Güncelleme Tarihi: 20 Mayıs 2024
PlumeMag, dört yılı aşkın bir süredir sürdürülebilir yaşam trendlerine odaklı içerikler üretiyor. Sürdürülebilir yaşam trendleri, bizim için sanat ve kültürden bağımsız ele alınabilecek bir konu değil. Bizim için çok değerli olan Kültür-Sanat kategorisinde yer alan ”Art Niyetli Sohbetler” sanatın her alanından değerli isimlere yönelttiğimiz sorularla sanat üzerinden hayatı, doğayı ve gezegenin geleceğini sorguladığımız bir seri.
Mey|Diageo’nun destekleriyle hazırladığımız bu serinin onuncusunda konuğumuz Türkiye’nin öncü galerilerinden, bu sene 40 yaşını kutlayan Siyah Beyaz Galeri Ankara’nın galeri direktörü ve ikinci nesil sahibi olan Sera Sade Artukmaç.
Sera Sade Artukmaç ile çağdaş sanat ve etik galericilik, galeri-sanatçı ilişkisi, günümüz Türkiye sanatına dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
‘Art Niyetli Sohbetler”in yer aldığı Kültür-Sanat kategorimizin destekçisi Mey|Diageo’ya daimi destekleri için çok teşekkür ediyoruz.
“Babam Kalpse, Annem Denge…”
Herkese merhaba, bu bölümde Sera ile buluşmamızın hoş bir anlamı var. Bu sene Siyah Beyaz Galeri’nin 40. yılı…
Sen de ikinci nesil bir temsilci olarak ailenden aldığın mirası çok hoş bir şekilde devam ettiriyorsun. Bu 40 yılı tabii biz yarım saatte konuşamayız. Ama şöyle bir geriye gidip bakmak istiyorum. Elimde Siyah Beyaz Galeri’nin 30. yılı için yapılmış, Orası Kamusal Alan isimli bir kitap var. Ben bu kitabı birkaç sene önce, seni ziyarete geldiğimde senden almıştım. İnanılmaz bir arşiv… Her şeyden önce tebrik ediyorum.
Buradan senin küçüklüğün ile ilgili bir bölümü okuyarak başlamak istiyorum. Küçük bir kız, bir tablonun altında A4 kağıdındaki bazı eserleri duvara yapıştırırken fotoğraflanmış. Ama sonra kitapta bunu okuduğumuzda, Alev Ermiş Mavitan’ın sergisinin hazırlık aşaması olduğunu görüyoruz.
Kendisi şöyle diyor; “Galeri için Sera da eksik olan başka bir şey ekledi. Bence bu çok güzel bir karma. Hepsinin karakteri oradaki sanatçılara, çevreye ve Türkiye’de pek çok örneği olmayan bir forma geldi.”
Burada senden bahsediyor. Siyah Beyaz Galeri’den bahsedenler genelde bir aileden, bir üçlüden bahsediyorlar günümüzde. Ama bu daha önce hep Faruk ve Fulya üzerindenmiş. Faruk’u kalp, Fulya’yı ise Siyah Beyaz’ın aklı olarak tarif ediyorlar. Senden kısaca Faruk ve Fulya’yı dinleyebilir miyiz?
Aslında bir karı kocanın, Türkiye’de hiç böyle bir şey yokken el yordamıyla yaptıkları bir iş olarak başlıyor. Ama çok sevdikleri kendi çevrelerine bir ortam hazırlamaları, bir alan sunmaları… Bunların hepsi kalpten gelerek yapılmış. Yani bir iş planı, bir strateji belirlenmemiş. Çok kendi akışında olağan bir şekilde ilerlemiş her şey. Gerçekten de bütün röportajlarda bu var. Gerçekten de böyleydi; babam kalpse, annem denge…
Babamın aşırı olduğu noktada Fulya’nın onu dengelemesi… “Siyah Beyaz” adı, belki de bu yüzden bu kadar anlamlı. İkisi de aralarındaki o dengeyle bu zamana gelmişler.
