Art Niyetli Sohbetler: Rabia Çapa

Güncelleme Tarihi: 18 Aralık 2023

PlumeMag olarak sürdürülebilirliğin kültür ve sanattan bağımsız konuşulamayacağını düşünüyoruz. Bu sebeple Kültür-Sanat bizim için çok değerli bir kategori.

Art Niyetli Sohbetler serimizin destekçisi Mey|Diageo’ya bize sanat konusunu deşme ve sürekli soru sorabilme fırsatı verdiği için teşekkür ediyoruz. 

Serimizin dördüncüsünde bugün Maçka Sanat Galerisi’nde Rabia Çapa ile beraberiz… 

Bu program benim için çok önemli. Çünkü Art Niyetli Sohbetler Cumhuriyet’in 100. yılına rastladığı için bu seride, çağdaş sanat tarihine damgasını vurmuş kişi, mekan ve olayları konuşuyoruz. Cumhuriyet tarihinde çok önemli yeri olan ve çağdaş sanatın yuvası Maçka Sanat Galerisi’ni kuran kişi olarak galeriyle ilgili duygularınızı öğrenebilir miyiz? 

Teşekkür ederim. Galeriyi 1976’da kardeşim Varlık’la beraber açtık. 1974’te açmaya karar verdikten sonra Avrupa’ya gidip galericilik nedir, ne değildir onları araştırdık. 1974 ve 1975’i hem araştırmayla hem de yer bulmayla geçirdik. Yer bulma konusunda epey sorunumuz oldu. İkimizin de önü açık ve yeşillik bir mekan hayali vardı, çok dolaştıktan sonra bu bodrum katı bulduk. Önü duvarla kapalıydı. 

Sonra Mehmet Konuralp’i bulduk ve mimarımız o oldu. İnşaatımız bir sene sürdü. Duvarları ve yerleri seramik olsun diye hayal ettiğimiz galeriyi Mehmet’e anlattık. Mehmet de sağ olsun seramiklerimize uygun, Mısır’daki firavun mezarları gibi yerin altına girilen bir plan çizdi. Çok da güzel oldu. İlk başlarda herkes hamama, umumi tuvaletlere benziyor diye bizimle alay etti ama sonra herkes galerimizi çok sevdi. 

Rabia Çapa, Mehmet Konuralp ve Mengü Ertel
Rabia Çapa, Mehmet Konuralp ve Mengü Ertel – Kasım 1976

Ben de çok seviyorum ve bu galerinin çok enteresan bir aurası var. Bir yandan çok davetkar değil, diğer yandan da içeri girdikten sonra sanki kollarından çıkamıyorsunuz ve sizi tamamen kavrıyor gibi hissettiriyor. Bunun bilinçli yapıldığını düşünüyorum ama arkasındaki fikri sizden duymak isterim. 

Aslında sanatçılar ilk girdiklerinde gerçekten ürküyorlar ama zamanla dost olmaya başlıyorlar. Duvarlara hiçbir şekilde çivi çakılmıyor, raylarımız perdelerin arkasındadır. Hepsini 1976’da Paris’e giderek parça parça taşıyarak getirdik. Hatta bezimizi İsveç’ten ısmarlayıp getirtmiştik. İyi ki sonra Türkiye’de de yapılmaya başladı, İsveç’ten bez getirmekten kurtulduk.

François Morellet Aya İrini’de 1. İstanbul Bieanali’nde sergiyi kurduktan sonra “Aya İrini çok zor, ama bu galeri de Aya İrini kadar zor bir galeri.” demişti. “Ama bu kareler benim karelerim, bu galeri benim için yapıldı” da demişti. 

