feride ikiz

Art Niyetli Sohbetler: Feride İkiz


Mey|Diageo’nun destekleriyle hayata geçirilen Art Niyetli Sohbetler’in yeni bölümü ile bir aradayız. Bugünkü konuğumuz, hem bir iş insanı hem de dünya çapında bilinen çok değerli koleksiyoner Feride İkiz…

Başlamadan önce Feride İkiz’den kısaca bahsetmek istiyorum. Kendisi PwC’nin şirket ortağı. Aynı zamanda uzun yıllardır özellikle yeni medya sanatında bir koleksiyoner olarak dünya çapında bizi temsil eden bir isim. Çok iddialı, herkesin cesaret edemeyeceği, orjinal bir koleksiyona sahip…

“Anılarımda Bu Hayalin İzi Var.”

En başa dönüp bu hikaye nasıl başladı, sana bunu sormak istiyorum?

Ben Bursalıyım. 90’larda ev hanımı annem amatör olarak resimle uğraşıyordu. Bursa Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde bir atölye var. Alt katta… Arada izin veriliyor ve oraya gidiyoruz. Boyalara, fırçalara dokunamıyoruz bile… Tahmin ediyorum ki o dönem boya ve fırça çok kıymetliydi. Zira tuval de öyle… Böyle bir dönem hatırlıyorum. Sergiler oluyordu ve iştirak ediyorduk. Evimizde de tek tük resimler vardı.

Ortaokul yıllarımda bir hayalim vardı; okumak için İstanbul’a geliyorum. Büyük sade bir ev, boş duvarlar ve tavana büyük soyut resimler… Anılarımda bu hayalin bir izi var.

Boğaziçi Üniversitesi’nde İşletme okudum. 1997 yılıydı ve seçmeli olarak sanat tarihi dersini aldım bir dönem. Bir dönem de uygulamalı sanat dersi aldım. Amerikalı bir hocamız vardı; Nancy Atakan… Aynı zamanda bir sanatçı ve kadın meseleleri ile ilgili çok güzel işleri var. Ondan sanat tarihi dersi aldığımı sonradan idrak ettim… İşletme öğrencilerinin pek aldığı bir ders değil. Demek ki ilgim varmış. Gidip kayıt olmuşum, orasını hiç hatırlamıyorum bile…

Siyah beyaz fotokopi bir kitaptan sanat tarihi çalışıyorduk. O dönem o bulunabiliyordu. Bir taraftan çok pahalı bir taraftan da piyasada yok. Düşünün, siyah beyaz kalitesiz resimlere bakarak bir şeyler öğreniyorduk. Derslerde tepegöz ile duvara yansıtılıyordu. Nancy Atakan sınavda iki resim gösterir ve yorumlamamızı isterdi. 98 aldığımı hatırlıyorum… Çok hoşuma giden bir ders olmuştu.

Yine aynı yıllarda Beşiktaş’da bir sergi gezdiğimi hatırlıyorum. Bienal sergisi değil, ama o tattaydı. Geçerken rastlayıp girmiştim. Orada bir video işi gördüm hayatımda ilk defa. Bir tüplü televizyon, yerde duruyor. Kablolar çıkıyor, bir çekiç ve örse bağlı… Ekranda siyah pantolon beyaz gömlekli bir adam bembeyaz bir odada havaya zıplıyor ve İngilizce “Kurtarın beni! Kurtarın, yardım edin!” diye bağırıyor;

“Al eline çekici, vur örse. Kurtar beni!”

O zamanlar cep telefonu vardı ama bu haliyle değil elbette. Belki de hayatımızdaki en otomatik şey, bizi görünce açılıp kapanan alışveriş merkezi kapılarıydı… Etrafıma baktım. Sergide pek insan yoktu. Güvenlik görevlisi de göremedim. Çekici elime alsam mı, almasam mı?

Daha önce interaktif bir şeyle karşılaşmamıştım. Çekici elime aldım. Tam örse vuracaktım ki ekranın içindeki adam bağırmaya başladı;

“Bırak onu çabuk!”