Bu arada kitabın editörü Evrim Altuğ’a da çok teşekkür etmek lazım, müthiş röportajlar yapmış. Röportajların birinde Murat Artu, “Siyah Beyaz’ın bunca sene Ankara’da var olabilmesinin sebebi bence Faruk Sade’nin ısrarıdır.” diyor.
Nevzat Sayın da aynı şekilde başka şehirlerde de şubeleşmekten bahsederken, “Ben aslında bugüne kadar Faruk’un bunu yapacağını düşünüyordum. Ama yapmadıysa bir bildiği vardır. İyi lokantalarda her şeyin aşçıya bağlı olması ve başka şube açarken bunu göz önünde bulundurmaları gibi.”
Burada aslında çok önemli bir marka var ve Türkiye’nin çağdaş sanat dünyası için de çok önemli bir mabet… Ve bu hep Ankara’da kalmış. İstanbul hep kültür sanat başkenti gibi söylense de… Hala daha Ankara’dasınız. Bu kitabın üzerinden on sene geçtikten sonra da… Ankara’da olma duygusu ve motivasyonunu senden dinleyebilir miyiz?
“O Apartmanın Bir Ruhu Var.”
Galerinin ve barın olduğu yer bir aile apartmanı. Annem üst katta, en üst katta halam oturuyor. Babam Paris’ten döndükten sonra babasına “Ben burada bir çağdaş sanat galerisi yapmak istiyorum.” diyor. Ama tabii seksenlerde, darbe sonrası başkentte tek başına galeri açma fikri biraz zor. O yüzden yanında bir kafe-bar ile beraber açılıyor.
Ben Londra’dan döndükten sonra İstanbul’da, Maslak Oto Sanayi’de bir yerimiz oluyor ve orası halen daha duruyor. On yıl boyunca ben oradaydım. Orada daha çok proje sergiler yaptık ve orayı randevu ile gelinen bir yer olarak kullandık. Şu anda da hala öyle kullanıyoruz. Ama hiçbir zaman “Bir galeri açalım, bir sezon yapalım, beş haftada bir sergiler değişsin.” gibi bir düşüncemiz olmadı. Çünkü oranın (Ankara) bir ruhu var. O apartmanın bir ruhu var.
Artık sınırların da olduğunu düşünmüyorum. Şu anda sosyal medya var. Zaten siz, dünyadaki sergileri oturduğunuz yerden de takip edebiliyorsunuz. İstanbuldan bahsediyorsak, Ankara ile İstanbul arası 45 dakika uçakla… Bir de şöyle bir şey var; bir ülkede her şey tek bir şehirde olamaz. Periferinin önemini çok anlamlı buluyorum. Artık burada (İstanbul) o kadar çok şey var, ama zaman yok. Orada (Ankara) az şey var, ama zaman var.
Her şey daha yavaş akıyor. İnsanlar açılışları bekliyor. O gün geliyor; sergi geziyor, sanatçıyla konuşuyor… Bunu daha anlamlı buluyorum. Evet, on yıl buradaydım. Ama şimdi geri dönmek çok iyi geldi.
Benim bir sanat tarihi öğrencisi olarak 2004’te mezun olup sanatla ilgili çok büyük umutlar ve romantik duygularla Türkiye’ye geldiğimde bayağı bir motivasyonum düşmüştü. Buradaki piyasada sanatçının altın yumurtlayan bir tavuk gibi görüldüğü bir ortama geldim ve bilmediğim çok şey gördüm.
Yıllar içinde beni sanat dünyasının böyle bir şey olduğuna dair ikna etmeye çalıştılar. Siyah Beyaz Galeri ise benim hayalimdeki ütopyanın gerçekleşebileceğini ve bunun Murat Artu’nun da söylediği gibi Faruk Sade’nin ısrarıyla kırk yıl sürüp bugünlere kadar gelebileceğini gösterdi.
Senin de buna yeni jenerasyon olarak izin vermen… Çünkü genel olarak dünyaya baktığımızda, benim gördüğüm kadarıyla her olumsuzluğun sebebi açgözlülüğe dayanıyor. Sanatta da böyle bir açgözlülük türemiş durumda. Ama sizin kuruluşunuzdan itibaren neredeyse “satmamaya” yönelik bir galericilik mantığınız var…
Annem de zaten öyle diyor; “Ben babanla evlendiğimde baban çok zengin bir adamdı.”