Daniel Buren sergiyi kurmaya geldiği zaman arkadaki odadan dışarı çıkmamıştı. Elinde makine gelip gidip sayıyor, arka odaya geri dönüyordu. Tam dört gün saydı. En son cumartesi günü “Bugün saymanı bitir, pazar günleri malzeme alacak yer bulamayız.” dedim. Cumartesi günü yediden önce sayım bitti, malzemeleri söyledi ve inip alabildik. Tüm cumartesi, pazar, pazartesi günü deliler gibi boya yaptık. Daniel Buren işlerinin bir kısmına bant getirmişti. Bir kısmını onlarla bir kısmını da boyayla yaptık. 

Serhat Kiraz da bu galeriyle hesaplaşmasını çok güzel bilen bir sanatçıdır. Yani herkes başlangıçta korkar ama sonrasında o korkuyu yenerek galerime uygun bir şeyler yapmaya başlar. Bu da benim çok hoşuma gidiyor. 

Chantal-Daniel Buren, Rabia Çapa, Buren Sergisi Sırasında
Chantal-Daniel Buren, Rabia Çapa, Buren Sergisi sırasında – Ocak 1993

Okuduğum tüm kaynaklarda da kavramsal sanatın Türkiye’de gelişmesinde bu galerinin çok büyük bir yeri olduğu belirtiliyor. 

Evet, ilk kavramsal sanat sergileri bu galeride oldu. 

Bu arkamızdaki nişi de iki anlamda kullanabiliriz herhalde. Hem gerçekten çok niş işler yapmanız hem de o nişin bambaşka kafaları, düşünceleri ifade edebilecek ayrı bir imkan sunması…

Evet. Ahu Antmen’in nişlerle ilgili, o niş üzerine bir kitabı vardır. İlk başta o nişi arkaya baskıları koyalım diye yapmıştık ama ondan sonra vazgeçtik. Çünkü oradaki baskılar gösterilirken buradaki sergiye müdahale ediliyordu. Onu kaldırdık, nişi öyle koyduk. Şimdi sanatçıların hepsi nişe hangi tabloyu koyalım diye düşünüyorlar, niş en mühim yer olmaya başladı. Gerçekten seviyorum. 

Aslında Leonardo da Vinci’nin lafındaki gibi “Sadelik düşüncenin en üst seviyesi” oluyor. Bir yandan sakin ama bir yandan da korkutucu, sanatçıyı ve geziciyi uğraştırıcı bir atmosfer var. Çünkü biz genelde galeri gezen bir millet olmadığımız için bu kadar çıplak bir alana girdikten sonra hem sanatçıyla hem galericiyle karşı karşıya kalmak da çok kolay bir durum değil. 

İnsanlar bu galeride alıştı çünkü burada kırk yıl o masanın arkasında saat 11.00’de oturdum, akşam sanatçı dostlarımız, misafirlerimiz ne zaman giderlerse o zaman çıktım. Boşken 19.00’da kapatırız ama eşimiz, dostumuz, sanatçımız geldiği zaman burada sohbetler geceye kadar devam eder. Bu galerinin kapanma saati yok. 

Akşam votkamız çok meşhurdu. Abdurrahman Hancı, Doğan Kuban, Yalçın Emiroğlu, Utarit İzgi gibi mimarlar çok gelirdi. O jenerasyondaki mimarlar görsel sanatla çok ilişkiliydi. Nevzat Sayın, Mehmet Konuralp gibi üç dört tane genç mimarımız var. 

Aslında mimarlar da görsel sanatla ilgilenmeli çünkü Mimar Sinan Üniversitesi’nde bir arada okuyorlar. Aynı binanın içinde, aynı deniz kenarında, aynı kantindeler… Varlık’la beraber, genç mimarları alıştıralım diye yılbaşı ağacını mimarlara yaptırmaya karar verdik. İlk ağacı ben yaptım sonra her sene başka bir mimara verdik. Ama mimarlar sadece kendi mimar arkadaşlarının ağacını görmek için aralık ayında geldiler. 

