Gazeteciler, tarihin neredeyse her döneminde iktardarların korkulu rüyası oldu. Hele ki o gazeteciler halkın yanında duran ve doğruları çarpıtmadan söyleme cesaretine sahip kişilerse… Son 112 yılda ülkemizde 67 gazeteci öldürülürken, bu cinayetlerin birçoğu aydınlatılamadı. Geçmişten bugüne hepsini en ince ayrıntısıyla takip etmeden yorum yapmanın doğru olmayacağına inandığımız için bizler 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nde, ülkemizde öldürülen 5 aydın gazeteciyi anmak istiyoruz.
Abdi İpekçi (9 Ağustos 1929 – 1 Şubat 1979)
İstanbul Üniversitesi Hukuk mezunu olan Abdi İpekçi; Yeni Sabah, İstanbul Ekspres ve Yeni İstanbul gazetelerinde sayfa sekreteri, spor muhabiri ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. 1954 yılına gelindiğinde ise Milliyet gazetesinin yazı işleri müdürü, bir süre sonra da genel yayın müdürü ve başyazarı oldu.
Meslek hayatı boyunca Atatürkçülüğü, düşünce özgürlüğünü ve ülke bağımsızlığını savunan İpekçi, gerçek bir basın emekçisiydi. Türkiye Basın Enstitüsü başkanlığı, Basın Şeref Divanı genel sekreterliği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti başkan vekilliği gibi görevleri üstlendi. Ülkenin siyasi ve ekonomik yönden büyük bir karmaşa yaşadığı 1979 yılında İpekçi’nin tek bir isteği vardı: Dönemin iktidarının ve muhalefet önderlerinin bir araya gelerek bu çıkmazı bir an önce sonlandırmaları. Bu amaç doğrultusunda Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel ile görüşmelerini sürdürüyordu.
1 Şubat 1979 günü gazeteden çıktı ve eve gitmek üzere arabasına bindi. Saat 20.15 civarı henüz arabasındayken silahlı saldırıya uğradı. Onu vuran, 1981 yılında papa suikatını da düzenleyecek olan Mehmet Ali Ağca’ydı. Ağca, Abdi İpekçi’yi vurduktan 5 ay sonra yakalandı.
Bu cinayet, Türkiye’de büyük bir şaşkınlığa ve infiale neden oldu. 2 Şubat günü tüm gazeteler siyah başlıklarla çıktı, gazete ve dergilerde katilin bulunmasına yönelik ilanlar çıktı. Katili bulana 6 milyon TL ödül verileceği duyuruldu. Gazetelerdeki güvenlik üst seviyeye çıkarılırken dönemin diğer önemli gazetecileri eve gidiş güzergahlarını değiştirdi, yıllık izne ayrıldı. Tüm bunları yapmakta çok da haklıydılar. Sonuçta Abdi İpekçi, ideoloji savunuculuğundan ziyade uzlaştırıcı kimliği ile tanınan bir aydındı.
Uğur Mumcu (22 Ağustos 1942 – 24 Ocak 1993)
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Uğur Mumcu, henüz öğrenciyken Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan “Türk Sosyalizmi” makalesiyle Yunus Nadi Ödülü’nü aldı. 12 Mart döneminde yazdığı bir yazıda yer verdiği “Ordu uyanık olmalı…” sözleri nedeniyle gözaltına alındı. Gerekçe ise orduya hakaret etmekti. Mamak Askeri Cezaevi’nde bir yıla yakın yatan Mumcu, 7 yıl hapse mahkum edildi ancak bu karar Yargıtay tarafından bozuldu ve Mumcu serbest bırakıldı. Yine bu davadan dolayı da askerliğini yedek subay olarak yapması gerekirken “sakıncalı piyade eri” olarak tamamladı.
