venedikte olum

Venedik’te Ölüm!

Güncelleme Tarihi: 25 Temmuz 2022

Bir temmuz sabahı saat 07.15’te, beyaz şirket arabamla binlerce beyaz şirket arabasının oluşturduğu trafik içinde Yenibosna’da çalıştığım şirketin yolunu tutmuş giderken aniden daralmayla karışık bir aydınlanma yaşadım.

“Ben bu trafikte, bu saatte, tanımadığım insanlarla neden şerit kapmaca oynuyorum?”

Neden?

Nedensiz beden olmaz…

Çöker…

Beden, içindeki ruhuyla, huyuyla, suyuyla çöker…

“Sabah 08.00 akşam 18.00 arası, kutu kutu bir ofisin içinde, kapitalist düzenin iletişim ve pazarlama teknikleri konusunda kutunun dışında düşünmenin yollarını ararken entelektüel ya da duygusal olarak ne kadar ilerleyebiliyorum?”

Bu sorular kafamda dönüp dolaşırken artık bu Yenibosna istikametini hayatımdan çıkarmaya karar verdim.

Hayalimde çok daha sofistike destinasyonlar, çok daha anlamlı büyük işler vardı. Küresel ölçekte büyük işlere imza atmam gerekiyordu. Egom öyle diyordu!

Ve ağustos ayının ortasında hayatımın ve hayallerimin iş teklifi geldi. Evrene verdiğim sipariş nihayet kapımdaydı. Tabii ki kabul ettim. Aldığım riskin bilincinde bu bilinmezliğe doğru kalbim yola çıkmıştı bile. Zaten 40 yaşımda mucizevi bir değişim yaşayacağımı ve hayatımım kökten değişeceğini biliyordum. İşte tüm hayallerim gerçek olmuştu!

İş hayatımdaki yeni rotam Venedik’ti!

Fotoğraf: Kit Suman

İlk iş günüm olan 25 Eylül’ü iple çekiyordum ki 23 Eylül akşamı o ip biraz gerildi. Annem, oturduğu yerde aynı kelimeyi tekrar etmeye başladı. İnme gelmesinin ne demek olduğunu bu şekilde öğrenmiş oldum.

“Kahve istiyorum, kahve istiyorum, kahve istiyorum, kahve istiyorum, kahve…”

Annemle en özel konuşmalarımız en derin sohbetlerimiz hep Türk kahvesi eşliğinde olmuştur. “Kahve ister misin?” sorusunun ardında, “Konuşmak ister misin?” sorusu pusuda beklerdi. Ben de bu ikili daveti hep zevkle kabul ederdim. 

Aynı gece anneme hem akciğer kanseri, hem de beyin tümörü tanısı kondu.

Bütün bir geceyi acilde bir sedyede uyuklayarak ve bundan sonra ne olacağını düşünerek geçirdim. Sabah oldu ama ‘hayır’ olmadı. Annemin hemen beyin ameliyatı olması gerekiyordu.

24 Eylül’de annemi bizim eve getirdikten sonra valizimi hazırlayıp 25 Eylül sabahı Venedik uçağına bindim. 

Büyülü Venedik…

Venedik’e daha önce de çok kez gitmiştim. Çok sevmiştim hikaye tadında tarihi dokusunu, masalsı atmosferini… Artık Venedik benim ikinci adresimdi. Layık olduğum yerdeydim. Tüm egom her şeye rağmen duygularımdaki ateşi söndürmek ve dünyevi başarılara odaklanmam için çalışıyordu.

Nefes kesen doğası, tarihi binaların ihtişamı karşısında adeta büyülenmiştim. Venedik’te 3 ay geçireceğim San Clemente Palace Kempinski Venice’de, tam da gittiğim gün düzenlenen çok şık ve ihtişamlı bir düğünün hazırlıkları göz kamaştırıyordu. 

Ben, Venedik’te başarılı ve ihtişamlı yeni iş hayatı sarhoşluğumu yaşarken annem de yaşam savaşı veriyordu.

O canının derdindeyken, ben yeni kariyerimin inşasında gerekli içsel ve görsel gerekliliklerin peşindeydim.

Maskeli balo tadında günler…

O kadar yoğun bir temponun içerisindeydim ki annemle hastane yatağında yaptığımız görüntülü konuşmadan bir saniye sonra şampanya kadehi elimde bir resepsiyondan diğerine ışık hızıyla geçiş yapıyordum.

Venedik serüvenim 2 ay sürdü. Annemin savaşı da Venedik serüvenim bitmeden 15 gün önce bitti.

Ben, bu iki ayın 32 gününü Venedik’te geçirdim. Annemi, hatta kızımı, eşimi; kısacası tüm yakınlarımı çok az gördüm…

Hayallerin yıkılışı…

11 Kasım günü annemi kaybettiğimi telefonda öğrendiğimde 2020 iletişim ve pazarlama strateji sunumundaydım. New York ve Londra’dan gelen ajans başkanlarına sunum yapıyordum. Haberi aldıktan sonra 10 dakika izin istedim. İznimi tuvalette ağlayarak kullandıktan sonra toplantıya geri döndüm ve sunuma devam ettim. Hatta misafirlerle öğlen yemeği yedim. Aynı günün akşamı da sanki sıradan bir seyahate çıkar gibi ertesi sabah gerçekleşecek cenaze için İstanbul uçağına bindim.