Ben de bıraktım ve hemen oradan kaçtım. O gün gerçekten bir şok yaşadım. O zamana kadar hayal edebildiğim en modern, en ileri düzeyde sanat eseri soyut resimdi. Heykel deyince; çok sevdiğimiz ve örnek aldığımız devlet adamı, Atatürk heykelleri geliyordu aklımıza.

Daha sonra bienalleri takip etmeye başladım. İstanbul Modern açıldı… Contemporary İstanbul’a tek tük gitmeye başladım. Böylece yıllar geçti ve hiçbir şey almadım. Çünkü insan ne alacağını, nereden başlayacağını, nerenin kapısının nasıl çalınacağını gençken bilemiyor. İzlemekle geçen bu uzun sürenin ardından Contemporary İstanbul’da bir video işi gördüm. Arda Yalkın’ın bir işiydi ve çok hızlı karar verdim. İşin ismi Infinite Loop (Sonsuz Döngü) idi.

Şimdi çok yakın geliyor insanlara ama o dönemlerde tamamen bilgisayarda üretilmiş, dijital bir görüntü ilgi çekiciydi. Vücudu tamamen ilaç kapsüllerinden oluşan bir adam, bir koşu bandında koşuyor, içinde bulunduğu yer de yine bir ilaç kapsülüne benziyor. Sanatçıyla o an görüşüp bilgi alamamıştım. Ama yaşadığımız bu hayatı anımsatmıştı bana o eser. Hep koşuyor, bir mücadele veriyor, ama duramıyoruz. Eserle bir bağ kurdum ve aldım.

Açıkçası satın aldığımda eser ekranıyla mı veriliyor, nasıl teslim ediliyor bilmiyordum bile. Neticede bir harici bellek ile teslim aldık… Ondan sonrası çok hızlı gelişti.

“Bitip Tükenmek Bilmeyen Bir Tutku…”

Fırat Engin
Eser: Fırat Engin

Başlarken “yeni medya” diye vurguladım. Ama senin koleksiyonunda çok fazla enstalasyon ve readymade de var. Koleksiyonunu gezdiğim zaman bir kürasyon görüyorum. Gerçekten bir fikir, bir döngü, bir örüntü var. Günümüz toplumunun sorunlarını da elen işler var. Aslında burada merak ettiğim bir konu var. Bir sanatsever çok fazla eser toplayabilir. Nereden, hangi noktadan sonra koleksiyonerlik mertebesine erişilir?

Bu oldukça zor bir soru… Öncelikle kürasyonu beğenmene sevindim. Fakat bu başlı başına bir uzmanlık ve çok başarılı küratörler var. Ben kendimce yerleştirdim diyelim…

Soruya dönecek olursak, koleksiyonerlik nerede başlar çok da bilmiyorum açıkçası… Aslında sanatseverlik diyebilirim. Ben konuşmalarımda hep bunu anlatıyorum; bir şeyler olmasına, çok büyük maddi varlıklara ihtiyaç yok diye düşünüyorum. Genç bir insan, henüz çalışma kariyerinin başındayken genç bir sanatçının bir edisyonunun baskı işini alabilir. Bu daha ekonomik oluyor. Kariyerinde ilerleyip maddi imkanları arttıkça daha farklı işler de edinebilir. Sen kariyerinde ilerledikçe sanatçılar da ilerliyorlar ve o yolculuğu beraber yaşıyorsunuz. Bunun da örnekleri var…

Biri kütüphaneci, biri postane memuru olan karı koca Herbert ve Dorothy Vogel çifti var Amerika’da. Yememiş içmemiş, kendi çağdaşlarının işlerini toplamışlar. Daha sonra bunları tüm Amerika’da müzelere bağışladılar. Mesela bu bir örnek…

Şu an Arter’de devam eden, Selen Ansen’in Farz Et Ki Sen Yoksun sergisini dört ya da beş kere gezdim. Muazzam bir sergi ve daha gezeceğim… Aslına bakarsanız o serginin küratöryel bir konusu yok. Koleksiyoneri anlatıyor… Bu, bitip tükenmek bilmeyen bir tutku aslında. Bir mücevher kutusuna yaşadığın çağın “şeylerini” topluyorsun. Hiçbir zaman kutuya sığdıramayacaksın ve o kutu da hiçbir zaman dolmayacak. Her zaman bir şeyin eksik kaldığını hissedeceksin. Haliyle bu, tutku olduğu kadar da bir acı aynı zamanda. Koleksiyoner bunları hisseden “biridir.” Ben o mertebedeyim ve o sıfatı taşıyorum demek istemiyorum. Çok muazzam koleksiyonerler var. İşte, Ömer Koç da bunlardan bir tanesi.

