Hanefi Yeter’in Anna Laudel Gallery’de gösterilen ‘’Vesile’’ başlıklı sergisini, sanatçı ile birlikte gezdik. Sergi 19 Mart tarihinde sona erdi. Bu yazıyı sergiye ait belge niteliğinde hazırladık.
Hanefi Yeter, çok defter boyayan bir sanatçı. Günlük gibi her gün bir şeyler boyayıp çiziyor. Sanatçının son 3-4 yılda yaptığı eserleri derleyen serginin bir bölümü de bu defterlerden gelen resimlerden oluşuyor.
Sergiyi sanatçı ile birlikte gezince, sonsuz merakım çenemi düşürdü ve ortaya oku oku bitmeyecek bir sergi röportajı çıktı.
Ben, hem sergiden hem de sohbetten çok keyif aldım. Umarım sizin de hoşunuza gider…
Teşekkür: Bu söyleyişinin deşifresini büyük bir titizlikle ve açıklamalarla yapan kültür sanat editörümüz Emir Dereci’ye çok teşekkür ediyorum.
Bu sergiyi niçin yapmak istediniz?
Sanatçı olarak sürekli boyuyorsunuz ve birkaç senede bir bulduğunuz imkana göre sergi yapmak istiyorsunuz. Atölyede ürettiğiniz sanat eserlerini insanlara göstermek istiyorsunuz. Serginin anlamı da bu oluyor; topyekün neler yaptınız? Beceriniz nedir? Son dönemde neler ürettiniz? Onları insanlara sunmak istiyorsunuz. Bu da sergi ile oluyor.
Bu sergide de benim son dönemde yaptığım işler var. Aşağı yukarı son 3-4 senedir yaptığım işler… Tek tük de biraz eski olanlar var içinde. Ben genellikle konulu çalışan bir ressamım. Yani yaşamla bağlantısı olan konular, günlük ve duygusal olaylar, kendi yaşadıklarım ve duyduklarım ya da okuduklarım… Herhangi bir şiir ya da bir yazı olabilir. İşlerimi bunlardan yola çıkarak yapıyorum.
Mesela şu karşıda duran pandemi dolayısıyla yaptığım bir resim. (Sanatçı burada ‘’Pande Mi?’’ başlıklı işini işaret ediyor.) Yaptığım sırada bütün memleketlerdeki kaybedilen insan sayılarını koydum. Çünkü bize her gün bazı rakamlar sunuyorlardı. Bir anlamda topluluklar, bütün dünyada bir korku içerisine girdiler. Ölecek miyiz? Yoksa öldük mü?…
Yayılan bir virüs insanları bu kadar tekniğe rağmen, bu kadar uçak, bu kadar atom bombasına rağmen minnacık, görülmeyen bir virüs insanları alt üst ediyor. Perişan ediyor. Dolayısıyla da bizim yaşadığımız o korku enteresan bir şeydi. Kapıyı bacayı kilitleyip içeride kalıyorsunuz… Ama bunu daha önce de yaşamıştı insanlar. Veba salgınında da pencerelerini, duvarlarını örmüşler. O döneme döndük yani…
İnsanlar teknik olarak pek çok şeyi halledip ileri gidebiliyorlar. Fakat doğa karşısında bir anlamda çok aciz kalıyorlar. Bu fırtınalar, seller, yangınlar… İnsanlar bunlarla hala baş edebilir durumda değil. Tüm bunların da kökeninde insanın kendine verdiği zararlar yatıyor.
Doğayı kirletmesi gibi… Bir laboratuvar araştırmasında yaratılan bir virüsün önüne geçilemiyor. Ben de belge olsun diye birkaç tane resimde bu konuyu işledim. Türkler genelde böyle şeyleri pek sevmiyor. Daha çok çiçek böcek seviyorlar. Duvarlarına asmak için… Ama bizim sanatçı sorumluluğunda da yaşadığı dönemin sorumluluğunu taşıması var.