Galeri sayesinde ne var ne yok gitti… Hanlar, hamamlar…(!)
Kitaptaki röportajların bir tanesinde birisi bunu söylüyor; “Faruk için galeri bir kazanç değil, bir harcama noktasıdır.”
Ama sonuçta harcanan paranın karşısında kazanılan çok büyük değerler var. Ben bunu çok önemsiyorum. O yüzden bu kısmı biraz açmak istiyorum. “Sanat dostu” bir galerinin görevleri nelerdir? Sanatçı ve galerinin arasındaki dinamikleri doğru taraftan, senden dinlemek istiyorum.
“Sanatçılar Olmadan Galeri Dört Beyaz Duvar.”
Aslında her galerinin farklı bir dinamiği var. Bu galeri sahibi ile alakalı bir şey. Nasıl bir galeri olmak istediğiyle alakalı… Çok profesyonel bir ilişki de olabilir, çok dostane bir ilişki de olabilir. Bu, galeri sahibine bağlı. O yüzden her galeri kendi içinde çok özel. Bizimkine gelirsek eğer, bana da her zaman öğretilen, “Onlar (sanatçılar) olmadan sen dört beyaz duvarsın.” idi. Bunu hiçbir zaman unutmayacağım. Koyulan işlerle sen anlam kazanıyorsun. Sanatçıları bu denklemden çıkardığında sen hiçbir şeysin. Sanatçı yine üretir, koleksiyoner yine alır…
Belki biraz klasik olacak ama sanatçılar gerçekten toplumun bir adım önünde olan insanlar, ki benim hayranlık duyduğum insanlar bunlar… Onlar her zaman her şeyden daha önemli. Bizimkilerin yolu çok dost, çok arkadaşça. Çünkü bu öyle bir şey ki; sabah dokuz akşam beş değil. Bütün hayatınız aslında… Bu da çok söyleniyor ama gerçekten bir yaşam tarzı.
Mesela bugün burada Ardan Özmenoğlu’nun atölyesindeyiz. Ben Ankara’da yaşıyorum. İstanbul’a geldim ve çekimi burada yapıyoruz. Çünkü ben zaten geldiğimde Ardan’da kalıyorum gibi… Yani artık öyle bir araya geliyorsunuz ki, zaten arkadaşınızı kıramazsınız. Evet, kavga ederiz. Ama o saygıyı ve arkadaşlığı kaybetmemek önemli olan. Diğer taraftan, profesyonel olarak bakınca, bir galerinin bir sanatçıyla çalışması onun haklarını korumak, basındaki görünürlüğünü sağlamak, yeni insanlarla tanıştırmak, eserlerini satmak, yurt dışında göstermek, onun arşivini tutmak… Bütün bunlar galerinin görevi.
Şu an Ardan’ın atölye-evindeyiz. Sen de Siyah Beyaz Galeri’yi “seyyah” olarak temsil ediyorsun. Gerçek bir ilişkide nasıl ki çiftler, birisi olmasa da birbirlerinin temsilidir. Galeri ve sanatçı da bir yerden sonra öyle oluyor ve kişilikler de devreye giriyor. Çünkü kişilik insanın idealini ve hedefini de yansıtan bir şey.
Ardan’ın da bu kitapta sizin barınız ile ilgili bir yorumu var; “Aslında barın biraz tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanatçılar çok düşkündür. Kendi adıma söyleyeyim, ben severim. Yukarıda sergi yerleştirmesini bitirip aşağıya inerek nefes almak istiyorum. Orası benim için rahatladığım, mutlu olduğum bir yer oluyor. Çok özel bir yer. Bunun bir örneğini New York’da gördüm (…)” diyerek New York’daki dünyadan bahsediyor ve onun aslında bahsettiği şey, sizin bu kitaptan otuz yıl önce kurmuş olduğunuz o yaşayan bar ve hala onun müdavimlerinin olması… İnsanların oradaki konserleri izlemek için gün sayması da var. Yani galerinin aslında 360 derece yaşayan bir sanat mekanı olduğuna da geri dönebiliriz buradan.