“Bundan Utanç Duyuyorum.”

Hande Şekerciler
Heykel: Hande Şekerciler

Açıkçası ben kendi bakış açımdan seni bir koleksiyoner olarak tanımlayabiliyorum. Bir sanat tarihçisi olarak da kendimde bu küçücük payı buluyorum… Eserlerin çok fazla sergide yer alıyor. Sana ait olan eserlerden oluşan sergiler var. Japonya’dan bir müze senin bir eserini aldı. Yurtdışında bunlar sergilendi… O yüzden artık bir koleksiyonerlik mertebesinden bahsedebiliriz sanıyorum…

Teşekkür ederim. Böyle güzel şeyler oldu. Örneğin ha:ar’ın (Hande Şekerciler, Arda Yalkın sanatçı ikilisi) burada ilk Zülfaris’de sergilenmiş bir ses ve görüntü enstalasyonu olan işleri vardı. Çok sevdiğim, senin de dost olduğun bir performans sanatçısı olan Ekin Bernay’ın da gösteri yaptığı, Borusan Filarmoni Orkestrası’ndan klasik müzik icra eden sanatçıların doğaçlama müzik yaptığı çok değişik bir enstalasyon… Örneğin bu, Bass Museum Miami’de Art Basel’e paralel bir etkinlik olarak sergilendi. Contemporary İstanbul Vakfı’nın bir projesiydi. Bu işi çok büyük olduğu için evimde sergilemem imkansızdı…(!)

Crush sergisini yapmıştık. Bu, bir koleksiyonerin Türkiye’de yaptığı ilk fiziksel NFT sergisiydi. Aslına bakarsanız hedeflerim, bir iş planım yok aslında. Olaylar böyle gelişti. Sen de değindin buna; yeni medya koleksiyoneri olarak biliniyorum. Ama ben aslında medyumlardan bağımsız bakıyorum bu olaya. Yirmibirinci yüzyılda muazzam teknolojik değişimler oluyor ve bir transformasyondan geçiyoruz; topluluklar, şirketler, dünya… Ama hala çok temel ve çok derin problemleri var insanlığın. Bundan utanç duyuyorum. Bir tarafta insanlar bolluk içerisindeyken hala Afrika’da açlık var. Gelir dağılımı eşitsizliği, savaşlar var. Gerçekten savaşlar var dünyada şu an. Yanıbaşımızda ve her yerde… Bunların tetiklediği göç, kapitalist düzenin sana tarif ettiği mutluluk ve ona erişme/erişememe hali, bunun yarattığı bireysel sorunlar, toplumsal meseleler var…

Aslında koleksiyonumun bir teması var;

İnsanlık ve bulunduğumuz çağ.

Dolayısıyla bu meseleleri konu eden sanatçıların işlerini topluyorum. Medyumdan bağımsız… Ama çok beğenmeme rağmen koleksiyonumda örneğin bir yağlıboya tablo yok. Bunu da bir istisna olarak söyleyebilirim.

Bir koleksiyoner ve bir sanatsever olmanın yanı sıra çok da iyi bir araştırmacısın. Çok okuduğunu, gezdiğinden daha fazla araştırma yaptığını, eserlerden esinlenerek ve onların peşine düşerek farklı konuları derinleştirmeye çalıştığını da biliyorum. Sence iyi bir koleksiyoner için okumak/araştırmak mı, yoksa gezmek mi daha temel bir öneme sahiptir?

Burcu Erden
Heykel: Burcu Erden

Bence hepsi… Birbirlerini tamamlıyorlar. Akademisyenler ve çok farklı okumalar yapan sanatçılar var. Onlar ayrı, ama ben de gerçekten okuyorum/araştırıyorum. Sevdiğim bir sergiyi defalarca kez geziyorum ve müzelerde, İstanbul Modern, Arter, Salt gibi kurumların kütüphanelerinde çok fazla zaman geçiriyorum. Salt’a gittiğinizde oturmaya yer yok tabii. Gençler çalışma odasına çevirmişler. Yakınlarda gitmedim tabii… Neyse, en azından güzel bir binada ders çalışıyorlar. Bundan memnun oluyorum.