Sayılar insanı biraz arka planda bırakıyor. Siz sayıları toplu kullanıyorsunuz. Fakat aslında eserin ortasında insana yaklaşıyoruz.
İşte o korku… Maskelenmek… Buna gönderme yapıyorum. Yani buradan yola çıkarak insanlar, bu günleri nasıl yaşadılarsa kendi kendilerine bunu tasavvur etsinler.
Düşünsünler… Tabii her şeyi anlatamıyorsunuz. Bir resim dikdörtgen ya da kare bir tuval… Orada bir anı seçip orayı vurgulamanız lazım. Bir film şeridi gibi izleyicinin önünden geçiremiyor, bir roman gibi yazamıyorsunuz. İzleyici buradan yola çıkacak ve üzerine bir şey inşa edecek. Böyle bir şey resim yapmak… İşte maskeli yüzler… Yaptığım tarihi de yukarıya koydum. (2 Mayıs 2020) Bu tarihteki ölüler bunlar işte…
Bu sergide yaptığım birkaç tane de heykel var. Son dönemde çok yapmadım ama bir 7-8 sene kadar yoğun olarak heykeller yaptım. Aşağı yukarı 2006’dan 2014’e kadar devam eden bir süreçti bu. Bu dönemde alışveriş merkezleri için de heykeller yaptım.
Bu bir natürmort… (Seçkideki bir heykeli işaret ederek.)
Evet. Natürmort genelde resimde yapılır. Ama ben bir ressam olduğum için heykelde de uygulamak istedim. Öyle olunca da bu çıktı ortaya…
Ressamın heykeli de böyle oluyor… (Gülüşmeler.)
Doğa ve insan çelişkisini anlattığım işler de var. Genelde bunu vurgulamaya çalışıyorum. İnsan bir tarafı ile doğayı korumaya kalkarken, diğer bir tarafı ile doğayı katlediyor. Farkında olarak ya da olmayarak… (Resimdeki figürü göstererek.) Burada da dikkat ettiysen bir elinde balta bir elinde ağaç var. Etrafında da çiçekler, kelebekler uçuşuyor…
İkilemini anlattığınız insan modern bir insan. Fakat burada siz daha ilkel bir insan çizmiş gibisiniz.
İnsan aslında doğanın ortasında kaldığı zaman ilkelleşiyor. Bunu bir soyutlayın. Bir ormanda kalmışsınız bir başınıza. Sizin dışarıda tanklarınız, tüfekleriniz olmuş… Bunlar bir işe yaramıyor. Ya da bir orman yangını olmuş bir sel olmuş ve tüm bunlar bir işe yaramıyor. Daha önce konuştuğumuz gibi depremde de bütün o gelişmişlikler bir işe mi yaradı? Ama siz o gelişmişliği iyi kullanırsanız, binaları iyi yaparsanız insan depremden kurtuluyor. Ama çıkarlar… İnsan demirden çalıyor, betondan çalıyor… Biraz çıkar için… Bir çelişki içerisinde korunmak için bina yaparken ölüm yuvasını da hazırlıyor.
Fakat sizin çelişkinizde, doğa ile insanın uyumsuzluğunda çok büyük bir umut da var aslında.
Onu bırakmıyorum zaten ben… Her zaman ne yaparsam yapayım bir tarafında muhakkak pozitif bir taraf bırakmak istiyorum. İnsanları umutsuzluğa itmek istemiyorum.
Bunu istiyor musunuz, yoksa içinizdeki duygu zaten umut mu?
Hem içimde hem de bilinçli olarak istiyorum. Bunu bir görev olarak görüyorum. Benim işim insanları umutsuzluğa itmek değil, onları hafif irdeleyip iğnelerken pozitife yönlendirmek istiyorum. Kelebeği, çiçeği, böceği düşünsünler… Kısacası doğayı düşünsünler.
Peki bu serinin bir ismi var mı?