Bir insan tüm gününü ne bir galeride geçirebilir ne de bir barda geçirebilir. Oranın bir kamusal alan, bir yaşam alanı olmasının nedeni bu. Bir sergi geziyorsun yukarıda. Aşağı inip müzik dinliyorsun, güzel müzik dinliyorsun. İçkini içiyorsun. Orada gördüğün insanlarla sosyalleşiyorsun. Aslında böyle bir fanus diyebilirim.
Acaba bunun Faruk Sade’nin Paris’teki günleri ile alakası olabilir mi? Çünkü onlar da zamanında kendi çaplarında bir Paris ekolüler. Seksenlerin biraz öncesi… Hatta Ali Güreli var. Başka kimler var?
Güllü Aybar var. Üçü beraber gidiyorlar Paris’e. Orada Güllü’nün kuzeni var, Münevver Hanım ve oğlu Mehmet Nazım… Onlar 210 Boulevard Raspail’da bir apartmanda yaşıyorlar. En üst katta bir daire var, babam oraya yerleşiyor. Yanında Mübin Orhon var. Alt katında Komet var. Sinan Bıçakçıoğlu var… Böyle bir apartman… Zaten bütün bu galeri açma fikri de oradan çıkıyor. Babam ODTÜ Mimarlık’tan sonra Sorbonne’a okumaya gidiyor. Ama tabii okula bile gitmiyor…
Orada Paris’teki bütün o Türk sanatçılar ile bir araya geliyor ve aslında Münevver Hanım babamın aklına galeri açma fikrini sokuyor.
Ama sanırım ilk etapta Paris’te galeri açmasını istiyor?
Evet, en başta öyle. Ama olmuyor. Ankara’ya geri dönüyor. Bir aile apartmanı var. 28 yaşında yani… Ben şu anda 39 yaşındayım… Onu düşünemiyorum… Ve seksenler, darbe olmuş, bir başkent… Düşündükçe, yaşım ilerledikçe daha iyi anlıyorum. Yada anlamıyorum. Aklım almıyor…
Ama orada politik bir duruş da var. Galeri Nev’in kurucusu Ali Artun’da çok övgüyle bahsediyor Siyah Beyaz’dan…
Haldun’da (Dostoğlu) ODTÜ’den zaten.
Evet. Onların döneminde sanat aslında bir başkaldırı ve bu sanata tamamen özverili bir şekilde alan açmak da o başkaldırının bir parçası. Bunun Siyah Beyaz’da hala devam ediyor olması beni çok etkiliyor.
“Hiç Kimse Resim Hakkında Konuşmuyor”
Bunu bir dertleşme olarak söylüyorum sana. Geçen gün bir yerde bir fikrimi belirttim. Çünkü benim gördüğüm, sanatçının galeri nezdinde de “onun sanatını seven” koleksiyoner nezdinde de ezildiği… Bu döndü dolaştı ve şu noktaya geldi; “Aman canım! Sanatçı da biraz finansal ve hukuksal olarak okuryazar olsun. Bu problemleri kendi çözebilsin.” Ben buna karşı çıkıyorum.
Sanatçı zaten hukuk ve finans alanında yetkin olsa galeriye ne ihtiyaç var? Depolarda sanat eserlerini sergileyebilir. Acaba ben mi çağın gerisinde kaldım, yoksa bu fikir hala doğru fikir mi?
Tabii ki de artık o eski dönemdeki sadece atölyesinde çalışan, üreten sanatçı portresi yok. Sanatçılar tabii ki her şeyi kendi başlarına yapabiliyorlar. Ama yapmak zorundalar mı? Onlara neden öyle bir yük veriyoruz?
