Güncelleme Tarihi: 28 Ekim 2023
PlumeMag olarak üç buçuk yılı aşkın bir süredir sürdürülebilir yaşam trendlerine odaklı içerikler üretiyoruz.
Sürdürülebilir yaşam trendlerini sanat ve kültürden bağımsız ele alınabilecek bir konu değil. Bu sebeple Kültür-Sanat bizim için çok değerli bir kategori.
Bu kategorinin içerisinde yer alan ”Art Niyetli Sohbetler” serisinde doğayı, dünyayı ve insanı sanat ve kültür perspektifinden ele alıyoruz.
Kültür-Sanat kategorimizin sponsoru Mey|Diageo’ya daimi destekleri için teşekkür ediyorum.
”Art Niyetli Sohbetler” serimizin üçüncüsünde Nevzat Sayın’la beraberiz. çok değerli bir mimar ve düşünür olan Nevzat Bey ile Cumhuriyet’in 100. Yılında mimari üzerine konuştuk.
Bugünkü programı Cumhuriyetin 100. yılına atfetmek istiyorum. Cumhuriyet tarihinde mimariyi değerlendirebilir misiniz?
Yüz yıllık bir süreci değerlendirmek kolay bir şey değil ama şu söylenebilir; mimarlık, tüm ideolojilerin kendilerini ifade etmek için kullandıkları en büyük mecradır. Herkesin görebildiği, herkesin izleyebildiği, herkesin kullandığı, herkesin yanından geçtiği bir yapıda – o ideoloji kendisini yapısal olarak da ifade ediyorsa- bu okunaklılık, her zaman iktidarların çok tercih ettiği bir şey olmuştur. Cumhuriyet de ilk kuruluşundan başlayarak kendine mimari bir kimlik aramaya başlıyor. Nasıl yapıları olmalı? Nerede oturulmalı? Şehirler nasıl yapılaşmalı?
Mustafa Kemal’in de bu konuda çok ısrarlı çalışmaları var. Mesela Ankara’nın başkent olması kararıyla Ankara’nın nasıl yapılaşacağı, meclisin nerede olacağı ve nasıl bir mimari kimlik taşıyacağı, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün (Pembe Köşk diye bilinen köşk) nasıl bir yapı olması gerektiği çok uzun tartışılmış. Cumhuriyetin simgeleri haline gelmiş olan bu yapılar, birinci milli mimariyle kök arayışları ve mimarlığın nereye doğru gitmesinin ayrıca düşünüldüğü; ikinci milli mimariyle – modernitenin Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisinin bir parçası olması nedeniyle – modernleşmenin mimarideki dilinin görüldüğü örnekler. Yeryüzünde Pembe Köşk kadar hem o temsil özelliklerini taşıyan, hem o denli sakin kalabilen, hem o kadar geleneğin içinden geliyor olan, hem de modern dünyanın bir parçası olan bir devlet başkanı yapısı başka bir yerde yoktur. Ve bu anlayış, aslında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ve diğer üniversite yapıları, İstanbul’daki Fen Edebiyat Fakültesi, Sedat Hakkı’nın Adliye Sarayı, Sedat Hakkı’nın yalıları gibi geleneksel olanla modern olanın arasında gidip geliyor. Yani Türkiye’nin hiçbir zaman karar veremediği Doğulu mu Batılı mı olduğu meselesi, aslında o arayışlar döneminin mimarlığında da fazlasıyla var. Çünkü bunu herkes bilir, bilmese de hisseder ki mimarlık aslında bir yere dair doğrudan bilgi aktaran en önemli şeydir.