Bu sergide değil ama daha önceki sergimde ben uyku üzerine bir seri yaptım. İnsan ömrünün yarısı aşağı yukarı uykuda geçiyor. Uykuyu devamlı es geçiyoruz ve gündelik yaşama yöneliyoruz. Ama uyku da insanın önemli bir parçası. Rüyalar görüyor, dinleniyor ve yenileniyoruz.
Ve şu an çağımızın da en büyük hastalığı uykusuzluk…
Evet. Dolayısıyla uyku üzerine resimler yaptım. 10 tane falan olabilir… Daha sonra burada yok ama rüyaları da resmettim. Ben bir de Yedi Uyurlar’ı* yapmıştım. Burada da uyuyan beş güzel var.
* Yedi Uyurlar (Ashab- Kehf), pek çok dini anlatıda geçen ve halkına yüz çevirerek bir mağarada saklanan bir grup Romalı gencin hikayesidir.
Tabii uyumak, sanatta okumaya çok açık bir tema. Özellikle çağımızda ve ülkemizde… Biz aslında ayakta uyuyup yatakta uyuyamayan bir toplum olduğumuz için bize de uygun bir tema. (Gülüşmeler.)
Ben aslında döngü üzerine çok fazla resim yapıyorum. Hayatın döngüsü ve ritmi… Boyuna gelenler ve gidenler… Doğanın her gün yeni baştan başlaması, güneşin doğması… Güneş her gün doğuyor ama herkes için farklı doğar derler… Dolayısıyla bu döngüyü irdeliyorum çoğu zaman.
Güneş sanatçının pratiğindeki en büyük dostu ya da düşmanı olabilir. Çünkü sizin renkle ilişkinizi kuran ışık ve sadece buna odaklanan sanatçılar da var; Etel Adnan gibi…
Burada da güneş var ve bir döngüyü tutuyor elinde. (Sanatçı burada ‘’Dünya Dönerken’’ başlıklı işini işaret ediyor.) Aşağı düşenler oluyor ve hayata devam edenler…
Lunaparklarda gördüğümüz dönen salıncak gibi…
Evet, onu sembolik olarak kullandım. Düşenler, kalanlar, beraber ve yalnız gidenler…
(Çizdiğiniz) Gözleriniz de tıpkı kopt sanatındaki* o Mısır gözlerine benziyor.
* Kopt veya Kıpti sanatı, Mısır’ın kendine has Hristiyan sanatıdır.
Tabii kullanıyorum. Biraz da kendi deformasyonumla kullanıyorum. Elleri, ayakları biraz büyük yapıyorum. Sanatçıda zamanla gelişen bir şey bu…
Bunlar da tabaklar… Bunları ben Berlin’de yapmıştım. Epeyce eskiler… İçlerinde alıntılar var. Hayyam’dan ya da Yunus Emre’den olabilir. Bilemiyorum, unuttum şimdi…
Kimin olduğunu yazmamışsınız ki sizin koleksiyoneriniz olan kişi gitsin araştırsın bulsun ve haketsin eseri!
Biraz da zahmet etsin. (Gülüşmeler.)
Bunlar Ayvalık ve Ege Bölgesi’nin diğer yerlerinden toplanan boyadığım eski çanak ve çömlekler.
İleri dönüşümler yani?
Evet, hiçbirisi yeni değil. Tamamı eskicilerden vs. topladığım şeyler. Ben tabii bunları sırla değil, boyayla yaptım. Fakat bazıları sırlıdır. Pişirilmiştir yani, kullanılabilir.
Bu formlarda biz hep mitolojik bir sahne görmeye çalıştığımız için bu kadar modern figürler görünce bizi başka bir yere götürüyor. Bir de günlük kullanımda bunlar artık çok az. Belki sadece köylerde…
Biraz da sebebim bu… Çünkü bunlar yüzyıllarca kullanılmış eşyalar. Bir yükseliş devirleri var 8. yüzyıldan başlayarak 12. yüzyıla kadar pişmiş toprak, çanak çömlek olarak her yerde kullanılıyor. Yüzyıllarca süren bu kullanım, endüstrinin gelişmesi ile ve yeni malzemelerin çıkması ile duruyor.
