Uzun zamandır bir tartışma konusu olsa da artık post-truth bir zamanda yaşadığımız, öyle sanıyorum ki su götürmez bir gerçek olarak her birimize hissettiriyordur kendini. Fakat bunun, bir siyaset bilimi kavramı olması bizleri politikacılara karşı vatandaşlar örneklemine sıkıştırmasın. Nitekim “post-truth tavır” kendini hemen her tür ilişki biçimi içerisinde gösterebiliyor. Kanaat önderleri ve takipçileri, çoğunluk ve azınlıklar, insan ve doğa ve hatta romantik ilişkiler…
Artık ne söylediğimizin hiçbir önemi yok. Mühim olan bunu nasıl dile getirdiğimiz… Bu yalnızca erk sahibinin bir tür idare aracı değil, bilakis maruz kalanın beklentisi de bu yöndeymiş gibi görünüyor. Çünkü sanırım “doğru olmak” oldukça çetrefili bir mesele. Fakat öyleymiş gibi gözükmek… İşte buna hepimiz ayak uydurabiliriz.
Post-truth kavramı üzerine yapılan bir sohbet, doğal olarak başka yöne doğru akabilecekken bunu bilinçli olarak bizlere politik doğruculuk meselesini hatırlatacak yerde tutmaya gayret ettim. Çünkü esasen konuşmak istediğim şey de bu. Bugünlerde bu konu hakkında konuşmak mayınlı bir arazide vals yapmaktan çok da farklı değil. Takdir edersiniz ki iptal kültürü (canceling) ve sosyal medyadaki tezahürü ile linç kültürü, bir anda toplumun huzurunda hiç olmadığınız biri haline gelmek ve daha nicesi gibi tehlikelerle karşı karşıyayız. Fakat valste iyi bir kavalye olduğum inancıyla bu mayın tarlasına giriyorum.
Politik Doğruculuk
Politik doğruculuk kabaca; farklı etnik köken, din, dil ve cinsiyet gruplarına karşı ifade ve davranışları özenle seçmek manasına geliyor. İlk başta “hoşgörü” kelimesinden çok da farklı bir manaya gelmiyormuş gibi gözükse de sistemin işleyişi oldukça farklı. Nitekim politik doğruculuğun mekanizması tek yönlü olarak çalışıyor. Örneğin; LGBTQ+ bireylerden bahsederken politik doğruculuğa başvuruyor veyahut başvurmamız bekleniyor iken, cis heteroseksüel erkeklerden bahsederken buna ihtiyaç duyulmuyor. Tabii ki cinsiyet bağlamında… Çünkü bu cis heteroseksüel erkek, kahverengi bir tene sahipse ve “Beyazların Avrupasında” yaşıyorsa o zaman işler etnik köken bağlamında değişiyor. Kulağa karmaşık geldiğinin farkındayım. Nitekim öyle de… Lakin meseleyi özetle şöyle izah edebilirim; politik doğruculuğun yönü, toplumsal olarak baskın olandan dezavantajlı olarak kabul görülene doğru işliyor. Bu ‘’dezavantajlılık’’ durumu da farklı bağlamlara, coğrafyalara ve zamana göre değişkenlik gösterebiliyor. Çok daha indirgemem gerekirse politik doğruculuk, “Bazı insanları kırmayalım.” manasına geliyor.
İlk bakışta “Ne var ki bunda?” diye düşünülebilir. Bana kalırsa da aslında durum böyle. Fakat politik doğruculuğun geliştirdiği farklı toplumsal mekanizmalar ve tartışma sahaları, meseleyi içinden çıkılması çok zor bir hale getirebiliyor. Önce biraz bu toplumsal mekanizmalardan, daha sonra da tartışma sahalarından bahsetmek istiyorum.