Sergi bitti ve mimarlar öbür yılbaşına kadar yok oldu. Ama orada çok güzel bir şey yaptık. 10×10 tüm sanatçılara resim yaptırdık, piyango çektirdik. Serhat Kiraz, Füsun Onur, Adnan Çoker, Şükran Moral… Her sanatçıyla duvarlar doluydu. Adnan Çokel’in bu fikir çok hoşuna gitmişti. “Hediyeyi sanatsal bir hediye haline getirmek bu kadar güzel olur Rabiş kızım, seni kutluyorum.” demişti. 

Ne yazık ki 10×10’ları ve kağıt üstüne yapılmış işleri bizim seyircimiz, sanatseverimiz hala kabullenmedi. Baskıyı, deseni kabullenmedi. Hala tuval üzerinde yağlı boya bekliyorlar. 40 yıldır bunu kıramadım. Üç senedir kızım uğraşıyor, inşallah kırılır.

Adnan Çoker sergi konuşması
Adnan Çoker sergi konuşması sırasında, Rabia Çapa, Sabri Berkel – 30 Mayıs 1986

Burası aslında bir sanat yuvası, çekirdeği gibi diyebiliriz. Bahsettiğiniz isimler de belli dönemin çekirdek kadroları. Şakirpaşa Ailesi mesela, neden Türkiye’nin belli bir döneminin edebiyat, plastik sanatlar anlamında dünya çapında duyulmuş en önemli isimleri olmuş? Çünkü etkileşim çok önemli. Aslında bir galeri hem sanatçının çevresi hem de çerçevesi olabiliyor. Sanatçılara entelektüel anlamda yuva olmaya çalışmanızı biraz daha açalım mı? 

Galeri mekanı yalnız duvarlara resimleri koymakla olmuyor bence. Burada sergiyi açtıktan sonra sanatçı arka odada gösteri yapar. Oraya eleştirmenleri, sanatsever dostlarımızı, gençleri çağırırız. Gençlik benim için çok mühim, onların galeriye gelmesinden çok memnunum. Gelin, sanatçıya sualler sorun, o konuşmalar bantlara alınıp deşifre edilsin. Sonra galeri gazetesi çıkarıp gelenlere sergiyi daha iyi anlamaları için dağıtırız. Şiir günleri, yazar günleri yapılır. 

Akşam votkalarına Aziz Nesin, Can Yücel gelince gençlik iki kapının arasından kafalarını uzatarak çıtını çıkarmadan dinlerdi. Necati Cumalı son kitabını anlatırdı ya da birisi yurt dışına gider, yeni bir film görür, gelip galeride o filmi anlatırdı. Tüm gençlik etrafında toplanırdı. Yani bir galeri gibi değil, bir kültür evi gibi çalıştık. Bugün kızım da aynı işi yapıyor. Şiir günleri yapıyor, şairler geliyor. Biz idealist bir galeriyiz, satış amaçlı davranmadık. Özellikle enstalasyonları yaptığımız zaman onların satılmayacağını zaten biliyorduk. 

Erdal İnönü Maçka Sanat Galerisi Rabia Çapa
Rabia Çapa, Serhat-Sebla Kiraz, Erdal İnönü, Ülfet-Mengü Ertel, Zeynep Oral, Sevinç İnönü, Serhat Kiraz Sergisi açılışında – 1984

Okuduğum kaynaklarda gördüm; enstalasyon olan sergilerde insanların kapıdan girip “Sergi yok mu?” diye sorduğu zamanlar olmuş…

Evet. Bir gün mutfağı temizlemeye karar verdik, şişeleri de basamağın üzerine dizdik. Kapı açık kalmış ve insanlar içeriye girdi. “Burası artık şişelerden de sergi yapıyor.” dediler. O da çok hoşumuza gitmişti. Bizim ne yaptığımızı daha çok, bienaller başlayınca anladılar. 

Siz bir yandan Türkiye’nin çağdaş sanat hafızasını mimari olarak yaşatıyorsunuz diğer yandan da burası bir sanat kurumunun, bir fikrin de asla ölmeyeceğinin bir kanıtı. Çünkü kırkıncı yılından sonra kapanmasına rağmen yeniden açıldıktan sonra, aynı Maçka Sanat Galerisi olarak yeniden başladı. 

