Güncelleme Tarihi: 7 Ocak 2021
“Emily in Paris”, 2 Ekim 2020’de ilk kez ekranlara gelen yeni bir Netflix Orijinal Serisi. Çok konuşulan yeni dizi, bir pazarlama firmasında çalışmak üzere Paris’e yerleşen genç Amerikalı Emily Cooper’ın (Lily Collins) hikayesini anlatıyor.
COVID-19’un tırmanışı ve seyahat yasaklarıyla birlikte “Emily in Paris”, dünyanın dört bir yanındaki insanlara eğlence sunmanın yanı sıra Paris’i kendi evlerinin rahatlığında ziyaret etmelerini de sağlıyor. Daha da iyisi, dizi, başkarakterinin aşk şehrindeki gezmeleri, yeni insanlarla tanışmaları ve uyum sağlama sürecindeki mücadeleleri ile izleyicileri Paris yaşam tarzına sürüklüyor. Yoksa sürüklemiyor mu?
Paris’e “Amerikan bakış açısı” kazandırmak için gelen genç kadın gerçekten de bunu yapıyor. Baş karakteri gibi dizi de Fransız yaşantısını doğru bir şekilde değerlendirmiyor, aynı zamanda da klişeleri öne sürüyor.
Kesin olan tek şey, Emily, Paris’i sevse de Paris onu pek sevmiyor.
İşte Emily in Paris‘in Paris Hayatı Hakkında Yaptığı 5 Yanlış:
1. “The entire city looks like Ratatouille” (“Şehir Ratatuy’dan fırlamış gibi”)

Yemek yapabilen küçük bir fareyi ve pitoresk Paris şehrini keşfetmeyi kim istemez ki? Ancak Emily, şehrin sokaklarında kaybolmak yerine, Sacré Coeur’den Panthéon’a sade bir turist gibi geziyor; kendini dışarı atıp maceralar yaşamıyor, parklardan birinde piknik yapmak ya da metroya binmek gibi “Parisli aktivitelerine” katılmıyor!
Ben olsam Emily’e Le Marais’deki geleneksel mimarinin keyfini çıkarmasını hatta 12. Arrondissement’da bulunan La Coulée Verte’de gezmesini önerirdim.
2. “Une chambre de bonne”

Paris’e varışı üzerine, Emily, kendisine “chambre de bonne” olarak tanıtılan dairesine gider. Klasik bir Paris apartmanının en üst katında (çatının hemen altında) bulunan bu daireler, eski zamanlarda burjuva ailelerin yardımcılarına verilirdi. Son derece küçük olan bu daireler (uçakta oturduğunuz koltuktan da küçük, bana inanın) çoğu zaman sadece bir odadan oluşur. Yani, banyo dairenin dışında yer alır ve genellikle diğer kiracılarla paylaşılır. En ekonomik seçenek olduklarından çoğunlukla öğrenciler ya da dar gelirli insanlar tarafından tercih edilirler. (Galeries Lafayette’deki mağazadan daha fazla Chanel çantaya sahip olan Emily, bu tabloya pek de oturmuyor.) Emily’nin dairesi ise şehrin en gözde mahallelerinden birinde bulunmakla kalmıyor (Panthéon, Le Jardin de Luxembourg, Notre Dame, ne ararsan var), aynı zamanda da tüm o kıyafetlerini alacak kadar büyük.
3. “Ringarde” (“Zevksiz”)?

Biraz modadan bahsedelim… Her şey çok güzel; ta ki birisi “ilk Jimmy Choo topukluları ayağına geçirdiği gün ruhunu satana kadar”*. Ya da bu dizide ta ki Emily PARIS’teki ilk iş gününe üstünde Paris manzarasının baskılı olduğu bir bluz giyene kadar! (Daha ilk bölümden!) Çeşitli Chanel çantaları (Bunlara nasıl parası yetiyor?) ve Louboutin topukluları dışında… Pardon, düşündüm de ayakkabılarda biraz daha kalalım.
Dizi boyunca, Emily’yi birçok kez marka topuklu ayakkabı giyerken görüyoruz (genellikle stiletto): “Christian Louboutin So Kate Collage Patent Red Sole Booties” (4 inç yüksekliğinde; 10,16 cm), “Elie Saab Spring-Summer 2019 High Heeled Sandals with Gold Buckle” ve “Maison Margiela Tabi Ankle Boots” (1015 USD). Aklıma gelen ilk soru: Emily nasıl bir pazarlama çalışanı? Çünkü tüm bunları satın alabilecek kadar maaş alıyorsa, ben de ömrümün sonuna kadar “çalışmak için yaşamaya” hazırım. Ama en önemlisi, bir kere bile metroya bindiğini görmediğimiz Emily, bu stilettolarla nasıl A’dan B’ye gidebiliyor? Arnavut kaldırımlı, parke taşlı Paris sokaklarında talihsiz bir adımla dizinin adı, “Emily in Paris” değil, “Emily in the Hospital” olabilir.
Kostümlere geri dönecek olursak, Audrey Hepburn’den ilham alan Emily’nin operadaki kıyafeti, Stephane Rolland’ın tasarladığı beyaz elbise ve Alexandre Vauthier straplez üst/tül etek kombinasyonu gerçekten de dizinin öne çıkanlarıydı. Ancak o siyah-beyaz kazayağı desenli beresi hala kabuslarıma giriyor! Dadı karakterinin çocuklarla parka giydiği kıyafetlerden hiç bahsetmeyelim bile. Bahsedemem. Ölürüm…
Saçlara gelecek olursak Emily bu alanda da göze batıyor. Camille’in “natürel” plaj dalgaları saçlarına kıyasla Emily’ninkiler daha kuaför salonundan yeni çıkmış, mükemmel maşalanmış gibi duruyor. Aslında, Emily’nin aksine, hazırlanmak için ne kadar zaman harcamış olsalar bile Fransız kadınları daha zahmetsiz, “böyle uyandım” görünüşünü tercih ediyorlar. Gerçekten de Paris’te kaldığı süre içinde Emily’nin moda zevki hiç gelişmiyor: Son bölümde, kıyafetleri her zamanki gibi bolca renkli ve bazen de göz acıtıcı derecede fazla…
4. “Paris seems like a big city, but it’s really just a small town” (“Paris büyük bir şehre benzer ama aslında küçük bir kasabadır”)