Kulağa oyun gibi gelse de politik doğruculuk sistemi içerisinde sosyal kredi benzeri bazı “pass’ler” (geçiş izinleri) elde edebiliyorsunuz. Örneğin, siyahi biriyseniz “N…” kelimesini rahatlıkla kullanabilirsiniz. Tabii siyahi değilseniz bu yasak. Fakat size pass verebilecek siyahi arkadaşlar edinirseniz, onların yanında bu kelimeyi sarf edebiliyorsunuz. Bu durum neredeyse bütün dezavantajlı kabul edilen gruplar için aynı şekilde çalışıyor. Belirli şartlar altında şişmansanız şişman şakası yapabilir, etnik olarak azınlıksanız kendi grubunuzla ilgili ırkçı şakalar yapabilirsiniz. Örneğin az önce ben, yeterince kilolu olduğum için “yağlanmaya eğilimli birey” gibi saçma sapan bir şeye başvurmak yerine rahatlıkla ‘’şişman’’ kelimesini sarf edebildim. Evet, biraz komik…
Biraz da tartışmalı sahalara değinmek istiyorum. Mesela sahnede yapılan ofansif mizah… Burada muhatap olacak seyirciler şakanın bağlamına göre özenle seçilemeyeceği için çoğu zaman kolayca mizahın doğası ve politik doğruculuk arasında bir kırılma meydana geliyor. Ya da mesela ithal edilmiş politik doğruculuk… İnternet kültürünün kapitalizm, kültür emperyalizmi ve erişilebilirlik gibi onlarca sebebini ortaya koyabileceğimiz şekilde “batı menşeli” bir kültür olduğu yadsınamaz bir gerçek. Haliyle “ürünü” üreten “onlar” olduğu için onların değer yargılarına maruz kalmak zorundayız. Mesela Netflix, bir Türk dizisi çekerken bile hayatın doğal akışına pek de uygun olmamasına rağmen içine siyahi bir karakter koyma zorunluluğu hissediyor. Evet, muhtemelen hissetmeliler de… Nitekim batı medeniyeti siyahiler hakkında tarihsel bir yükümlülüğe sahip. Fakat Türkiye gibi farklı coğrafyalarda politik bir doğruculukla bu utancı dayanaksızca paylaşmak, ithal bir duyarın heyecanına kapılmak en iyi tabirle gülünç bir şey. Burada niyetim topyekün woke kültürünü dışlamak değil. Bilakis içerisinde uyarlanabilirlik arayabiliriz. Fakat olduğu haliyle düşündüğümüzde bu “doğulular” için yalnızca entelektüel bir tartışmadır ve aynen pratize edilemez. Hele ki doğunun kendine has, öncelikli ve daha elzem sorunlarının hayatımızı ne kadar etkilediği göz önünde bulundurulursa….
“Benim de ağaç dostlarım var…”
Ekolojik yıkım meselesine bağlamak için sona sakladığım bir diğer sorun da bir noktadan sonra politik doğruculuğun çabucak aşılması gereken bir engel olarak algılanıp asıl olanın sığlaştırılmasıdır. Politik doğruculuk, pek çok zaman ezbere yapılan bir girizgaha indirgenmiş, tabiri caizse bir vicdan masturbasyonundan öteye geçemiyor ne yazık ki. Bunun en çiğ, klişe ve artık kabul edilemez haline sözgelimi eşcinsel bir birey hakkında kötü bir yorum yapmadan önce “Benim de eşcinsel dostlarım var. Ama…” tiradının hızlıca atılmasından alışkınız. Bu da esasen politik doğruculuğun doğasında barınan ‘’alakadar olma’’ bahsini aşındıran bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Diğer bütün konularda politik doğruculuğun getiri ve götürülerinin ne boyutta olduğunun tahlilini sizlere bırakıyorum. Fakat ekolojik kriz meselesinde politik doğrucu bir tavrın fazlasıyla yaralayıcı olduğunu düşündüğümü de söylemeden edemeyeceğim. Yaratılan bu iklim yüzünden, “ifade” seviyesinde doğrucu olunduğu sürece her şeyin çözüleceği yanılgısına varılıyor. Ekolojik yıkımın bir nüshasıyla karşılaştığımız zaman o alışılmış cümlelerle öfkemizi dile getiriyor ve başka bir şey yapma mecburiyeti hissetmiyoruz. Haliyle firmaların ‘’doğa sevgisi’’ cümleleriyle süslenmiş reklam metinlerinden hemen tatmin oluyor ve ardına bakma ihtiyacı hissetmiyoruz. Politik doğruculuk bu bağlamda tıpkı sanal bir gerçeklik gibi paralel bir “konuşulan ekoloji” realitesi yaratıyor. Bu realitede “öyleymiş gibi gözükmek” fazlasıyla yeterli. Fakat zihnimizde kurguladığımızın dışında kalan tabiatın aynı fikirde olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Kapak Fotoğrafı: Pexels | Wallpix