Evet dört sene suskun kaldım. İnsan senelerce emek verdiği bir şeyi bir anda kapatamıyor. Her karemi ayrı ayrı severim, galerimi çok severim. Mimari olarak da yaptığım sergileri de sanatçı dostlarımı da çok severim. Hiçbir zaman kendimi bir galerici gibi görmedim, sanatçılar hep dostlarımdı. Zaten akademide geçirdiğim dört senenin içinde de çoğu sanatçı akademiden dostum olmuştu. Çok yorgun olduğum için kapatma kararını aldım ve dört sene suskun kaldım. 

Sonrasında sanatçıların arasında kızıma dönüp “Burayı sen açıyorsun, sen idare edeceksin.” dedim. Kızım ondan sonra üç dört gün nasıl yapacağını düşünerek uyuyamadığını söyledi. Ama gayet iyi yürütüyor.  

Rabia Çapa Maçka Sanat Galerisi

Bir önceki konuya geri dönmek istiyorum. Galeri olarak bienallerle çok iyi bir etkileşim içinde oldunuz. Hem sanatçıları bienale katarak hem bienalden yeni sanatçıları galeriye alarak izleyiciyi yönlendirdiniz. Buna ek olarak galerinin görevi nedir, galeri sanatçısına ne yapmalıdır diye de hep düşünürüm. Yani galeri sanatçısına sadece satış yardımı mı yapmalıdır? Yoksa sanatçısını dünya çapında tanınır, bilinir ve önemli koleksiyonlara girebilir hale gelmesine hazırlayan yer midir? 

Tabii, hazırlayan yerdir ama aslında bizim memlekette ne devletin bir yardım eli var, ne yerel yönetimlerin. Burada istediğiniz kadar sanatçıya sergiler açtırabilirsiniz ama yurt dışına gittiğiniz zaman o sanatçıyı tanıtabilmek, bir galeriye sokmak gibi durumlarda çok büyük paralar var ve yardım lazım. Gidip Maçka Sanat Galerisi’nin sahibi olduğunuzu söyleyip bir sanatçıyı orada meşhur edemezsiniz, o iş çok kolay değil. 

Ama buradan meşhur olmuş çok fazla sanatçı var. 

Tabii, var. Mesela Füsun Onur… Şimdi Köln’de sergisi var. Füsun Onur’un yurt dışına sattığım dört-beş tane işi var. O kişiler buraya geldi, Füsun Onur’un eserlerini burada gördü. Burada beğendiler ve alıp götürdüler. 

Ayşe Erkmen mesela…

Evet o da DAAD ile Berlin’e gitti, orada bir çevre oluşturdu. Yani bir yerde yaşadığın zaman işler daha kolaylaşıyor. 

Galeri yine de sanatçının hem kendi ülkesinde hem de dünyaya açılması için bir danışman ve destekçi durumunda. Bu sorumluluğu üstlenmesi gerekiyor mu, gerekmiyor mu?

Tabii, gerekiyor. Yani Füsun Onur’dan bir eser almak isteyen önce sana geliyor. Eseri almak isteyenle sanatçıyı bir araya getiriyorsun. Belçika’dan, Almanya’dan, Avusturya’dan ve daha birçok yerden Füsun’un eseri için gelenler oldu. Hatta bir işi Venedik Bienali’nde satıldı. 

Sizin galerinizde sergisini yaptığınız sanatçıların hepsi hem Türkiye’de hem de dünyada çok önemli isimler. Tekrar Şakirpaşa Ailesi’ne dönmek istiyorum… 

Aile bireyleriyle çok yakından ilişkileriniz var Fahrünnisa Zeyd, Füreya Korel, Aliye Berger gibi. Bu aileyi nasıl anlatabiliriz? Nasıl oluyor da birçok farklı daldaki başarılı sanatçı tek bir aileden çıkıyor? Bunu çağımızda tekrarlayamaz mıyız? 