Peki, siz endüstriyel bir şekilde çoklu üretime geçilmesi halinde bu işlerin hala sanatçıya ait olup olmaması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Eğer bir sanatçının dizaynı varsa çok üretilmişse dahi sanatsal bir üretim oluyor. Ama bunlar sadece kullanım için, tüketim için yapıldıysa durum farklı. Mesela bir çömlekçi oturup da yapıyorsa bu işleri, bunun arkasında 500-600 senelik bir mesele olmuş oluyor. Onun içinde bir katkı yada çömlekçinin yarattığı yeni bir form yok. Fakat birisi alıp da Yunan’da Mısır’da olduğu gibi üzerine bir resim yaptığında burada bir sanatsal katkı var. Bu işleri müzelerde görüyoruz. Yani bize kalıyorlar. Ama tüketim için olan çanak çömlekler yapılıyor, kullanılıyor ve atılıyor. Nasıl ki bugün bir tencere alıyorsunuz ve eskiyince atıyorsunuz. Fakat birisi bir tavaya bir dizayn, yeni bir form ve fonksiyon kazandırıyor. Bu artık farklı bir şey…
Mevcut olan ‘’çöp’’ kategorisindeki veya kullanılmayan eşya olan bir şeyi alıp böyle kullanmanız çok güzel bir şey.
Ona değer kazandırıyorsunuz. Tekrar aktüel yapıyorsunuz… Bunu yapmamın sebebi üzerlerine güzel resimler yapmak değil, insanları tekrar eskiye yönlendirmek. Yani ‘’Bakın, zamanında bunlar vardı.’’ demek. Çoğu genç güveci bile bilmez. Hakları da var. Nerden bilsinler… Ama buraya geldikleri zaman ‘’Aa! Böyle şeyler de varmış.’’ desinler. Tekrar görsünler. Ya da bu seramikler… Türkiye’de seramik sanatı eskiden teknik olarak çok iyi bir noktadaydı. Şimdi pek öyle değil… Gençler arasında da fazla popüler değil. Tüketimi de pek yok.
Biraz dönüyor gibi ama…
Hadi inşallah diyoruz…
İç mimari ve dekorasyonun önem kazanmasıyla objeler de pentürün dışında bir yer edinmeye başladı. Tabii dijital sanat girdiği her yeri yerle bir etti ama…
Ben alışveriş merkezleri için çalışırken enteresan bir şekilde Avrupalı mimarlar ile çok iyi anlaşıyordum. Bu mimarlar İspanyol ve Hollandalılardı. Onlarla pırıl pırıl anlaşıyorduk. Fakat ne zaman ki bir alışveriş merkezi için Türkiye’nin meşhur mimarlarından birisi ile çalıştım, işler değişti. İsmini söylemeyeceğim… Hiçbir şey hazırlamamış ve o kadar ukala ki bizi adam yerine koymuyor. Mimar dediğin zaman o bir peygamber, biz yanında kulu bile değiliz. O alışveriş merkezinde onunla bir iş yapamadım. Git dedim işine, sen artık uçmuşsun!
Koskoca bir mimar bana bir şey dayatıyor. ‘’Ben minimalist sanatı seviyorum.’’ diyor. Sen yine sev minimalist sanatı…
Hobi olarak sev… (Gülüşmeler.)
Sev tabii. Ama alışveriş merkezi olduğu zaman ben devreye giriyorsam, bu binada sanat demek. Binada sanat yapıyorsak şuraya bit kadar bir şey mi koyacağız? Millete arayın, bulun mu diyeceğim? Yok… Bina ile entegre etmem lazım. Binaya bir şey katmam lazım. Mimari ile sanatın birleşmesi hikayesi… Adamla bu konuda anlaşamadık ve ben o alışveriş merkezine bir şey yapmadım. Yapamadım…
İyi ki yapmamışsınız.