Hiç tanımadığınız bir yere gidip orayı görebileceğiniz yüksekçe bir yere çıkın ve bakın; tutucu mu, açık mı, seküler mi, dindar mı, yoksul mu yoksa zengin mi, geleneksel bir toplum mu yoksa daha yeni bir yer mi, hepsini doğruya çok yakın bir şekilde saptarsınız. Yanılma payınız çok azdır. Biraz da bulduğunuz imgeleri tercüme edebiliyorsanız, bu imgelerin ne anlama geldiğini biliyorsanız çok kolaylıkla karar verirsiniz. Sokaklarında gezip meydanlarında dolaşıp bir iki yapının içine girdiğinizde o bölgenin nasıl bir yer olduğu hakkında kolaylıkla çıkarım yapabilirsiniz. Cumhuriyet de kendisini yeniden donatırken mimarlık çok özel bir mesele olarak devreye giriyor. Devreye giriyor ama ondan sonraki evrelerde bunun ne kadar sürdürüldüğü çok tartışılır. Yani elinizde bir bilgi var ama bu bilgiyle ne yapacağınız konusunda hiçbir fikriniz yok. Dolayısıyla başlangıçtaki yola çıkıştan epeyce geriye doğru gidiliyor. Mesela köy enstitüleri de bunun bir örneği…
Ben burada bir soruyla araya girmek istiyorum. Köy enstitülerinden bahsederek çok sevdiğim bir yere değindiniz; köy enstitüleri ve Atatürk’ün Cumhuriyet’in kurulduğu zamandaki mimari bakış açısı… Bu dönemde evrensel bilgi var ama diğer yandan Anadolu’nun mimari bilgeliği de var. Yani Cumhuriyet döneminde bilgece yapılan ama artık elimizde kalmayan birçok binada, bölgeye dair coğrafyanın ve malzemenin bilgisiyle inşa edilmiş çok iyi yapılar var. Yalıtım için doğru malzeme seçimi, saklama modülleri, köy evlerindeki yaşama alışkanlıkları ve hayvanla bir arada yaşama formülleri gibi günümüz köy yaşamında dikkat edilmeyen konulara geçmişin mimarisinde rastlamak mümkün. Şu an insanlar şehir malzemeleriyle köyleri talan ederek oranın ekosistemini de bozuyorlar. Bu sebeple köy enstitülerinin yok olmasıyla köylerdeki yöresel mimarinin bozulmasını paralel tutabilir miyiz?
Birbirini tetikleyen şeyler. Yani köyleri köy olmaktan çıkarırsanız, onun yerine bir şey koymak isteyeceklerinde bakacakları ilk yer şehir olacak. Büyükşehir Yasası’yla köyleri şehirlerin mahallesi haline getirirseniz artık orada tarım ve hayvancılık yapılmayacak. Küçük üreticiyi desteklemezseniz, hayvancılık meselesini geliştirmezseniz sonunda o insanlar da şehirlere benzemek isteyecekler. Çünkü gelişkin olan, gösterişli olan, daha pırıltılı olan yer şehirler. Onlar gibi olmaya çalışacaklar ama öyle olmadıkları için de bu durum aralarda gezinen sarsak bir hale dönüşecek.
Aslında tuhaf bir biçimde soysuzlaşmasının altındaki neden bu; onun varlık nedenini ortadan kaldırdığınız zaman ve yeni bir varlık nedeni de üretmediğiniz zaman, fiziksel mekanın kurgusu ona bağlı olarak aynı saçma savrulmaları yaşıyor. Onun için bugün köylerin hali bu şekilde, sadece köylerin de değil… Biraz önce söylediğimiz Pembe Köşk’le bugünkü Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın arasındaki tematik fark, o günle bugün arasındaki ideolojik farkla çok yakından ilgili. Dolayısıyla bütün bunların altında siyasi ve ekonomik, belki de ekonomik-politik dediğimiz nedenler var. Durduk yerde değişmiyor, durduk yerde çökmüyor. Tam söylediğiniz gibi yerel bilginin varlığıyla evrensel bilginin varlığının örtüştüğü her yer, iyi bir mimariye sahip oluyor. Bunun birinden birinin öne çıktığı, diğerini hiçe saydığı bir yerde – üstelik gerçekte artık o köyler, o coğrafyalar kalmadıysa eğer – iyi bir şeyin çıkmasını beklemek çok zor.
Yani burada tabi şuraya tekrar geliniyor – ben bunu her röportajda söylüyor olabilirim- Atatürk’ün bahsettiği milletin efendisi olan köylü artık yok. İnsanlar yüz yıl öncenin bir söylemi üzerinden başka bir şeyi eşleştirmeye çalışsalar da o gün bahsedilen milletin efendisi olan köylüyle şu an elinde tohumu bile kalmamış, üretim yapamayan, kendi tavuğunu bile paket bir yemle besleyen köylü arasında çok fark var. O köylü tabii ki çekinmeden gidip toprağına betonu dökebiliyor. Bu aslında ölü bir insanı gömmekten farksız bir şey. Bu yanlış algıya geçişimiz, şehirlerin çarpıklaşması ve tüm bunların sonucunda büyük şehirlerde bile cumhuriyetin izinin görülmeyeceği kadar kaotik bir mimari durumla yüz yüze geldik diyebilir miyiz?