Şakirpaşa Ailesi; hepsi çok kültürlü, okuyan, müzikle bağlantılı bireyler… Akşamları hepsi bunları konuşuyor. 

Aliye’yi, Fahrünnisa’yı, Füreya’yı ilk halamın evinde tanıdım. Orada da Aliye çok hoşuma gitmişti hemen onunla dost oldum. Başta Füreya Hanım’dan çekinmiştim. Galeriyi açmaya karar verdiğim zaman Füreya Hanım’a yalnız gidemedim, halamın kızıyla gittik. “Ben galeri açtım, bir Aliye Berger sergisi yapmak için Aliye Berger’in gravürlerini görmek istiyorum.” dedim. Gravürleri çıkardı, gösterdi. “Bir de arka odaya Aliye Berger’in eşyalarını koymak istiyorum.” dedim. (O dönem Paris’teyken Espace Cardin’de Sarah Bernhardt sergisi görmüştük. O sergi beni çok etkiledi, sanki Sarah Bernhardt biraz önce sergiden çıkıp gitmiş gibiydi.) Füreya Hanım güldü “Onun eşyası yok ki.” dedi. “Sıkılınca kendine perdeden elbise yapardı, öyle biriydi.” dedi. Sonra Aliye Sergisi’nin içinde Füreya Hanım’la dost olduk. 

Füreya Koral, Bilge Gürman, Rabia Çapa, Bilge Alkor
Füreya Koral, Bilge Gürman, Rabia Çapa, Bilge Alkor, 10. Yıl Sergileri açılışında – 1986

Benim annem, babam, halam, eniştem sanatçılara çok düşkünlerdi. Evde hep sanatçılar olurdu. Bizim evde her cumartesi ve pazar muhakkak ya alaturka ya da edebiyat vardı. Münir Nurettin cumartesi evimize gelip şarkı söylerdi, yemekler yenirdi. Müzeyyen Senar, Selahattin Pınar şarkı söylerdi. Bazen Bedri Rahmi, Sabahattin Eyüboğlu, Yahya Kemal gelirdi ve edebiyat günleri olurdu. Buraya Yaşar Kemal veya Ara Güler geldiği zaman bize Rabia veya Varlık demezlerdi. Hep “Kemal’in kızları” diye seslenirlerdi. Biz öyle bir evin içinde büyüdüğümüz için burası da sanatçılara öyle bir mekan oldu. 

Akşamüstü saat beşte herkes benim yaptığım özel votkayı içmeye gelirdi, burada sohbetler edilirdi. O sohbetler muhakkak edebiyat, sergi, film üzerine olurdu ve çok öğreticiydi. Gelenler de sergiyi gezmeden önce Necati Cumalı’nın, Can Yücel’in söylediklerine doğru toplanırlardı. 

O aile; her zaman edebiyatın, resmin, müziğin içindeydi. Süreyya Hanım zaten gazetede müzik eleştirisi yapardı. Bu seferki sergisi benim koleksiyonumdu. Cumhuriyet’in 100. yılında Füreya Hanım’la açmak istedim çünkü Atatürk’ün ona yazdığı “Çok çalışmanız, bu memlekete çok iş yapmanız lazım” diye bir yazı vardı. Aliye de Füreya da Fahrünnisa da Atatürk’e çok hayrandı. Hiç göstermediğim işler vardı. Onları dolabın üstünden çıkardım, masaya koyunca gerçekten çok heyecanlandım çünkü 11 senedir bakmamıştım. Açınca çok mutlu oldum, artık onlar eskiz değil, boyaya dönmüş ve resimleşmiş işlerdi. Çok güzeldi.