1975 yılından itibaren Cumhuriyet Gazetesi’nin “Gözlem” başlıklı köşesinde yazmaya başlayan Mumcu, aynı zamanda Anka Ajansı’nda çalıştı. 1977’den itibaren ise sadece Cumhuriyet’te yazmaya devam etti. Mumcu, meslek hayatı boyunca kamuoyunu aydınlatmak amacıyla birçok kitap ve oyun yazdı. Terörün silah kaçakçılığıyla ilgisini ortaya koymayı hedeflediği “Silah Kaçakçılığı ve Terör”, 12 Eylül döneminde aydınlara yapılan işkenceleri anlattığı “Sakıncasız”, gençlik liderlerinin 12 Mart öncesi ve sonrası yaşadıklarını kendi ağızlarından anlattıkları “Çıkmaz Sokak” bu kitap ve oyunlardan yalnızca birkaçı…
1993’te yazdığı “Mossad ve Barzani” isimli yazısında CIA, Mossad ve Barzani arasındaki bağlantıya değinen Mumcu, yine aynı yıl köşesinde yazmış olduğu Ültimatom başlıklı yazısında, yakında yayımlayacağı kitabında Kürt milliyetçileri ve istihbarat örgütleri arasındaki bağlantıyı anlatacağını yazdı. Meslek hayatı başarılarla dolu olan Uğur Mumcu, öldürülmeden hemen önce mafya, siyaset ve polis ağının boyutlarını araştırıyordu.
Arabasına yerleştirilen bomba ile suikasta kurban giden Mumcu’nun öldürülme sebebi olarak, Abdullah Öcalan’ın bir süre Milli İstihbarat Teşkilatı için çalıştığını araştırması iddia edildi. Olay yerinde yapılan incelemede ise hiçbir delil bulunamadığı söylendi. Suikastı üstlenen örgütler olsa ve dönem başbakanı bu davayı çözmenin bir namus borcu olduğunu söylese de failler yakalanamadı. Ülkede yaşananları muhteşem çözümlemeler ve doğru tespitlerle ortaya koyan böylesi önemli bir değer için verilen sözler tutulmadı.
Metin Göktepe (10 Nisan 1968 – 8 Ocak 1996)
Fabrikada çalışan ablası, ağabeyi ve 1986 yılından itibaren faaliyetlerini takip ettiği dernek sayesinde siyasetle tanışan Metin Göktepe, İstanbul Üniversitesi Maliye bölümünden mezun oldu. Üniversite yılları boyunca gençlik mücadelesinde aktif rol oynadı. 1992 yılında Gerçek adlı bir dergide yazarak gazeteciliğe başladı, 1995 yılında ise muhabir olarak Evrensel gazetesine geçti.
Göktepe, 1996 yılında cezaevinde öldürülen iki tutuklunun cenazelerini takip ederken gözaltına alınan bin kişi arasında bulunuyordu. Bu gözaltı sırasında polisler tarafından dövülerek öldürüldü. Dönemin içişleri bakanı Teoman Ünüsan, Göktepe’nin duvardan düşerek öldüğü yönünde bir açıklama yaptı. Ancak daha sonra kamuoyu baskısına dayanamayarak gerçeği kabul etti. Göktepe’nin annesinden özür diledi fakat anne bu özrü kabul etmeyerek oğlunun ölümünden sorumlu olanların yargılanmasını istedi. 4 yıl boyunca devam eden dava sonunda Metin Göktepe, 1996 yılına kadar öldürülmüş gazeteciler içinde katillerinin suçu mahkeme tarafından onanan ilk gazeteci oldu.
Ahmet Taner Kışlalı (10 Temmuz 1939 – 21 Ekim 1999)
Ahmet Taner Kışlalı, gazetecilik hayatına Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken spor muhabirliği yaptığı Yeni Gün gazetesi ile başladı. Bir yıl boyunca yine aynı gazetenin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Doktorasını Paris Üniversitesi’nde “Modern Türkiye’de Siyasi Güçler” başlığı ile tamamladı ve Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine başladı. 1972 yılında ise doçent oldu.
