçeği keskinleştirmek için kullanılıyor; “iyi niyetli ayrıcalık” film boyunca teşhir oluyor. Sonuç: Latin Amerika’da ev içi emekle feminizmin kesişimini keskin bir dille kuran, nadir açıklıkta bir anlatı! Brezilya sinemasında bakım emeği-statü-aidiyet üçgeninini bu açıklıkla kuran az film var; bu açıdan Muylaert’in bakışı etik ve zorlayıcı bir örnek! 

Editör Notu: Muylaert, A Melhor Mãe do Mundo filminde de benzer çizgiyi koruyor. İmzası olan ev-politika-şefkat üçlemesiyle tamamladığı filmde bu kez kimlik ve aile kavramlarını ters yüz ediyor ve “kimin kime ‘anne’ dediğini” sorguluyor. 

Jasmila Žbanić – Quo Vadis, Aida? (2020) | IMDb: 8.0

Quo Vadis, Aida? Srebrenitsa soykırımı günlerine dönen bir film. BM üssünde çevirmenlik yapan Aida’nın gözünden “tanık etiği” kuran yapım, erkek kahramanlık merkezli savaş anlatılarını tersine çeviriyor. 

Yönetmen Žbanić, filmde omuz kamerası kullanmayı tercih ediyor; kamera çoğu kez eşiklerde konumlanarak kadın öznenin karar anlarını büyütüyor. Montajdaki nefes aralıkları, kalabalığın uğultusu ve askeri komutların soğukluğu ise şiddeti seyirlik bir gösteri yapmadan koridorlar, kapılar, bekleme alanları üzerinden gösteriyor.

Žbanić, erkek kahraman merkezli savaş anlatısını bürokrasi ve zaman baskısı üzerinden kadın özneye devrederek etik gerilimi “bedenin içinde” kuruyor. Katliamı, anne/çalışan/şahit gözleminden aktaran film, “tanıklık” eylemini feminist bir bakışla kişisel-siyasal sorumluluğa çeviriyor. Bu açıdan Quo Vadis, Aida?, bugünün bellek politikalarına dair en keskin filmlerden. 

Editör notu: Žbanić, Altın Ayı kazanan Grbavica – Esmanın Sırrı (2006) filminde de savaşın kalıcı yaralarını anne-kız ilişkisi ve beden hafızası üzerinden anlatmıştı. Quo Vadis, Aida? ile bu hattı kadın tanıklığının siyasal gücüne taşıyarak bellek, beden ve adalet üzerine daha geniş bir yüzleşme alanı açıyor.

Mila Turajlić – Druga strana svega (2017) | IMDb: 8.0

Belgrad’daki bir apartman dairesinde yıllardır mühürlü kalan kapı… Turajlić, Druga strana svega isimli belgesel filminde akademisyen annesinin anlatıcılığıyla Yugoslavya’nın siyasi tarihine yolculuğa çıkarıyor bizleri. Dairenin eşik/kapı/koridor geometrisi üzerinden Yugoslavya’nın bölünmesini, savaşları ve “geçiş” yıllarını ev içinden okuyan yönetmen, mekanı arşive, kapıyı ise mülkiyet, hafıza ve iktidar metaforuna dönüştürüyor. 

Druga strana svega, kapı boşluklarından kurulan “çerçeve içinde çerçeve” kompozisyonları, sabit kadrajlar, araya serpiştirilen aile fotoğrafları ve kent görüntüleri ile katmanlı bir essay film sunuyor. Kişisel olanın siyasal olanı nasıl deldiğini gösteren Turajlić, bellek politikalarını feminist bir bakışla yeniden kurarak Balkanlar’ın yakın tarihine içeriden bir tanıklık etiğiyle bakmak isteyenler için benzersiz bir kapı aralıyor.

Iryna Tsilyk – The Earth is Blue as an Orange (2020) | IMDb: 7.3

Kadın yönetmen filmleri içinde gerçek savaşın kalbine gidelim: Iryna Tsilyk’den The Earth is Blue as an Orange. Donbas’ta yıkımın tam ortasında yaşayan anne Hanna ve dört çocuğu kendi filmlerini çekerken, Tsilyk “evi” yalnızca sığınılan bir yer değil; bakım-emek-yaratım sürdüğü bir stüdyo olarak kuruyor. Filmin içinde film yapısı, “savaş görüntüsünü” seyirlik dehşete çevirmeden kadının dayanıklılığı ve çocukların hayal gücüyle dönüştürüyor. 

Kamera cephe yerine mutfak masası, koridor, perde aralığı gibi gündelik eşiklerde oyalanıyor; patlama efekti yerini nefes, ses ve bekleyişe bırakarak savaşın ritmini bedenimizde duyumsatıyor. Tsilyk’in etik ve yargısız bakışı, savaşın “nasıl yaşandığını” kadın bakışıyla görünür kılarken, aile ortak üretim topluluğuna evriliyor. 

Mutfakta kurulan setler, bodrumdaki ses kayıtları ve dışarıdan sızan sirenler meta-sinemayla birleşiyor. Siyaset evin ritmi içinden, özellikle de bir annenin yaşatma pratiğinden ilerlerken, travma üretim ve oyunla dönüşüyor; sinema “iyileştirmenin aracı” olarak konumlanıyor. The Earth is Blue as an Orange, “savaş filmi”nden beklenen gösteriyi reddederek küçük jestlerle büyük bir “tanıklık etiği” kuran bir yapıta dönüşüyor. 

Nora Fingscheidt ​​– Systemsprenger (2019) | IMDb: 7.8

Kadın yönetmen filmleri içinde öne çıkan Systemsprenger, “sorunlu çocuk” klişesini reddederek bakım sisteminin sınırlarını sorgulayan sarsıcı bir çalışma. Sisteme “sığmayan” dokuz yaşındaki Benni’nin öfke nöbetleri nedeniyle kurumdan kuruma savruluşunu izlediğimiz film, bakım emeği, şefkat yorgunluğu ve kurumsal şiddet üçgenini çarpıcı bir açıklıkla görünür kılıyor.

Öğretmenler, sosyal hizmet uzmanı ve anneyle ilişkilerde “iyi niyetli ama tıkanan” yetişkin çabalarını romantize etmeden veya suçlamadan gösteren Fingscheidt, gerçekçi bir denge kuruyor. Elde kamera, yoğun ses tasarımı, kalp atışına senkron ritmik kesmeler ve tetiklenme anlarında beliren pembe/magenta parlamalar seyirciyi çocuğun duyusal evrenine taşıyor. 

“Problem çocuk” kalıbını parçalayan film, sevginin bazen yetmediği gerçeğini cesurca tartışırken, feminist bir perspektiften kadın emeğinin ve sosyal refah ağlarının kırılganlığını bedensel/duyumsal bir sinema diliyle anlatıyor.