Pek çok konuşma programına da katılıyorum. Mesela cuma günleri İstanbul Modern’de Müzeler Konuşuyor diye bir program var. Fırsat buldukça katılıyorum. Tüm bunlar bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlar. Özellikle biyografi ve otobiyografi okumayı çok seviyorum. Mesela 1850’ler sonrası Avrupalılar’ın kötü bulduğu empresyonist resimler, gemilerle gelen ve Fransızlar’ın gözünde sanattan anlamadığı düşünülen Amerikalılar’a satılıyor. Hep böyle bir döneme denk gelip geri kalanın yadırgadığı ve hoşlanmadığı bir şeyi keşke ben görebilseydim demişimdir. Aslında NFT’lerde bunu hissedebiliyorum.

Empresyonizmin çıktığı döneme baktığımızda aslında bunun o dönemin yeni medyası olduğunu görebiliyoruz. Kök boyalardan tüp boyalara geçildiği, sanatçıların stüdyolardan çıkıp yeni bir şeyler denedikleri ve böylece özgürleşebildikleri bir dönem. Yeni medyanın çıkışındaki algıyla çok benzer. Senin de kendini o dönemle ilişkilendirmen tesadüf olmasa gerek…

Evet ve o teknolojik bir gelişim aslında. Fabrikasyon bir üretim var. Birincisi artık havanda ot dövüp boya yapmıyorsun. İkincisi de fotoğraf… Öyle düşünüyorum ki Leonardo (Da Vinci) bugün olsaydı, en mükemmel CNC makinesini finanse eder, AI’ı, bilgisayarı kullanırdı. Çünkü kendi çağlarında yapmış sanatçılar bunlar.

İş hayatımızda bütün dijitalleşmeyi iş yapış şekillerimize adapte ediyoruz. Sanata gelince yok… Buna başını çevirmek bana çok anlamsız geliyor.

O dönemlerde de sanatçılar çıkardıkları eleştirilen işleriyle bir nevi yeni medyada sınırlarını zorluyorlardı. Stüdyoda yaptıkları gün batımını gerçekten güneş batarken dışarıda yapmak, sanatçının da kendi içinde çok sıkıştığı, doğayla resmen yarıştığı bir dönem. Oradan da fotoğraf gerçekçiliğine doğru giden bir döneme giriyoruz. Gerçekten de sanat orada bir takla atmış oluyor.

Gerçekten de sanatçı toplumun önünde gidiyor. Benim 2018 yılında Bursa’da Uludağ Rotary Kulübü’nde yaptığım bir konuşmam var. Ardından Birleşmiş Milletlerin Türkiye’de yaşayan göçmen sanatçılar için yaptığı bir rezidans eğitim programı vardı. Orada da yaptığım bir konuşmam var. O zamanlar biz henüz ChatGPT konuşmuyorduk. Gerçi makine öğrenmesi ellilerde, altmışlarda geliştiriliyor o ayrı… Harari’nin kitaplarından etkilendim. Örneğin 21. Yüzyıl İçin 21 Ders önemli bir kitap ve konuşmalarımda hep referans veriyorum. Harari burada sanatçıların tüm bu konularda topluma önayak olacağını, gelişmelerine katkı sağlayacağını söylüyor. Ben de hep buna inandım. Sanatçıların çok daha ilerici çok daha serbest düşünceye dayalı özgür bir yapıları var. Bu da gelişmenin önünü açan bir şey.

Daha önce sosyal medyada kaynak paylaştığından bahsetmiştin. Instagram’da da “artloverfromistanbull” isimli bir sayfan var. Burada da pek çok makale paylaşıyorsun. Ben de koleksiyonerliğe başlamak veya sanat tarihi ile ilgili araştırma yapmak istiyorum desem, nereden başlamalıyım? Neler okumalıyım veya hangi hesapları takip etmeliyim?