Rabia Çapa Füreya Koral Candeğer Furtun Bilge Alkor Ülfet-Mengü Ertel
Rabia Çapa, Füreya Koral, Candeğer Furtun, Bilge Alkor, Ülfet-Mengü Ertel, Alkor’un Maskeler Sergisi Sırasında – Haziran 1996

Sergi muhteşemdi ama sergi sonrasında yaptığımız eleştirel sohbet, kamusal alanda sanatın yerine ve yurttaşlık üzerine bile açılan bir konuşmaydı. O yüzden buranın aurasını çok seviyorum. Siz Sainte Pulcherie mezunusunuz ve bir Frankofon’sunuz. Frankofon oluşunuz da kariyeriniz boyunca işinizle çok fazla ilintili olmuş. Cholet’de bir Maçka Sanat Galerisi Sergisi okudum, onu sormak istiyorum. Maçka Sanat Galerisi’nin sergisi ne demek? 

2000 yılında Cholet Müzesi’nden bize teklif geldi. Bir gün burada otururken bir Fransız mösyö geldi “Ben Cholet Müzesi’nin müdürüyüm. Siz Fransız ve Türk sanatçıları bir arada sergileyen bir galerisiniz.” dedi. 

Benim yalım koleksiyonumdan dolayı çok Osmanlı temalı bir yalıydı. Her yerde bakırlarım, gümüşlerim, giysilerim, başlıklarım vardı. Ecnebiler için çok enteresandı. O yüzden konsolosluktan hep telefon ederlerdi “Şu tarihlerde Pontus Hultén gelecek, bir akşam sizde olabilirler mi?” gibi. Bir eski İstanbul yalısı görmüş olurlardı. Ben yalıdayken kim gelirse gelsin ister filozof, ister sanatçı, ister yazar herkesi evimde ağırladığım için de Fransızlarla çok daha haşır neşir olduk. 

2000 yılında sergiye çağırıldık ve 2004 yılında sergi açılacak. İki kere Cholet’ye gidip geldim. Bir sanat müzesinde sanatçılarımın işleri sergilenecek, bir tekstil müzesinde de giysilerim sergilenecekti. Burada açılan her sergi için diktiğim bir elbise vardı. O elbisenin üstünü ya sanatçı boyar, kendine göre bir şeyler yapardı ya da bir sanatçıyla beraber elbise yapardık. 

Mesela Daniel Buren’in elbiseleri… O çizdi ve ben diktim. Kumaşı da o getirdi. Daniel Buren’in tuvalinden kendime elbise dikmiştim. Adnan Çoker’in sergisi kurulacağı zaman buradaydık, “Hadi gidin eve daha elbisemi boyayacaksınız.” dedim. “Lüzumu yok” diyerek çantasından bir tuval çıkardı ve o tuvali kesip elbisenin üstüne diktim. Yani o açıdan çok şanslıydım. Elbiselerimin hepsi şimdi Arter’de. 

Roma’dan da elbiselerimle çağırıldım. Ben terzi değilim, modacı değilim. Elbiselerimle gitmek istemedim. Benim elbiselerim sanatçılarımın sergisi sergilendiği zaman anlamlı. Burada Adnan Çoker’in sergisi sergilendiğinde onun tuvaliyle dolaştığım zaman anlamlı oluyor. Serginin gezer haldeki bir parçası oluyorum. Bunun için Roma’ya gidip elbiselerimi gösteremezdim ve o yüzen kabul etmedim. Sonra müze onu almak isteyince çok hoşuma gitti, böylelikle elbiselerim artık müzelik oldular. 

Rabia Çapa Maçka Sanat Galerisi
Rabia Çapa, Adnan Çoker sergisinde giysisiyle – 13 Mayıs 1986

Herkesin de çok konuştuğu bir şey. Hatta şimdi kızınız da her sergiye özel bir takı yapıyor. Bir kolyesini de bana vermişti. Bunlar çok güzel hem sanatla iç içe olmak hem onu sahiplenmek, kendi ruhunuzdan da bir şey katmak… Bir de sizin Ürdün’deki serginizle ilgili konuşmak istiyorum. Enteresan olan, Fahrünnisa Zeyd’in bunun içerisinde bulunması. Çünkü onun her etkinliği aslında bir şölene dönüşüyor.