Evet, iyi ki olmadı.
(Bir başka eserin önüne geçerek) Burada da insanlar birbirleriyle diyalog halinde oluyorlar. Ya iyi sözler söyleyip birisine çiçekler, güller atıyor, ya da bazı kelimeler kafasını yarıyor.
Bizde de tartışmalar oluyor ya… Biraz karşı çıktığın zaman hakaret olarak algılanıyor. İlla kendi dediği olacak… Karşı bir fikir sunduğun zaman çok kızıyorlar. Ne var bunda? Tartışırsın, kalkar gidersin. Yine yan yana gelir, yine tartışırsın. Tartışmak demek birbirimizi öğrenmek demektir. Bizde böyle anlaşılmıyor. Bu da (eser) biraz Türklere anlatan bir şey. (!)
Düzenli resim yapıyor musunuz?
Her akşam muhakkak defterime bir şeyler çiziyorum. Atölyede geceleri suni ışık altında çalışmayı sevmiyorum. Resimlerimi hep gündüz yapıyorum. Gün ışığını seviyorum. Fakat geceleri defterlerim var. Onlarla beraberim. Televizyona da uzun bakamıyorum. Televizyon daha çok radyo gibi… O konuşuyor, ben de çizim yapıyorum. Birisi bağırdığı zaman arada kafamı kaldırıyorum… Defterlerim her zaman yanımdadır. Eşim de bir sanatçı. Eskiden bana kızıyordu. Artık sesini çıkarmıyor… (Gülüşmeler.)
Yazıyor musunuz peki?
Yazı günlüğüm yok. Bazen şiir yazıyorum. Bazen unutmayayım diye okuduğum bir cümleyi defterime aktarıyorum.
Şiir için bütün sanatların en yücesi derler.
Evet öyle. (Gülüşmeler.)
Zaten bu günlük gibi yaptıklarınızın bir çoğu da şiire benziyor.
Burada biraz daha rahatsınız. Anlıyor musunuz? Bir tuval resmi yaptığınız zaman kafanızda gezdirmeniz lazım. Başka sanatçıları bilmiyorum ama bende öyle… Önce kafanızda gezdiriyor, yüreğinize danışıyor, düşünüp taşınıyorsunuz. “Bu resmi nasıl anlatırım? Hangi renkler ile anlatırım? Nasıl yaparım bu işi?” diye… Sonra beyaz bir tuvalin önüne gelip bir yerden başlıyorsunuz. Düşündüğünüz bir şeyi bir karede anlatacaksınız…
Ve orada yalnız değilsiniz. İster istemez izleyici de işin içine giriyor.
İzleyiciyi düşünüyorsunuz zaten… İzleyici yanıbaşınızda oluyor.
Ama burada (defterlerde) yok?
Burada da var. Ama burada rahatım. Burada boyayı sürüyorum. Sonra o gün ne geldiyse kafama, neyi düşündüysem, ne beni o hale getirdiyse yapıyorum. Resim güzel olsun diye uğraşmıyorum burada. Mesela o gün pazara gitmişim ve biberin kilosu 25 lira… Onu yapıyorum.
Peki, sizi buradan alıp eleştirel, magazinsel bir yere götüreyim… Bütün eserleri neredeyse idantik (Fr. identique; özdeş, aynı) olan sanatçılar ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ben onlara üniforma sanatçısı diyorum. Nasıl ki bir asker üniformasını giyer sırtına ve ömür boyu onu taşır, onlar da kendilerine bir üniforma diktiriyorlar ve onu ömür boyu taşıyorlar. Bu üniforma bazen çok güzel oluyor. Taşırken insanlar da beğeniyorlar. Ama ben bu şekilde düşünen bir sanatçı değilim. Diyorum ki sanat değişmek zorunda. Az önce anlattığım gibi her şey değişiyor ve sanat durağan değildir! Sanat yaşamdan kaynaklandığına göre yaptığımız iş, formal bir iş değil. Formallik olduğu zaman değişen dünya koşulları, değişen hayat koşulları sanatımıza yansımıyor. O zaman yaptığımız sanat sınıfta kaldı.