Bence ilk başta müzelere gitsinler. Okumak için de bahsettiğim gibi biyografilere göz atabilirler. Sanat tarihi kursları var. Ben müzelerin sayfalarını ve ARTnews’i takip ediyorum. Jerry Saltz gibi bazı yazarları takip ediyorum.

Müzelerin de Instagram sayfalarına bakılabilir…

Evet. Zaten girince içine bir zincir oluşuyor. Sanatçıların konuşmalarına da çok gidiyorum. Bu arada da çok yoğun bir şekilde çalışıyorum. Biraz eşimden, kızımdan, ailemden çaldığım zamanlarda, bazen olarla bazen onlardan ayrı… Onlara da çok şey borçluyum.

“İyi Para Getirir Mi?”

Şifa Girinci
Eser: Şifa Girinci

Senin iş alanın finans ve teknolojiyi kapsayan bir alan. Crush ve diğer pek çok sergiyle beraber koleksiyoner olarak NFT konusunda ön plana çıkmış olmanı iş hayatının bir projeksiyonu gibi de görebilir miyiz? Senin başlangıcından, yani ilk NFT koleksiyonundan bu yana sanat piyasasının dijitaldeki gelişimi ne oldu?

Öncelikle çok net bir biçimde iş ile bu alandaki durumumu karşılaştırmaktan hoşlanmıyorum. Çünkü hiç finansal yatırımcı değilim. Ama nedense bir şey aldığımı duyan arkadaş, “İyi para getirir mi?” diye soruyor. Biz hepimiz bugün bir cep telefonuna dünya kadar para veriyoruz. Sonra da yeniliyoruz ve çoğu kimse ikinci elde kaça satacağı ile ilgilenmiyor. Elbette ki sanat piyasasında finansal yatırımcılar var. Böyle bakanları da yadırgamıyorum. Ama ben onlardan birisi değilim.

Dikkat ederseniz satılan bütün büyük koleksiyonlar ellilerde alınmışlar ve 2000’lerde satılıyorlar. Bu da ya ölüm ya boşanma ya da maddi bazı sebeplerle oluyor. Tabii ki de sansasyonel işler olabiliyor. Dijital işler sanat piyasasının %5-6’sını oluşturuyor. Tabii tekil baktığımızda rekor satışlar olabiliyor. Ama geneline baktığımızda hisse senedinden çok da farklı değil. Sadece işin bir zevk faktörü var. En nihayetinde bir hisse senedini duvarınıza asamıyorsunuz.

Dijitalde ise alım-satım çok zor. Her ne kadar sertifikalı olsa da sonuçta kopyalanabilir bir şey. NFT bu alanda el değiştirmesini, saklanabilmesini ve aidiyetini belgeleme anlamında devrim yaratan bir teknoloji. Tabii aynı zamanda müthiş bir balon ve finansal oyunun da bir parçası oldu. Ama dediğim gibi finansal yatırımı yadırgamamakla beraber ben satmak için almıyorum. Dolayısıyla da kararlarımda çok özgürüm.

Pandemi dönemi ile de birlikte insanların NFT’yi bir yatırım alanı olarak görmesi ve sanat yatırımlarının dijitale kaymasıyla çok sayıda takip edilemeyen balon kazançlar da oldu…

65 milyar dolarlık sanat piyasasında 2020-2021 rakamlarına göre NFT tek başına 20 milyar dolar yaptı. %99 çöp yani…

Bu aralıkta da hiçbir şey vergisel olarak takip edilemedi. Şimdi yeni bir yasa geldi, ne kadar “taslak” olsa da… Acaba bu; o zamanlar iştahı kabarmış, sanatsever olmayan, sadece finansal yatırım olarak gören insanların geri adım atmasını sağlar mı sence?

Tabii, muhakkak. Zaten kripto piyasalarındaki hareket ve değerlerdeki düşüşler de bu köpüğü aldı. Bu arada M&A şirket satın alma ortaklıkları danışmanlığı içerisinde veri analitiği hizmetlerinden de sorumluydum. Sanırım 2021 yılında PwC olarak ekiplerimizle büyük veriyi, yaklaşık altı milyar dolarlık işlem hacmini inceleyerek şunu tespit ettik; oradaki dijital varlıkların %80’ini hesapların %20’si elinde tutuyor ve bir NFT dosyası ortalama altı kere falan el değiştiriyor. Bu bir sanat piyasası hareketi değil… Tabii bunlar kalmadı zaten.