Benim birlikte olduğum bir sanatçıysa, onun hakkını korumak tabii ki de benim görevim. Dediğim gibi, onların kafası zaten çok başka çalışıyor. Neden kafasını bu hukukla, bürokrasi ile meşgul etsin? O üretim yapsın…
Katılıyorum. Bunu bir de senden duymak istedim. Çünkü bazı ortamlarda böyle fikirlerimi beyan ettiğimde, çok duygu dolu şeyler söylediğimde genelde toplum çok kabul etmiyor.
Ama bu da o iş adamı sanatçılar ve o iş adamlarının (elinde) olduğu için… Hep işte “Piyasa, piyasa…”, “O ne kadara satıldı? Bu ne kadar?” Ben 2010 yılında başladım ve hep böyle bir şey var; fiyat, fiyat, fiyat… Hiç kimse resim hakkında konuşmuyor. Ya da hiç kimse o iş hakkında konuşmuyor. Hep piyasa, resim değil…
Dünyada artık böyle evet… Ama işin de ruhunu kaybetmemek gerekiyor. O zaman “al-sat, fiyatı bu… Hadi pazarlık yapalım.”
Bu değil…
Tam da bu noktada kitapta “vefa” kelimesinin altını çizdiğim sayfadayız. Galeride çok genç yaşlarında, hatta üniversite son sınıfta olan Nihat Kemankaşlı’nın bir anısı var. Siyah Beyaz Galeri ile çok yakın ilişkilerde olduğu için Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde o zamanki hocaları son yıl sınıfı geçirmiyorlar ve son yıl sergisine almıyorlar. Faruk Sade bu sergiye gidip Nihat Kemankaşlı’nın eserini göremediğini söylüyor. Tabii oradaki hocalar kem küm ediyorlar.
İşte bu bir galerinin, o galeride henüz sergi açmamasına rağmen sanatçısını sahiplenmesine çok güzel bir örnek ve bence çok “baba” bir hareket…
Babam o dönemlerde Hacettepe’nin mezuniyet sergisine gidip oradan bir sanatçıya hem üretim için bir miktar hem de öbür sezon sonunda ilk kişisel sergisi imkanını veriyordu. Bunu sekiz yıl boyunca yaptı. Nihat’ın olayından sonra babam bunu yapmayı bıraktı.
Paraların nasıl gittiğini de böylece anlamış olduk…
Böyle böyle… (!)
Ben arşivciliği çok önemsiyorum. Tezimi de arşivcilik üzerine yapmıştım. Bu çok değerli bir şey. Çünkü en azından geriye dönüp baktığımızda, bu sanat piyasalarını konuşanların yanında bu duyguları, bu vefayı ve sanatçıya alan açmanın ne olduğunu hakkını vererek yapmış insanların da olduğunu görmek/bilmek çok önemli. O yüzden bu kitabı çok önemsiyorum. Ellinci yılda da seninle röportaj yapmayı çok istiyorum.
Şimdi kırkıncı yıl kitabımız çıkıyor.
Onunda duyuru röportajı olmuş oldu…
Bir de bunun belgeseli var, Simsiyah Bembeyaz diye… Bizim Youtube kanalımızda. Onu da Murathan Özbek ile beraber yaptık. Aslında 46 kişi var… Bu röportajlar hepsinin atölyesinde ve evinde gerçekleşti. Onlardan da bir belgesel yaptık.
Zaten buradaki isimleri hızlı bir şekilde geçtiğimizde; Ali Güreli, Kıymet Giray, Sedat Ergin…
Mesela Sedat Ergin de Siyah Beyaz Galeri’nin ilk yıllarından itibaren bu hikayenin içinde olan birisi. Çünkü o zamanlar Hürriyet Genel Merkezi hemen Siyah Beyaz’ın yanında. Meclis zaten çok yakın… Yani bütün o insanlar, farklı şeylere inansalar da, farklı temsiliyetleri olsa da meclisten de, gazetecilerden de… İşte Uğur Mumcu, Can Dündar… Bu isimlerin hepsi… Farklı partilerden milletvekilleri, sanatçılar… Hepsi aynı barın etrafında oturup, tartışıp, kavga edip ama günün sonunda aynı mekanda bir araya geliyorlar.