Hastalandığı zaman ona yağlı boyayı yasakladılar. Yatağında yattığı yerde cam parçalarını alıp vitray yapmaya başladı. Onlar bitip çerçevelendiği zaman kültür merkezinde sergi olacak, Füreya’ya dedi ki: “Rabia’yı al gel, sergimi kurut ben uğraşamayacağım zaten rahatsızım.” Biz de Füreya’yla beraber uçağa bindik ve benim de Ürdün’e ilk gidişim… Evinin bahçe kapısını açtık. Fahrünnisa bahçe kapısından evin kapısına kadar tablolarını şaselerinden çıkarmış, yerlere halı gibi sermiş. “Üstüne basın, gelin!” diye kapıdan bağırışıyor. Füreya ile birbirimize baktık, resmin üstüne nasıl basıp geçelim. Tablonun bir ucunu kırmadan yavaşça kaldırdım. Füreya Hanımla beraber toprağa bastık ve toprak tarafından yürüyüp geçtik. Yine bağırmalarına devam etti. 

Çok hoş bir kadındı, efsane biriydi. Eve girdiğin zaman da sadece eve giriş kapısı açık ve karşısındaki arka bahçeye çıkış kapısı açıktı. Diğer yerlerin hepsi perdeyle kapanmış ve perdelerin önünde soyut dönem dev resimler vardı. Tavanda bile resimler asılmış, boyadığı kemikler, taşlar her yerde… Harika bir evdi. Hep zannediyorduk ki oğlu bu evi bırakacak ve bir müze olarak kalacak. Ne yazık ki kalamadı, Nejat ve Şirin evi dağıttılar. 

İstanbul’a dönerken birkaç vitray alıp geldik Atatürk Kültür Merkezi’nde Füreya’yla beraber Fahrünnisa Sergisi açtık. Sonra o evi çekmek istedim. Çok enteresan hiç görülmedik bir yerdi, avizesini bile göremiyorduk. Sevdiği insanlardan ona gelen hediyelerin kurdelelerini avizeye bağlamıştı. Işıl ışıl bir avize, rengarenk kurdelelerden kapanmıştı. Alev de geldi, ikimize otelde yer ayırttı. Alev’le ben liseli kızlar gibi eğlendik, güldük Fahrünnisa’nın evinde. Ve her gün saat 11.00’de beni karşısına alıp 13.00’e kadar bana hayatını, heyecanlarını, resimlerini, aşklarını hepsini anlattı. Ve Türkçe yaptığı tek bant bendedir. 

Ah, ne kadar güzel! Nerede olduğunu öğrendiğimiz iyi oldu. O ev kalmadı diyorsunuz ya, bu belleğe tekrar dönmek çok önemli bir şey. Yani mimari olan yapıların aslında korunması, tarihe şahitlik etmesi açısından çok önemli…

Çok önemli ve ben hata ettim, iki kameraman için sponsor bulmam lazımdı. Sponsor bulmak için gittiğim bir şirkette fikrimi çaldılar. Fikrimi çalarak oraya Leyla Omar’ı yolladılar. Leyla Omar da filmi; Fahrünnisa’nın yüzünü, mücevherlerini zoom’layarak çekip geri döndü. Evi çekmedi. 

Bihter Ayyıldız Rabia Çapa Maçka Sanat Galerisi

Ben bunu her Art Niyetli Sohbetler’de dile getiriyorum ama arşivcilik çok önemli bir şey. Bizim geride bıraktığımız, çok değerli hazinelerimiz arşivcilik olmadığı için heba olmuş durumda. Siz hem bu yeri hem bu fikri yarattığınız, hem de hala koruduğunuz için çok teşekkür ediyorum. 

Sağ olun. Bunun için Mehmet Konuralp de bana teşekkür ediyor. “Hiç bozulmamış tek eserim senin galerin.” diyor. 