Kanun gerekli. Ama teknolojik gelişmeler öyle hızlı oluyor ki kanunlar biraz arkadan geliyor. Bu teknoloji başka bir takım işlemlere ve kötü niyete açık. Ama daha gelişecek çok yolu var.

Kripto dünyasında pahada çok yüksek gayrimenkuller binli, onbinli bölünerek alınabiliyor. Dünyada bu, eserlere de yansıdı. Türkiye’de bunun bir örneği var mı? Sen bu uygulamayı nasıl görüyorsun?

İşte bu artık biraz finansal yatırım oluyor. NFT yokken de böyle pay satışları ve bir nevi sanat fonları vardı. Ama şimdi tek bir eseri de NFT yoluyla parçalayıp satmak mümkün. Bu konunun hukuki durumu biraz karışık… Sermaye Piyasaları Kanunu devreye girer mi girmez mi konuları var. Türkiye’de böyle projeler duydum ama hayata geçirildi mi bilmiyorum.

Senin sanat ve sanatçı dostu olduğunu biliyorum. Yıllar içinde pek çok sanatçı arkadaşım oldu. Galeri sahibi ve koleksiyoner arkadaşlarım da var. Genelde “sanatsever” dediğimiz kişilerin sanat eseri alırken pek sanatçı dostu davranmadığı durumlar oluyor. Ben hep rönesans kafasında düşünüyorum. Sanatçıyı gözetmeden sanat sevmek yada koleksiyon yapmak ne kadar oturuyor?

Çok yanlış… Ben de aslında finansal danışmanlık yaparken fikirlerimi satarak, görüşlerimi paylaşarak hayatımı kazanıyorum. Telif hakkı olsun, konuşmalar olsun, eser üretimi olsun… Bunların bir karşılığı olmalı. Boyayı bir tuvale sürdüğünüzde hem boyanın hem de tuvalin ederiyle bunun bir karşılığı var. Ama bundan ibaret değil elbette. Bunun üzerindeki her şey sanatçının entelektüel sermayesi oluyor.

En azından kendim herkesin hakkını gözetmeye çalışıyorum. Bir liste fiyatı var elbette. Ama ben pazarlık da sevmiyorum. İçlerine sinen rakam neyse, benim de bütçeme uyuyorsa alıyorum. BASE gibi genç sanatçı sergilerinde hiç pazarlık yapmam. Bunun da suistimal edildiğini hiç görmedim. Özellikle bir genç sanatçı yada yeni mezun sergisinden iş alırken, o sanatçının o parayla kariyerine devam etme ihtimali hiç yok. Ama bununla beraber belki bunun üzerine kariyerimi inşa edebilir miyim? Buradan para kazanabilir miyim? duygusu ve ümidi biraz da olsa düşüyorsa kalbine, ben ondan mutlu oluyorum.

Mesela konuşmalarda telif ödenmesi… AICA’nın kuralları var. Benimle beraber konuşmalara katılanlara soruyorum. Onlar da bu entelektüel sermayeleri ile kazançlarını elde ediyorlar. Emekleri, okumaları, çalışmaları var. Ben de kişilerin haklarını gözeten organizasyonlarda yer almaya özeniyorum. Mesela Piksel ile beraber yaptığımız Crush sergisinde de… Çünkü ben koleksiyonumun bir ücret beklemeden sergilenmesini önemsedim. Sponsor olan firma için de bir içerik yarattık tabii. O benim işaret ettiğim kuruma -o zaman için Piksel Yeni Medya’nın sanatçı eğitim programlarıydı- güzel bir bağış yaptı. Modere edenler, konuşmacılar… Hepsinin telif hakkının hızlı ve zamanında ödenmesi baş şartımdı. Bir diğer şartım da ekranların her zaman ve bütün gün çalışmasıydı. Çünkü bir müzeye gidersin ve o ekran uyku moduna geçmiştir muhakkak…(!)