Kısacası ben o tarafta değilim. Sanatı üniforma gibi taşımak isteyen sanatçılardan değilim. Daha çok yaşamın ve duygularımın değişimine göre hareket ediyorum. Keşke daha çok değişebilsem diyorum. Daha çok üstüne koyabilsem… Ama bu kadar yapabiliyorum. (Gülüşmeler.)
Sanatçı aslında meselesi ile beraber sanatçı oluyor. Bütün plastik kabiliyetlerine ek olarak… Sizin bir meseleniz var mı? Ya da bu mesele konusuna inanıyor musunuz?
Benim meselem insan… İnsan denilince de bu basit bir olay değil. İnsanın psikolojik sorunları, yaşamı, kaygıları, yaşlanması, dünya koşulları, inanç koşulları… İnsanla beraber var olan bütün koşullara teması var benim yaptığım işin. Ben böyle algılıyorum…
Bir de estetik koşullar var tabii. Sanatçının hangi düzeyde ve hangi şekilde çağının sorunlarını yansıtmaya çalışıyor oluşu… Sanatta zamanın ruhu diye bir olgu var. Siz bu devirde yaşayıp rönesans devrinin sanatını yaparsanız insanların bunu algılaması farklı olur.
Bu, 13. yüzyılda yapılmış. Fotoğraf gibi yapılmış. O zaman fotoğraf makinesi yoktu. Fakat şimdi fotoğraf makinesi diye bir olgu var. Onun gibi yapmana gerek yok. Artık fotoğrafını çekiyoruz ve bu işi hallediyoruz.
İnsan beyninin gelişimi şunu sorguluyor; ‘’Senin yaratıcı gücün ne kadar?’’ İnsanlık tarihi boyunca bu dönem dönem değişiyor. Mısır’da, Çin’de, İran’da başka türlü olmuş. Hindistan’da başka türlü olmuş. Bakıyorsunuz din geliyor, insan figürüne yasak koyuyor ve süsleme sanatı öne çıkıyor. İran ve Türkiye gibi İslam memleketlerinde bunu görüyoruz.
Çin’e ve Japonya’ya gidiyorusunuz… Oradaki kültürel düzey çok farklı bir şekilde gelişiyor. Mesela Çin seramikleri, oradaki baskı sanatı çok farklı. Ahşap baskı sanatı çok uç noktalara varıyor. Burada henüz yokken Çin’de taş baskıyla binlerce kitap basıyorlar. Kağıdı keşfediyorlar… Dolayısıyla toplulukların gelişimi farklı oluyor. Sanatın gelişimi de o topluluğa göre değişiyor. Mesela bizde de halı, kilim sanatı çok gelişiyor. Afrika’ya gidiyorsunuz, orada maskeler var. Orada üretilen heykeller var…
Güzel tarafı şu ki; dünyaya topyekün yukarıdan baktığınızda ‘’Ne kadar da zengin.’’ diyorsunuz.
Siz Türk bir sanatçı olarak dünyanın pek çok yerinde başka ülkelerin sanatçıları ile bir araya geliyorsunuz. Bu sanatçıların şartlarını ve ülkeleri tarafından gördükleri ilgiye şahit oluyorsunuz. Bir Türk sanatçı olarak dünya genelinde kendinizi iyi hissediyor musunuz?