Yankı dergisinde yazdığı yazılarla Bülent Ecevit’in dikkatini çeken Kışlalı, 1977’de CHP’den İzmir milletvekili seçildi, 1978’de kültür bakanı olarak görev yaptı. 1980 darbesi sonrasında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders vermeye başladı ve 1988’de profesör oldu. 1991’de ise artık Cumhuriyet gazetesinin köşe yazarıydı.
1999’un 21 Ekim tarihinde evinden çıkan Kışlalı, arabasının üstünde poşete sarılı halde duran paketi aldığı anda büyük bir patlama meydana geldi. Site bekçisi, kolu kopan Kışlalı’yı hastaneye götürdü ancak ne yazık ki ünlü gazeteci kurtarılamadı.
Ahmet Taner Kışlalı cinayetinin faili aradan geçen bunca yıla rağmen bulunamadı. O dönemlere ait akıllarda kalan en net şey ise Akit gazetesinin, suikasttan çok kısa bir süre önce Kışlalı’nın fotoğrafını üzerine çarpı atılmış şekilde yayımladığı manşet oldu.
Hrant Dink (15 Eylül 1954 – 19 Ocak 2007)
Henüz lise yıllarında Türkiye’deki sol siyasetten etkilenen ve Marksist-Leninist çizgide siyaset yapmaya başlayan Hrant Dink, İstanbul Üniversitesi Zooloji bölümünden mezun oldu. Kardeşleriyle birlikte açtığı yayınevi işlerini yürütürken bir yandan da eşiyle Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nı yönetmeye başladı. Kimsesiz çocukların yetiştirildiği bu kampa 21 yıl sonra devlet tarafından el konuldu. Askerlikten sonra kitap eleştirileriyle yazı hayatına başlayan Dink, adını basında çıkan yanlış haberlere gönderdiği düzeltmelerle duyurmaya başladı.
İstanbul Ermeni Patrikhanesi’ne “Önyargıların kırılması için kendimizi daha iyi ifade etmemiz gerekiyor.” diyerek Türkçe-Ermenice bir gazete çıkarmayı önerdi. 5 Nisan 1996 yılında ise kurucusu ve başyazarı olduğu Agos gazetesinin ilk sayısını yayımladı. Bu esnada aynı zamanda BirGün ve Zaman gazetelerinde de yazıyordu. Dink’in her yazısında altını çizdiği tek bir şey vardı: “Türkiye’deki her etnik topluluk, eşitlik ve barış içinde yaşamalıdır.”
Dink’e yıllar içerisinde “Türklüğe hakaret” gerekçesiyle birden çok dava açıldı. Bunların sonuncusu için AİHM’e başvurmaya hazırlanıyordu. Ancak 19 Ocak günü Halaskargazi Caddesi’ndeki gazetesinden çıktığı anda uğradığı silahlı saldırı sonucunda bu hazırlık yarım kaldı. Hrant Dink, 19 yaşındaki katil Ogün Samast’ın yakın mesafeden yaptığı üç el silah atışıyla öldürüldü.
Dink’in cenaze töreni Agos gazetesi önünde, “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” dövizleri taşınarak başladı. Bu törene kimi kaynaklara göre 40 bin, kimilerine göreyse 100 bin kişi katıldı. Ermeni Diasporası, Türkiye halkının Dink’i böylesine sahiplenmesi karşısında yaşadığı şaşkınlığı dile getirmekten çekinmedi.
Hrant Dink, ülkemizin vicdanı yüksek bireylerinin aklında ayakkabısındaki delik; benim ise İstanbul Üniversitesi’nde Gazetecilik okuduğum yıllarda katıldığım anma töreni esnasında gördüğüm sevgi ve saygı ile kazındı. “Türkiye’deki her etnik topluluk, eşitlik ve barış içinde yaşasın” dileği ise yine yalnızca cümlelerde kaldı.
Fikirlerin öldürülmediği nice yarınlar dileğiyle; 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü kutlu olsun.