Burada ayrı bir zeka olayı var. Sergiyi kurarken en önemli şey ölçüleri almak. Ama burada çivi yok, tüm mekanizma gizli bir şekilde duruyor. Tabii bu karelerin hem size hem sanatçıya bir yardımı var. 

Hem dikey olarak hem yatay olarak… Yukarıdan da yandan da eğriliğe müsaade etmez. Sergiyi kurmadan hepsini yerleştiririz ama astığımız zaman çok değişir, asınca yeniden bakarız. 

Aslında burada şunu söyleyebiliriz; otorite ve şefkat… Bir yandan mekanın zorlayıcı otoritesi var, bir yandan da artık oraya girmeye karar veren cesur sanatçı için şefkatli bir şekilde yardımcı oluyorsunuz. Aslında burada bir küratör yok, bu görevi hep siz üstlenmişsiniz. Ben bunu da merak ediyorum, küratör tam olarak ne yapmalıdır ve siz bunu nasıl üstlendiniz? Küratörle çalıştığınız zamanlar da oldu, o dönemler neden tercih ettiniz? 

Biz 1976’da galeriyi açtığımızda küratörlük hikayesi ortada yoktu zaten. Jüri vardı, jüriye katılıp katılmamak… 

Biz iki kardeş de hiçbir jüriye katılmamaya karar verdik. Biz zaten işini beğendiğimiz sanatçıların sergisini açıyoruz. Oraya gidip yine beğendiklerimizi tutacağız, sonra hep kendi sanatçımıza oy vermiş olacağız. Ayrıca jüriler de çok karma oluyor, orada dokuz kişiden sekizi, senin söylediğini söylemezse söylediğinin bir anlamı kalmıyor. Varlık’la beraber böyle bir karar aldık. Galerinin çizgisini sabit tutabilelim diye bir yönetim modeli yaptık. Aklına ve sanat bilgisine güvendiğimiz kişilerin sözlerine kulak verdik ama haberleri bile yoktu. 

Mesela Doğan Kuban, her üniversiteden çıkışta buraya uğrar, sergiyi gezer, votka içerdi. Bir gün bir dosya geldi bizim çizgimize uygun mu diye Doğan Kuban’dan bir göz atmasını istedik. Varlık’la artı eksi şeklinde notlar alırdık. Sonra o artı eksileri toplayıp ya sergisini yapardık ya da vazgeçerdik. Böyle bilinmemiş jürilerimiz vardı ama bir dosya geldiği zaman “Tamam dosyanızı bırakın, biz jürimize bir soralım.” derdik. Bizim için de kurtuluştu çünkü direkt hayır demek çok zor olurdu. 

Varlık Yalman Rabia Çapa
Rabia Çapa ve Varlık Yalman – 1984 (Fotoğraf: Nusret Nurdan Eren)

Çok teşekkür ediyorum, son olarak şunu söylemek istiyorum. Art Niyetli Sohbetler benim için çok değerli bir seri çünkü kendimce, kendi kişisel arşivimi ve kendi kişisel tarihimi oluşturmaya çalışıyorum. 2021’de bir sergi konuşmasında çok meraklı, konuşmayı köşeden dinleyen bir ayakta bir oturan bir insan gördüm. Ve araştırırken Rabia Çapa olduğunu öğrendim ve “Ben bir gün bu kadınla tanışacağım.” dedim. Şu an gerçekten sizinle bu sohbeti yaptığım için, kendi kişisel tarihime sizi ekleyebilmiş olduğum için çok mutluyum. Kabul ettiğiniz için sağ olun. 

Gelmiş olduğunuza memnunum. Sizinle sohbet etmek keyifliydi. 

Çok sağ olun iyi ki varsınız. 

Siz de iyi ki varsınız. Hepinize teşekkür ederim. 

Art Niyetli Sohbetler serimizin dördüncüsünün sonuna geldik. Bu keyifli seriyi yapmamıza destek olduğu için Kültür-Sanat kategorimizin sponsoru Mey|Diageo’ya çok teşekkür ediyoruz.