Nevzat Sayın da röportajda, “Siyah Beyaz’ın yaptığı sergilere baktığınızda bir ekol olmasını engelleyen, fakat bir ortam olması halini yukarı çeken şey de bu.” diyor. Yani bu farklı görüşlerin arasındaki bağlantıdan bahsediyor. Bu çok önemli. Yani farklı görüşlerin ekol olmadan o ortamı yaratabilmek çok değerli bir şey.
Çünkü şu an bana göre özellikle son yirmi yılda derinleşen bir diyalog yokluğu var. Hatta biz bunu başka bir bölümde Nevzat Sayın ile konuşmuştuk; bu diyalog alanlarının mimariyle de yok olması… Siz onu daha da dışa açıyorsunuz. Hatta şu anki yeni oluşumunuzda ne barla ne galeriyle alakası olmayan biri bile bir pizzacıdan girip kendisini bambaşka bir dünyada bulabiliyor. Bu da sizin yeni üçgeniniz aslında…
Evet! O şöyle oldu; biz pandemi zamanı Ankara’ya taşınma kararı aldık. Benim eşim şef. Biz bir süre Napoli’deydik ve o pizzaya kafayı taktı. Napoli’den sonra dönüp burada bir yerler baktık. Daha sonra pandemi oldu. Ne yapalım derken, “Geri dönelim.” dedik. Zaten çocuk da olacaktı. İkimizin de ailesi oradaydı ve öyle Ankara’ya geri döndük.
Annem, “Kocaman ön bahçe var. Alın burayı, pizzacı yapın.” dedi. Her şey yine iç içe geçiyor. Orayı Nevzat yaptı mesela… İçeride Ardan’ın, Gökhan’ın işleri asılı. Murat da orada bizim on yıllık ekşi mayamızdan pizzalar yapıyor. O da edisyonlu aslında… Günde 223 tane mi ne öyle bir sayısı var…
Bir anda şunu farkettim; Siyah Beyaz benden bir yaş büyük. Benim oğlumla da pizzacı yaşıt… Giderek orayı ele geçirip Kavaklıdere No.3’e yayıldık…
İkinci üçgen… Yani Faruk, Fulya, Sera üçgeninden şimdi de Sera, Murat, Aksel üçgenine geldik.
Öyle oldu…
Son soruma geçerek kitabın adına bağlamak istiyorum; Orası Kamusal Alan… Galeriler kamusal alanlar. Devletin kültür sanat politikalarının çok güçlü olmadığı, müzeciliğin çok gelişmediği -ki bu kitaptan beri de çok fazla gelişme olmadı- bir ortamda galeriler çok önemli bir yer teşkil ediyor.
Burada galerici ve sanatçı ilişkisini konuştuk. Ama galerici ve sanatçı ilişkisinde de… Mesela Ali Artun şunu söylüyor; “Bizim etik anlayışımıza göre, biz sergi açtığımızda kendi işimizi satın almayız. Galeri sahibi olarak, elime üç beş kuruş para geçtiğinde ben de gidip Siyah Beyaz’dan bir şeyler alırdım.” diyor.
Ben de galericilerin ilk en güzel şeyleri kendilerine almalarını gözlemledim. Sizin bu duruşunuz bugün hala devam ediyor mu, yoksa bu günümüzde artık erimiş bir bakış açısı mı?
Devam ediyor. Hatta bazen ben sergide bir şey beğendiğim zaman “Anne bu çok güzel.” dediğimde annem, “Bir dakika Sera, sergi bir bitsin…Sonra.” der.
Önce misafirler bir yesin sonra…
Kalanları biz yeriz…
Sen zaten Ankara’nın dışında bahsettiğin Maslak, ki ben de oraya Ekin’in workshopu ve sanatçı konuşması için gelmiştim. Sen seyyah olarak yurt içinde/yurt dışında çok önemli fuarlarda sanatçılarını temsil etmeye devam ediyorsun.
Senin bu programı bitirmek için kırkıncı yılınız ile ilgili söylemek istediğin son bir şeylerin var mı?