ULAŞIM konusuna değinmiştik ama birkaç yorum daha eklemek gerek… Nasıl olur da metro ağı en gelişmiş şehirlerden birinde Emily’i bir kere bile metroya binerken görmeyiz! Eğer bu dizi ikinci bir “Gossip Girl” olsaydı ve Emily üst sınıf sosyetesine ait bir karakter olsaydı o zaman bunu anlardım. Ama o sıradan bir pazarlama çalışanı. Ne kendine ait özel bir aracı var (böylesi daha iyi; Paris’te arabayla bir yere gitmek, İstanbul’dan daha zor) ne de onu taksiye binerken görüyoruz. (Paris’te taksiye binmek çok pahalı) Geriye bir tek yürümek kalıyor. Paris’te rahat bir ayakkabı ile yürümek muhtemelen yapabileceğiniz en iyi şey ama Emily’nin stilettolarıyla pek de gerçekçi gözükmüyor.
5. “A little ‘bonjour’ goes a long way” (“Küçük bir ‘bonjour’’’un kırk yıl hatırı var”)
Evet, son olarak en dikkat çekici konuya gelelim: Dizideki dil konusu… Az önce dizi boyunca değişmeyen Emily’nin stilinden bahsettik. Başka neyin değişmediğini biliyor musunuz? Emily’nin Fransızca becerisi… Sayılı katıldığı Fransızca dersleri ve iş arkadaşlarından öğrendiği “ringarde” (“zevksiz”), “bonjour” (“merhaba”) ve “la plouc” (“köylü”) gibi birkaç kelime dışında (liste pek uzun değil) Emily, dizinin sonunda hala bir Amerikalı. Ayrıca dili öğrenmek için de hiç çaba sarf etmiyor, etrafındaki herkesin İngilizce bildiğini varsayıyor. Ama belki de haklı, çünkü gerçekten de dizide şaşırtıcı şekilde herkes mükemmel İngilizce konuşuyor. Hatta sadece Emily ile değil kendi aralarında da İngilizce konuşuyorlar.
Paris’e gidenler bilir; FRANSA’DAKİ çoğu kişi İNGİLİZCE KONUSMAZ! Okulda öğretmenim birçok kez “on ne parle pas le Français, on vit le Français” (Fransızca konuşmuyoruz, Fransızcayı yaşıyoruz) derdi. Fransız halkı, kültürünün büyük bir parçası olan dillerinden gurur duyuyor. Fransa’yı ziyaret eden herkesin mükemmel Fransızca konuşmasını beklemiyorlar fakat çaba sarf etmelerini bekliyorlar. Dizinin bir bölümünde Emily fırındayken, fırının sahibi “un” ve “une” kullanışını düzeltiyor ve Emily bunu kabalık olarak algılıyor. Çok iyi Fransızca konuşanlar bile bazen yanlış article’i seçebilirler. Bilenin bunu düzeltmesi kabalık olarak algılanmamalı, sonuçta “yaşam boyu öğrenme” diye bir olgu var. Ayrıca, Fransa’da gerçekten de “bonjour” demek çok önemli. Selamlamada “bonjour” demezseniz, bir hizmet beklemeyin.
10 bölümlük bu diziyi bir oturuşta izledim ve çok eğlenceli buldum. “Paris Hayırları”, Fransız yaşantısına Emily’nin bakış açısını, tartışılır moda zevkini, kültürel ve kişisel farklılığını vurgulamak için yerleştirilmiş olabilir. İkinci sezonu heyecanla bekliyoruz.
O zamana kadar, “that’s all”!