Dans La Maison: Sanat ve Röntgencilik

Dans La Maison: Sanat ve Röntgencilik

Güncelleme Tarihi: 2 Mart 2021

Filmimiz; dost meclislerinde hiç çekinmeden önerebileceğinize kefil olduğum, 2012 yılında gösterime giren ve Türkçeye “Evde” olarak çevrilebilen ismiyle Dans la Maison. Yüz beş dakikalık gerilimin sonunda dönüp kamera arkasına baktığımızda François Ozon’un yönettiği filmin senaryosunu da Ozon’un Juan Mayorga ile yazdığını görünce pek de şaşırmıyoruz. Nitekim Mayorga, Ali Poyrazoğlu’nun uyarladığı ve yönettiği “Kaplumbağa” güldürüsüyle ismine aşina olduğumuz bir oyun yazarı.

dans la maison

Başrollerini Ernst Umhauer, güzeller güzeli Emmanuelle Seigner ve Fabrice Luchini’nin paylaştığı filmdeki hikayeye değinecek olursak bütün olay, Gustave Flaubert Lisesi’nde öğretmenlik yapan Germain’in öğrencilere hafta sonu ne yaptıklarını anlatmalarını istediği bir kompozisyon ödevi vermesiyle başlıyor. Ödevleri okuduğu esnada Germain’in gözüne, büyük bir hayal kırıklığıyla okuduğu vasat yazıların arasında sınıfın sessiz ve içe kapanık öğrencisi Claude Garcia’nın kağıdı çarpıyor. Claude, yazısında uzun süredir -dikizlediği- ve kapılarının ona açılması için can attığı sınıf arkadaşı Rapha Artole’nin evine ders çalışmasına yardımcı olma bahanesiyle girişini anlatıyor. Evin içindeki başarıyla tasvir edilmiş gözlemlerinden ve fazlasıyla da Rapha’nın annesi Esther’in ‘’orta sınıf kadınlara özgü o güzel kokusundan’’ bahsediyor. Germain, hikayenin devamına duyduğu karşı konulmaz merak duygusuna yenik düşerek bu edebi açıdan oldukça başarılı gençle beraber kendini içinden çıkılması güç bir durumun ortasında buluyor.

dans la maison filmi

Hikaye ilerledikçe film, karakterlerle beraber bizlerin de gerçeklik algısını mahvediyor. Zihnimizdeki merak-ahlak çatışmasına sataşan yapım, aynı zamanda biraz da karikatürize hatta absürdite haliyle ahlaki açıdan pek çok açmaza sebep olan bir olguyu gözler önüne seriyor;

Sanat ve Röntgencilik

Sanatın; resim, fotoğraf gibi pek çok alanında olduğu gibi Dans la Maison’da da gördüğümüz üzere gözümüze pek batmasa da edebiyat için de “röntgencilik” aslında yabancı bir kavram değil. Nitekim olaylara, insanlara dayalı imge ve metaforlarla inşa edilen hatta pek çok yönüyle estetize edilmiş bir şeyi gözlemden ayırmak ve bu noktada sözgelimi gözlemcinin “gözlem” anlayışını ne noktaya götürebileceğini kestirmek pek mümkün gözükmüyor. Tabii bu noktada röntgencilik olgusunu, imajları anlamlandırabilme adına “seyretmek’’ olarak algılamamız çok daha doğru olacaktır. Çoğu zaman bu seyrediş, hayatın olağan akışındaki doğallığın korunumu istemiyle seyredilen kişinin rızası/bilgisi haricinde gerçekleşiyor. Kulağa biraz rahatsız edici geldiğini biliyorum fakat sizleri şu soruyla başbaşa bırakmak istiyorum; sizce “seyretmeden’’ sanat mümkün olabilir mi?