“Dünya İçin Kırk Yıllık Bir Galeri, Hala Çok Genç…”
Kitapları çıkarman çok iyi oldu. Biz aslında yayına çok önem veriyoruz. Çünkü gerçekten de günün sonunda elimizde bu kalıyor. Bir de babam inanılmaz bir arşivciydi. Bu kitabı yaparken tuttuğu şeylere inanamadım. Mektuplar, telgraflar, her şey… O yüzden arşivlerin paylaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bu çağda bir yayın yapmak çok zor. Ama şimdi üç kitabımız çıkacak. Biri kırkıncı yıl. Birinin tasarımını Mehmet Ulusel yapıyor, Erdağ Aksel kitabı. Bir de Ka fotoğraf atölyesinin tasarımını yaptığı Mehmet Nazım kitabı.
İki sanatçı kitabı, bir de kırkıncı yıl kitabını önümüzdeki sezon yayınlamış olacağız. Aynı zamanda Faruk Sade Sanat Fonu’na devam ediyoruz. 19 Mayıs’a kadar da başvuruları devam ediyor. Onunla yine 35 yaş altı sanatçılara, mimarlara, yazarlara, eleştirmenlere, araştırmacılara bir bir fon desteği sağlıyoruz. Babamdan sonra bunu annemle beraber başlattık. Hatta Ali Şentürk’ün kitabı* fonun desteklediği ilk projeydi.
*Ali Şentürk’ün yazdığı Operasyon Kurumsal Alan kitabından bahsediliyor.
Burada Ali Şentürk 2000 yılı sonrası kamusal alandan yok olan veya kötü bir şekilde zorla kaldırılan…
Evet… Hırpalanan, çalınan, yıkılan, taşlanan heykellerin bir listesi. Hiç yorum olmadan, o zamanın gazetelerinde çıkan haberleri koyduk.
Muhteşem bir kitap. Tarihe ışık tutması açısından çok değerli.
Biraz üzücü… Her sayfası ayrı üzücü.
Hatta kendisi sadece eserlerin başına değil, eserleri yapanların da başına neler geldiğinden bahsetmişti bir seminerde. O yüzden bence tarihe ışık tutacak bu sayfaları bilmek istiyorsanız bu kitabı da alabilirsiniz. Bütün gelir de fona gidiyor zaten.
Evet. Bir de çok balık hafızalıyız. Aslında buna da hak vermek lazım. Çünkü sürekli yeni bir şey oluyor. Böyle toparlanalım derken başka bir şey… Toparlanıyoruz dediğimiz noktada başka bir şey… O yüzden bir çok şey unutuluyor. Yada unutmak istiyoruz devam edebilmek için.
Bu kitap aslında unutmamamız gerektiğini gösteriyor. Çünkü çok ciddi şeyler…
Annem ben küçükken hep “Allah bunu unutturacak dert vermesin.” derdi. Ne şanslıyız ki biz haftaya bile kalmadan, bir iki günde bir o derdimizi unutturacak başka bir dertle sürekli güncelleniyoruz.
Aslında dünya için kırk yıllık bir galeri, hala çok genç bir galeri. Ama biz daha yeni yüzüncü yılımızı kutladık ve bunun içinde kırk yıl… Nasıl yapmışlar ben anlayamıyorum. Kaç darbe, kaç kriz, kaç deprem… Ne olaylar…
Ve bu kadar da kapitalizm karşıtı bir sistemle sanata anlam katmaya çalışıyorsunuz… Çünkü benim salon sanatçılığı, tatlı su aktivizmi dediğim konu çok yayılıyor. Hatta birkaç Pr’cıya (halkla ilişkiler) bu konuyla ilgili yorum yapmışlığım var; “Sizin yüzünüzden bu insanlar bu kadar ünlü oluyor. İnsanlar da sanatçı diye gidip alıyorlar.” diye…
Bu kadar farklı bir şeyin pompalandığı günümüzde siz hala o yavaş tarafta, sanatın derinlemesine anlaşılmaya çalışıldığı taraftasınız. İyi ki varsınız. Daha da çok seneler var olun…
Bir sonraki kırka… Öyle diyoruz.