Biraz önce söylediğim gibi bunun böyle olmasının temeli aslında ideolojik. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanların yarısı için, Cumhuriyetin bir anlamı yok. Geri kalan yarısıyla yürütülmeye çalışılan mücadele de rantlarla, kent topraklarının fiyatlarının akılalmaz artışıyla sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Yani imar hakları verildiği, kaçak yapılara göz yumulduğu ve bu kaçak yapıların imar aflarıyla legalize edildiği sürece kimse buna direnemez.
Bu ortamda, her şeye rağmen kendi hayatını belirli ilkeler doğrultusunda sürdürecek kaç kişi bulabilirsiniz?
Peki sizce, toplumun ileri ya da geri gidişini mimarisiyle paralel okumak mümkün müdür?
Tabii.
Bir toplumda kadına, çocuğa ve hayvana olan şiddetle mimari arasında bağ kurmak mümkün müdür?
Tabii, doğrudan ilişkileri var. ‘İlk defa gördüğünüz bir yer için bile bunları doğruya yakın tahmin edebilirsiniz.’ derken tam da bunu kastediyordum. Yani ne kadar aydınlık, ilerici, açık ve paylaşımcı bir toplum olduğunu mimarisine bakarak doğrudan doğruya çıkarabilirsiniz.
İster geleneksel bir toplum olsun, ister modern bir toplum olsun fark etmez. Hayvanlara karşı, çocuklara karşı, kadınlara karşı nasıl davranıldığına sadece meydanlarına ve sokaklarına bakarak karar verebilirsiniz. Çünkü fiziksel mekan önünde sonunda yaşama alışkanlıklarından ya da o yaşama alışkanlıklarının yeniden gözden geçirilmesi yoluyla oluşturulmuş birtakım çağdaş ilkelerden etkilenerek gelişiyor. Durduk yerde, kendi başına çıkmadığı için bunu tespit etmek çok kolay. Ve Türkiye’nin şu anda savrulduğu yer hem Cumhuriyetin ilkelerinden hem evrensel şehircilik ilkelerinden çok uzağa gidiyor. Türkiye’deki hayatın; su kaynaklarının tüketilmesi, tarımın doğru bir biçimde yapılması, havanın ısınması gibi dünya çapında çok önemli yeri olan konularda olumlu bir katkısı olduğunu söyleyemeyiz. Hatta negatif anlamda çok büyük bir katkısı var.
Benim pandemide okuduğum Uçurtma Avcısı’nda da Afganistan’ın tamamen çöküş zamanından bahsettiğinde fikren çöküşle şehrin çöküşü çok paralel gidiyor. Ve kitapta mekanlar beni daha çok etkiledi. Ve sonra dönüp baktığımda, artık sadece Kuzguncuk gibi, Yeldeğirmeni gibi mahalleler bazında medeniyet konuşabildiğimizi fark ettim. Dikkatimi çeken bir diğer konu; balkonlar, sokaktaki yaşam alanları, kişisel mesafe gibi mekansal mesafelerde de insana saygının olduğu yerlerin giderek azalması. Şu an gelinen mimari noktada; balkonsuz, kapalı, insanların birbiriyle iletişim kuramadığı, ortak kullanım alanları olmayan, tamamen kimliksiz ve birliktelik dışı yan yanalıkların olduğu, insanların kendi hayatlarında atıl kaldıkları gibi fikirlere ulaşıyorum.
Büyük ölçüde doğru. Pandemi de bize doğru olduğunu özellikle gösterdi. Pandemi döneminde sizden, dışarıdan aldığınız bir şeyi birkaç saat dış ortamda tutmanız istendi. Peki, dış ortam neresi?
Yani bir apartmanın beşinci katında oturuyorsunuz, balkonu da kapatmışsınız. Dolayısıyla yaşama alışkanlıklarıyla, o alışkanlıkları sürdürdüğümüz yerler sonunda birbirine benziyor. Mesela Türkiye’de herkes balkonunu kapatıyor, niye? Bu çok ilginç bir şey, kimsenin balkon kapatmaya ihtiyacı olduğuna inanmıyorum. Balkonları birtakım artık nesneleri koydukları depoya ya da salonun bir kenarına dönüştürüyorlar. ‘Dışarıda gürültü, yağmur var.’ veya ‘Tozlanıyor.’ gibi saçma nedenler bahane gösteriliyor.