Bu çok yakın bir zamanda bir arkadaşımın başına geldi. Bir yere bir video işini veriyor ve videonun bir haftadır çalışmadığını başka birinden öğreniyor. Bunlar çok önemli…

Sana sorduğumda vereceğin cevabı biliyordum. Bunlar çok konuşulması gereken konular. Koleksiyonerler, hele güçlendikleri, koleksiyonları bir değer kazandığı zaman, orada yer alma vaadiyle tıpkı çok büyük şirketlerin çok iyi yerlerden mezun çocukları “Bakın, burada olmak bir ayrıcalıktır.” deyip çok basit ücretlerle çalıştırması gibi kandırabiliyorlar. Bunun bir yerde son bulması gerekiyor. Alican Leblebici…

Çok iyi yapmış gerçekten ya!

Bilmeyenler için söyleyeyim, koleksiyonerin %50 indirim istediği bir işi ortadan kesip gönderiyor. Bence müthiş bir başkaldırı… Senin gibi koleksiyonerlerin daha çok olmasını diliyorum.

“Benimle Beraber Koleksiyonum da Hikayem de Bitiyor.”

Mat Collishaw
Eser: Mat Collishaw

Seninle beraber katıldığımız Noise_Media Art Festivali’nin konuşma programında kendisi de yine senin gibi cesur bir koleksiyonu olan çok değerli Alain Servais ile beraberdik.

Muhteşem! Bambaşka bir boyutta… Çok eleştirel, çok çağdaş bir koleksiyonu var.

Moderasyonu yaparken Alain Servais’e “Koleksiyonunuz siz öldükten sonra ne olacak?” diye sormuştum. O da “Hiç umrumda değil, sokağa bile atılabilir.” demişti. Tabii şok oldum. Çünkü benim için koleksiyon dediğin gibi kişinin de fikir olarak bir ifade topluluğu oluyor. Onu çöpe atamazsın diye düşünüyorum. Sen koleksiyonunu ne yapmayı düşünüyorsun?

Satmak maksatlı almıyorum demiştim ya… Ne olacak o zaman? Aslında hep bir arzum, tutkum kızıma gurur duyacağı bir çağdaş koleksiyon bırakmaktı. Bu da süreç içinde oluştu. Bir yere bağışladığımda kabul de edilebilecek bir koleksiyon. Yani kızıma bıraktım ve illa onun elinin altında dursun gibi bir düşüncem yok. Ama öyle bir seçkim olsun, beğeni toplasın, bir dönemi yansıtsın ve belki bir yere bağışladığımda da bağış kabul olsun diyorsun. Çünkü bağışlanan her şey alınmıyor.

Öyle bir tutkum vardı. Sonra zaman geçtikçe bu geride bıraktığım kişiye de bir haksızlık, bir yük gibi geldi. Bizim ailede herkesin ileriye dönük planları var. Ben daha çözmedim bu konuyu. Ama babam da her şeyi planlayıp, halledip aramızdan ayrılmıştı. İleride bir şey bulurum…

Ama kızıma söyledim; “Kitaplarım çok kıymetli Melike. Mutlaka bağışlayacaksın.” Kitaplarımı her müzenin kabul edeceği aşikar… Tabii içinden istediklerini alacaksın. Ama o kitaplar da bir gün sana yük olacaksa bağışlarsın. Eserler de öyle zaten…

Alain’i o gün ilk defa dinledim. O güne kadar öyle extreme (uç) bir düşüncem yoktu. Nasıl hafifledim sana anlatamam!

Aslında koleksiyonerlik ne? dedik ya… Şimdi biraz daha toparlıyorum. O bir yolculuk. Seninle konuşuyoruz mesela şimdi. Çok güzel insanlar tanıdım. Sanatçılar, akademisyenler, yazarlar, yöneticiler… Senin gibi kıymetli insanlar… Bunlarla zenginleştik. Bunu çevrem gelişti anlamında söylemiyorum. Bambaşka biri oldum. Açıkçası daha bencil, belki kendi kariyerine çok odaklı bir beyaz yakalıydım ve değiştim. Bireysel farklılıklara, toplumsal meselelere bakış açım değişti. Hoşgörüm çok arttı.

Benden sonra benim hikayem de benim koleksiyonum da bitiyor. Ne olduğu da bir noktada çok önemli değil.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir