Bu platformda üretilen her içerik, ortaya atılan her fikir, bizleri bir ideale götürmesini umduğumuz ya da o idealle çelişmediğini bildiğimiz için kaleme alınır. Bu ideale sürdürülebilirlik diyoruz. Meseleler derinleştikçe tanımlar karmaşıklaşıyor elbet. Fakat sürdürülebilirliğin en basit tanımı her şeyi anlatmaya yetiyor diye düşünüyorum;
Bugün için yarınları tüketmemek…
Çünkü yaşam denilen kavramın, kendi doğumumuz ile ölümümüz arasında geçen süreden çok daha büyük bir şey olduğunun farkındayız. Çünkü ‘’iyi’’, ‘’güzel’’ yahut ‘’doğru’’ diye bellediğimiz ne varsa adilce paylaşmak istiyoruz. Yalnızca bugün burada olanlarla değil, yüzlerce yıl sonra burada olmasını umduğumuz her kim varsa onlarla da paylaşmak… Üstelik sadece fizyolojik ihtiyaçları karşılayabilme becerisini değil; gökyüzünde dans eden sığırcıkların yüreğimize saldığı coşkuyu, sürekli sorular soran bir çocuğun merakını, sıcak bir günde gürül gürül akan bir nehrin buz gibi suyundan içip ‘’Oh!’’ demeyi, bir ağacın gölgesinde uzanıp ıslıkla bir ezgi tutturmayı, umudu, aşkı, çabayı, yani kısaca bizi daha fazla ‘’insan’’ yaptığına inandığımız ne varsa paylaşmak istiyoruz.
Sonra birileri geliyor ve ‘’Coşkunuz, heyecanınız, nehirleriniz, ağaçlarınız, şarkılarınız, umutlarınız, aşklarınız, çabalarınız… Sizi siz yapan her ne ise, artık yalnızca bana ait.’’ diyor.
Ne hakla!? Hem ne uğruna bunca talan!?
Yakın zamanda Akbelen’de gerçekleşen fecaat, vicdan sahibi tüm insanlara bu ve benzeri soruları defalarca kez sordurttu. Yaşanan bu trajedinin normalimiz haline gelmemesi için ağrımızı diri tutmalıyız. Düşünmeli, fikir yürütmeli, sorgulamalı, sorular sormalı, unutmamalı ve yaranın kapanmasına mani olmalıyız. Ben de bu uğurda aklınızı kurcalamasını umduğum bazı sorular sorma hevesindeyim.
Güncel statüsü ile şirketler, arzuladığımız demokrasi ile aramızda bir engel mi? Sermaye sahiplerinin çıkarları ile toplumun çıkarları çatıştığında ne olacak? Hepimiz eşitken bazılarımız biraz daha mı eşitler?
Manzara, her ne kadar ‘’Para değil, mutlu müşteriler kazanmaya çalışıyoruz.’’ minvalindeki sloganlarla çağdaşlaştırılmaya çalışılsa da bütün ekonomik organizasyonların nihai maksadı karlılıktır. Buraya kadar bir sorun yok… Asıl sorun ‘’Ne pahasına karlılık?’’ sorusuna verilebilecek cevaplarda gizli.
Hem Liberal Hem Demokrat?
Sözgelimi bir fabrikanın atıklarını nehre atmak için ödeyeceği ceza, o atıklardan doğa dostu bir şekilde kurtulmaktan çok daha ucuzsa ne olacak? Depremin en büyük tehlikelerden birisi olduğu Türkiye gibi ülkelerde belediye seçimlerine giren siyasi partilerin yerelde en büyük fon sağlayıcıları inşaat şirketleriyken, o belediyelerden kamu yararına şirketleri zorlayacak kararlar almalarını bekleyebilir miyiz? Kanunlar sermaye sahiplerinin lehine düzenlenebilir. Fakat bir şeyin legal olması o şeyi ahlaki açıdan da doğru kılar mı? Çoğunluğun çıkarları şirketlerin ahlaklı insanlarca yönetiliyor olma ihtimaline teslim edilebilir mi?
Serbest piyasa ve mülkiyet edinme hakkı, bir şirketin sahip olduğu kömür madeni sahasını genişletebilmek için bir orman arazisini satın alması ihtimalini doğurabilir. Peki, bu şirket ödediği bedel karşılığında bölge insanının yaşam tarzını, ormanın barındırdığı canlılığı, tüm insanlığın ortak manzarası ve geleceğini de satın almış olur mu? Ya da daha doğrusu tüm bunlar kimin mülkiyetinde ki satın alınabiliyor? Bu sorunun cevabını demokraside arayabiliriz.
Demokrasi, özü itibarıyla net bir amaca hizmet etmeyen ve ‘’efendisinin’’ elinde pek çok forma bürünebilen kullanışlı bir araçtır. Napolyon’un yada Hitler’in elinde farklı bir hal alan demokrasi, evrensel değerlere haiz bir toplumun elinde bambaşka bir şekle bürünebilir.
Fakat her ne olursa olsun demokrasinin insanlığa sunduğu çok kıymetli bir unsur vardır: Kendi kendimizin efendisi olabilme şansı… Bu yönüyle demokrasi, ulusal bir egemenliğin sürdürülebilirliğinde çok önemli bir yapıtaşı olarak görev alır. Kısacası demokrasi sayesinde ‘’Demos’a’’ ait olan ‘’Demos’a’’ ait kalır…
Rousseau’nun önerdiği üzere bu kendi kendisinin efendisi olabilme durumu, gerçekten özgür olabilmemizin ön koşuludur ve böyle bir toplumda hiçbir kurum, halkın iradesinin üstüne çıkamaz. Buna meşruiyetini halktan almayan, bireyin çıkarlarını önceleyen tüm liberal kurum ve fikirler de dahildir.
Bireysel özgürlük ve çıkarların çoğunluğun tiranlığı altında ezilmemesini sağlamak kulağa gayet adil geliyor. Peki, bireysel çıkarların altında çoğunluk ezilmeye başladığında ne olacak? Araçsallaştırılan demokrasi ile yeri geldiğinde ampirik bir bilgi bile çoğunluğun kanaati altında kalıyorken yani ‘’Biz halkımıza sorduk, halk böyle dedi.’’ denilebiliyorken liberalizmin dokunulmazlık atfettiği haklar, halkın çıkarları ile karşılaştığında ne olacak?
Örneğin bir şirketin bir orman arazisini satın alması durumu referanduma götürülse acaba nasıl bir sonuç çıkardı? ‘’Biz halkımıza sorduk, halk böyle dedi.’’ denilebilir miydi? Yoksa bazı şeyler halkın toplumsal bir sözleşme ışığında kendi kendisinin efendisi olmasından daha mı kutsaldır? Efendiliğimiz, gerçek efendilerin çıkarlarıyla çatışmadığı sürece mi mümkündür?
Kapak Fotoğrafı: Pexels | Pixabay