Sanat açısından gelişmiş ülkelere baktığınızda tabii ki kötü hissediyorsunuz. Çünkü sizin iyi bir sanatçı olmanız iyi bir yere gelebileceğiniz anlamına gelmiyor. O topluluğun sanata bakış açısı çok mühim. Size bazı rakamlar söyleyebilirim. Örneğin Amerika’da 17.000 adet müze var. Almanya’da 7.000 adet müze var. Almanya’da bir senede müzeye giden insan sayısı 110 milyon… Sadece Berlin’deki Bergama Müzesi’ne giden insan sayısı 2 milyon 800 bin kişi… Bu sayılara baktığımız zaman toplumun gelişme tandansını da sanata bakış açılarını da görüyorsunuz. Sadece Berlin’de 225 tane galeri saydım ben. O galerilere giden insan sayısı, sanatın satın alınması, duvarlara asılması, mekanlara konulması…
Almanya’daki bu 7.000 müzenin hepsi görsel sanatlar müzesi değil tabii ki. Hadi diyelim 3.000 tanesi öyle olsun… Biraz boy atan bir sanatçının 50-100 tane işini bu müzeler satın aldığı zaman o sanatçı ayağa kalkabiliyor.
Ve bir müzeye girmiş olabiliyor. Türk bir sanatçının burada bir müzeye girebilmesi çok zor.
Çok zor tabii. Çünkü burada müze kavramı yok. Beşiktaş’ta bir tane resim heykel müzesi vardı. Kapattılar… Kaç sene sürdü daha yeni açıyorlar. İçler acısı…
Mesela Amsterdam’a gidiyorsunuz, bir Van Gogh Müzesi var. Oradan kazandıkları para bir yana dünyada da Hollandalıların sanattan kazandığı prestiji düşünün. İnsanlar Hollanda dendiğinde Van Gogh, Van Gogh dendiğinde Hollanda diyorlar. Mesela siz Goya’dan bahsettiniz. Goya dendiğinde İspanya diyorlar. Böyle isimler yaratıyorlar ve bunlar toplulukların simgesi oluyor. O devletler ve o milletler de bunlarla dünya kültürü içerisinde yer ediniyorlar.
Güncel isimler için de bir sürü devlet bunu politika olarak uyguluyor.
Tabii! Sanatçı yaratıyorlar. Mesela Amerika 50’lerin başında çağdaş sanata kapılarını açtığı zaman ‘’Bizde Avrupa’daki gibi hiçbir şey yok. Bizim yaratmamız lazım.’’ diyorlar. Bundan sonra sanata yatırım yapıyorlar ve dünyada dominant oluyorlar. En çok orada görsel sanat müzeleri kuruluyor, en çok orada alışveriş yapılıyor, en pahalı resimler, heykeller orada oluyor… Dolayısıyla sanatçının tek başına iyi olması, iyi bir yere geleceği anlamına gelmiyor. Çünkü farklı faktörler söz konusu.
Türkiye’de sanatçıların ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Bir gerçekten dünya çapında sanatçılarımız var. Bir de cemiyet sanatçılarımız var. Bu cemiyet sanatçıları PR ve basın gücü ile çok fazla görünür oldukları için sanki en ünlü en iyi sanatçılar onlarmış gibi bir algı oluşuyor. Bu konudaki kişisel kanaatiniz nedir?
