Tüketim Fetişizmi: “Neye Sahipsen O’sun”

Tüketim Fetişizmi: “Neye Sahipsen O’sun”

Ya sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerin kölesiysek? Yani; ya aslında bizler satın aldığımız şeylere karar vermiyorsak da “şeyler’’ bizim kim olduğumuza karar veriyorsa?

Fetiş, sözlükte en basit haliyle “tapınma eşyası” olarak karşılığını bulur. Yani sanem. Ya da daha yaygın kullanılışıyla put. Gündelik hayatta genellikle cansız bir varlığı veya vücudun cinsel işlevi olmayan bir kısmını erotize etme manasında kullanılır. Erotizm ise cinselliğin fiziksel yönü kadar ruhsal yönünü de kapsayan bir kavram. Yani sevi. Aşk. Aslında tüm bunlardan hareketle fetişizmin, “şeylere” amacı dışında kuvvetli kıymetler yüklemek olduğu söylenebilir. Örneğin; normalde mektuplara yapıştırılmak üzere var olan pulları özenle istifleyip saklayan bir koleksiyoner, “pul fetişisti” ya da normal şartlarda oturulmak için üretilen salon takımlarını örtülerle kaplayıp üzerlerine kimsecikleri oturtmayan babaannelerimiz de “koltuk fetişisti” olarak adlandırılabilir.

Aslında her şey Maslow’un ihtiyaçlar piramidindeki aşağıdan yukarıya hiyerarşik olarak ihtiyaçtan arzuya geçişin belirginliğini modern toplumda kaybetmesiyle ilişkili. Hepimiz ihtiyaçla arzu arasındaki farkı biliyoruz. Fakat artık bu pratik edilebilir bir bilgi olmaktan çok uzak. Sözgelimi en temel fizyolojik ihtiyaçlardan biri olan su içmek bile artık sadece su içmek değil. Ağzınızı çeşmeye yaslayıp kana kana su içmenizle camla şişelenmiş hatta şişesi de taşlanmış bir suyu pahalı bir restoranda içmeniz arasında statüsel bir fark var. Bu fark tamamen metaların toplumsal algısı ile ilgili. Yani takdir edersiniz ki aslında su sadece sudur. Yahut uçakları düşünelim… Taşımacılık kapsamında uçakların maksadı insanları A noktasından B noktasına götürmektir ve uçaklar hangi koltukta oturduğu fark etmeksizin bütün yolculara karşı aynı işlevini yerine getirir. Burada ihtiyaç seyahat iken, sosyal medyada paylaşılacak olan bir ‘’first class’’ biletle seyahat imkanından fazlasını satın almış oluruz. Ya da böyle olduğunu zannederiz. Çünkü Adorno ve Horkheimer’in işaret ettiği üzere kapitalizmin kendini her düzlemde yeniden ürettiği ve meşrulaştırdığı bir kültür endüstrisinin muhataplarıyız.

Tüketim Fetişizmi ve Kültür Endüstrisi

Bu kavramda, kültürün kendisi bir endüstri ve kültürel ürünler de bu endüstrinin metalarıdır. Kapitalizm için bu ürünlerin yoğunlukları, anlamlılıkları ya da bütünsellikleri önemli değildir. Önemli olan tek şey etkilerinin ve hakimiyetlerinin gücüdür. Hakimiyet ve karlılık açısından verimli olan ürünler standartlaştırılırken diğerleri marjinalleştirilir. Burada temel maksat, insanlara kaçındıkları düzen için yalancı ve geçici çözümler sunmak ve nihayetinde bu çözümler sayesinde onları yeniden bu düzen içine eklemlemektir. Bu yolla kapitalist sistem; iş dışı zamanı, üretim ve tüketim eğilimlerini ve insan davranışlarını düzenlemiş olur. 

Aslına bakarsanız moda, kariyer, trendler ve popülarite gibi kavramlar, kültür endüstrisinin bireyi tüketmeye ve sınırları belli bir düzen içinde çalışmaya motive edebilmesi için üretilmiş ve rasyonalize kavramlardır. Örneğin beden olumlama, “body shaming” kavramının etkilerini kırmak adına son yıllarda hayatımıza girmiş, bireysel düzlemde oldukça mantıklı ve faydalı bir hareket. Fakat bu noktada şu soruyu da kendimize sormamız gerekiyor kanaatindeyim; sizce büyük tekstil firmaları, bireylerin ruh sağlıklarını önemsedikleri ve sağlıklı bir toplumsal düzeni arzuladıkları için mi bu hareketi destekliyorlar? Yoksa “O vücutla bu kıyafet giyilir mi!?” minvalindeki yaklaşımları reddeden bu hareketi destekleyerek ürün bazında genişleyen pazarı mı arzuluyorlar?

Yaratılmış Tanrılar

tüketim çılgınlığı

Fotoğraf: Artem Beliaikin

Meta fetişizmi, kapitalist düzen için oldukça kuvvetli bir silah. Arzuladığımız kişi olmanın yolunun kendimizden değil de sahip olduğumuz, satın aldığımız şeylerden geçtiğini öğütleyen bir silah. Yüzümüze ‘’neye sahipsen o’sun’’ mottosunu haykıran… Tüm bunlar da biz insanları; bilgiye değil de ahşap kitaplıklara, insanlara değil de elbiselere saygı duyan varlıklar haline getiriyor. Bütün toplumsal algılarımız bu eksende şekillenmiş durumda. Bir insanla karşılaştığımızda ilk izlenimimize de insanlara sergilediğimiz tavra da bu algılar karar veriyor. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerin kim olduğumuzu belirlediği bu düzende olduğumuzu zannettiğimiz kişiyi ve elde ettiğimiz statüyü korumak için metalara bağımlı bir haldeyiz. Bu da bizleri sürekli tüketme eğilimine sevk ediyor. Yani sözüm ona sahip olduğumuzu zannettiğimiz metalar bize sahip olmuş durumda. Yarattığımız nesneleri özneleştirirken bunlar karşısında edilgenleşiyoruz. Böylece insan, bir bakıma kendi yarattığı tanrılara tapmaktan başka bir şey yapmıyor.

Üstelik bu durum, meta fetişizmiyle de kalmıyor; tüketim sosyolojisi üzerine yapılan çalışmalar ışığında biliyoruz ki artık insanlar, ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade modern bir hazcılığın peşinde alışveriş yapıyorlar. Bu eğilim ekseninde gelişen tüketim toplumu artık sadece metaları kutsuyor değil, tüketiyor olmanın bizzat kendisinden de haz alıyor. Yani sürekli tüketim eğilimi öyle bir noktaya geldi ki yalnızca satın aldığımız şeylere değil, ne olursa olsun bir şeyler satın alıyor olmaya da fazlasıyla anlamlar yüklemiş, tüketmenin kendisini de fetişize etmiş durumdayız.