İstanbul’da sadece bir gün kalıp ertesi sabah Venedik’e geri döndüm. Çünkü bu şehre 2020 stratejilerini dinlemek için gelen ajanslara vermeye başladığım brief’in devamını getirmeliydim.

Neden?

İşte bunu bilmiyorum.

Neden İstanbul’da kalıp yasımı yaşamadım?

Bunların cevabını zaman verecek…

Tüm bu süreçte, annemin hastalığının seyrine paralel olarak Venedik’te suların yükselmesi, su baskınlarının şiddeti ve sıklığı artmaya başladı.

Önce ayak bileğine, ardından diz seviyesine gelen suların, en son mağazaların ve restoranların tamamını kapladığına şahit olduk. Sular altındaki Venedik’te hayat durmuştu.

Benim bulunduğum adanın duvarları yıkıldı, devasa ölçüdeki demir kapılar yerlerinden koptu, havaya uçtu. İskeleler söküldü ve sularla yok olup gitti…

25 Eylül’de ilk ayak bastığımda beni tüm cazibesi, albenisi ve güleryüzüyle karşılayan Venedik; yüzü asık, saçı başı bir yerde, dişleri dökülmüş, derisi çökmüş yaşlı bir harabeye benziyordu…

Annemin yedisine denk gelen 18 Kasım sabahı uyandığımda, tüm fırtına dinmiş ve yaşanan tüm felaketi en ince ayrıntısına kadar hafızama kazımayı kendine görev bilmiş müthiş bir güneş hakimdi. 17 Kasım’da otel kapandığı için otelde kimse yoktu. 

İlk geldiğim gün gözlerimi alamadığım güzeller güzeli ada, sanki çok ağlamaktan gözleri kurumuş ve göz bebeklerine kan çökmüş çaresiz bir kadın gibiydi.

Güzün simgesi yüzyıllık ağaçlar, sanki fırtınanın onlardan zorla kopardığı güçlü dallarının utancına bürünmüşlerdi.

Great Expectations

Tüm bu görüntü, bana yıllar önce izlediğim “Great Expectations” filminde yaşlı bir kadının yaşadığı Paradiso Perduto’yu hatırlattı. Kayıp cennet anlamına gelen bu doğa içindeki malikane, sahibesi gibi gençliğinde çok güzel ve çekici olduğu belli, ancak yaşlı ve yıpranmış bir malikaneydi. Filmdeki bu sahneler yıllarca hafızamda asılı kaldı.

Ta ki ben de yıkılmış hayallerimi simgeleyen Venedik’teki adada gezerken bağıra bağıra Besame Mucho‘yu söyleyene kadar. Belki yarım saat kadar şarkı söyleyerek tüm adayı gezdim. Bu, hem annem hem de yıkılan hayallerim için bir ağıttı. Ailemden ve özellikle annemden uzak kalmaya değdi mi? İşte bu soru işaretinin noktasını hala koyamadım.

Şarkımı bitirip beni havaalanına götürecek motor taksiye bindiğimde buraya bir daha gelmeyeceğimi biliyordum.

Aradan bir hafta geçti ve annemin kutlamayı çok istediği 70. yaş günü tarihi olan 25 Kasım’a geldik.

Ben de anneme bir hediye olarak bundan sonraki hayatımda sahip olacağım özgürlüğüme ilk adımı attım ve profesyonel hayatıma son verdim. ADA’yı hayatımdan tamamen çıkardım. Ve kendi yoluma gitmeye karar verdim.

Mutlu son diye bir şey yok…

Şu an 41 yaşındayım. 40 yaşımda büyük mucizeler yaşayacağımı düşünüyordum. Önce hayattaki en önemli rol modelim olan anneannemi, ardından annemi kaybettim. En güvenli limanım sandığım kurumsal hayatı, hayallerimin peşinden gitmek üzere terk ettim. Aralık ayı itibariyle işsizdim. “Hadi!” dedim, beklediğim mucizevi dönüşüm belki de 41 yaşında gerçekleşecek. 2020’nin başında şirketimi kurdum. Mart, en güçlü ayım olacakken koronavirüs her şeyi sıfırladı.

Peki, bundan sonra ne olacak?

Venedik’te suların altında, İstanbul’da salgın istilasında yaşamayı öğrenmiş bir kadın, anne ve iş insanı olarak içimdeki umut ve geleceğe olan inancımla yola devam ediyorum.

Yazının sonunda bir bomba beklediyseniz çok üzgünüm. Ben de 40 yaşımda aynen böyle bir bomba beklemiştim. En azından hislerimi anlamış oldunuz.