Onlar, piyasada yedirilip dünyada çok resim ve heykel satabilirler. Fakat yine de bizim toplumumuzda da sanattan anlayan entelektüel bir kesim var. Üst üste koymuş, belli bir birikime sahip olan bir insan topluluğu var. İşte o topluluk bu sanatçıları zamanı gelince yerine oturtuyor. Yaşarken çok popüler olmasına rağmen öldükten birkaç sene sonra yok olup giden sanatçılar da var. Çünkü bir cemiyet hikayesi…
Adam becerikli ise, biraz parası varsa meyhaneye gidiyor. İki tane de gazeteciyi yanına alıyor… Ya da bir sanatçı gazetecileri uçağa bindirip Venedik’e götürüyor. Onlar da gelip yazı yazıyorlar. Birazcık sanattan anlayan ya da anlamayanlar da ‘’Bende de bu resimden olsun.’’ deyip satın alıyorlar. Fakat olay bu değil. Siz bir entelektüel süzgeçten geçip bir şeylere parmak bastıysanız kalıcı oluyorsunuz. Yoksa yok oluyorsunuz…
Mesela ben Almanya’da yaşadığım zamanlarda işçi göçü üzerine bir sürü resim yaptım. Bunları müzelerden istiyorlar. Daha yeni birkaç tane resim Avusturya’ya yollandı. Yine Münih’ten de istiyorlar… Fakat o dönem ve o döneme dair yaptığım resimler… Çünkü o dönemi ben irdelemişim. Ben Avrupa’da 70’e yakın kişisel sergi açtım. Resim yaptığım için değil, o sorunlara parmak bastığım için bana bu sergileri açtırdılar. Şimdi bunlar kalıcı oluyorlar. İlkokullardaki okuma kitaplarına koyuyorlar. Fakat bunlar o toplumlarda oluyor, bizim toplumlarda olmuyor maalesef…
Mesela ben Amsterdam’da bir sergi açtım. Okullardan çocukları getirmişlerdi. Onlarla biraz konuştum ve sergiyi gezdirdim. Meğer yanlarında eğitim müsteşarı da varmış. Adamın çok hoşuna gitti. ‘’Tekrar talebeleri getirsek, onlara resim yaptırsanız olur mu?’’ dedi. Tabii ki dedim…
Çocuklar geldi. Ben onlara bir resmimi gösterip neden ve nasıl yaptığımı, hangi hedefe varmak istediğimi anlattım. Sonra onlardan komşuluk ilişkilerini anlatmalarını istedim. Çocuklar bu konuyu işlediler. Sonra bu resimlerden bir sergi yapıldı. Daha sonra bunun kitabını yaptılar… Kitabın içine diyalar koydular. O kitabı eğitim müfredatına aldılar ve çocuklara ‘’Siz de böyle resim yapın.’’ diye anlatıyorlar. Burada böyle bir şey söz konusu değil…
Benim Berlin’deki atölyeme her ay muhakkak iki üç defa okul çocukları geliyordu ve onlarla zevkle konuşuyordum. Burada İş Bankası Kuleleri’nde sergi yaptığımda çalışanlardan çocuklarını getirmelerini istedim. Hakikaten getirdiler…
Afetleri anlatışınızda bile umut dolu bir estetik var.
Bir ifade şekli olması lazım. Yoksa bir yangının fotoğrafını çekip koymaksa, fotoğraf makinesi onun en iyisini yapıyor. Sanatçı olarak bir şekilde anlatma yöntemi bulman lazım. Ben burada iki felaketi bir arada sunmaya çalıştım.
Zaten şu anda ekolojinin en büyük konusu biyoçeşitlilik ve ekonominin de en büyük konusu nesli tükenen hayvanların dünyaya maliyetleri… Çünkü insanlar maliyet hesapları yaparken yalnızca kendi harcamalarını dikkate alıyorlardı. Artık bütün ekonomistler de buna dikkat çekiyor. O yüzden bu eser bu bağlamda çok güncel.
Bundan birkaç sene evvel Almanya’da bir dergide okumuştum. Bir adamın hayvanlarla dolu bir çiftliği var. Hayvanlardan dolayı fareler çoğalıyorlar. Fakat etrafta çok fazla da kuş var. Onlar da farelerden besleniyorlar. Adam daha sonra fareleri zehirliyor. Bu sefer zehirli fareleri yiyen kuşlar da ölüyorlar. Bir mühlet sonra kuşların o çevrede yarattığı değer eksildiği için her şey değişmeye başlıyor. Adam da tekrar çiftliğine fare getirmek durumunda kalıyor.
O zaman size Zülfü Livaneli’nin Son Ada kitabını öneriyorum…
Okurum… Zülfü Livaneli benim eski arkadaşımdır.
Kapak Fotoğrafı: 37-Hanefi Yeter, Untitled_İsimsiz, 2020, Acrylic on wood_Ahşap üzeri akrilik, 85h x 200w x 3d cm