Çok yakınımızdaki Atina’da – Cihangir’de yaşayan Yunan gazeteci bir arkadaşımla dikkatimizi çekti- balkonlar kapatılmamış. Sokak sokak gezdik ve gerçekten de Türkiye’deki apartmanların balkonlarının çoğu kapatılmış. Aslında bana şöyle geliyor, mesela mütedeyyin kesim giderek daha Müslümanlaştıkça, mahremiyet bir konu olmaya başlıyor. Balkon aslında sizin olanla, herkesin olan arasındaki bir arayüz. Hala sizin ama herkesle görsel olarak paylaşabileceğiniz bir yer. Buna Müslümanlığın mahremiyet anlayışı izin vermiyor. ‘Seninse senin, kapanacaksın.’ diyor. O kapalılık, balkonları kapatmaya kadar varıyor. Diğer yandan, bir apartmanda balkonunuzu kapatmaya başlıyorsunuz ve orayı salona veya odaya katıyorsunuz, depoya dönüştürüyorsunuz. Müteahhitler şöyle düşünmeye başlıyorlar; ‘Bu insanlar balkonu kapatıyorsa ben onlara kapatıp verebilirim ve bu şekilde satış yapabilirim.’ Bu durum da mimari veriye dönüşüyor. Daha sonra belediye de ‘Ben bu alanları kapalı mekan olarak sayar, bütün kapalı ve açık çıkmaların hepsini emsale dahil edebilirim.’ diyor. Böylece Akdeniz coğrafyasının bence olmazsa olmazı olan balkonlar, teraslar, verandalar, yani o yarı açık ve sizin olanla herkesin olan mekanın arasındaki arayüz yok oluyor. Yok olunca başkalarıyla karşılaşma anınız ölüyor. Bu anlar ölünce bir arada yaşamanın koşulları da örselenmeye başlıyor. Yani siz sokakta evinizde olduğunuz gibi olamadığınız için başka bir dünyanın insanı olmaya başlıyorsunuz.
Bu çok acıklı bir hikaye, yani böyle anlatınca çok basit bir şeymiş gibi geliyor ama bütün bir ülke aslında bu şekilde yaşıyor. Aynı zamanda azgın bir biçimde kaçak göçek yapılmış apartmanların da olduğunu, bir imar affında bu kaçak yapıların affedildiğini ve yasalaştığını ve bunun artık kurumsallaştığını düşünün. Bu anlayış; ideolojik olarak, fiziksel mekanın kurgusu olarak, yasalar ve yönetmelikler olarak, alıcı ve satıcılar olarak herkesin üzerinde uzlaştığı bir kötülüğe dönüşüyor. Tam bu Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” dediği şey. Yani kötülük öyle bir hale geliyor ki artık bunu görmüyorsunuz, kötü olduğunu hissetmiyorsunuz. Çünkü tanıdığımız birçok insan bunun bir parçası haline geliyor. Kendileri kötü olmadıkları halde; yaptıkları, katıldıkları ve içinde bulundukları durum çok kötü.
Bundan bahsettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. İyilik üzerine kısa bir şey söylemek istiyorum.
Geçen gün okudum, John Lennon da bunu şöylüyor: “İyiliğin de herhangi bir şampuanın olduğu gibi iletişimi de pazarlaması da yapılabilir.”. Ben de gerçekten kendi alanım ne kadarsa, bu alanda iyiliğin iletişimini ve pazarlamasını yapmaya gayret ediyorum. Bugün konuk olarak sizi seçmemizdeki sebep de sizin sadece iyi bir mimar olmanız değil, bunun yanında bir düşünür olmanız ve iyi için kafa yoruyor olmanız. Bizim sitede ‘Heidegger’in Çevreci Felsefesi’ başlıklı bir yazı vardı. Heidegger’in çevreyle ilgili iyi şeyler düşünüyor olması onun bir yandan da Nazi yandaşı olduğu fikriyle beraber olduğu zaman, çevreci fikirlerinin de bir anlamı kalmamasına sebep oluyor. Yani salt iyiliğe dönerek iyi üzerinden yürümek çok önemli. Mimaride de bu kötülük, balkonu yok ederek sizi sokaktan kopardıkları zaman başlıyor. Ama balkonlu bir toplumda -ki ben ona kontrollü ‘voyeurism’ ilişkisi diyorum- insanlar hayatlarından göstermek istediği kadar parçayı küçük bir tiyatro sahnesi gibi sergiliyor. Balkonda duran dekorlar evin sahibinin neyden hoşlandığı, bitki sevip sevmediği, evcil hayvanı var mı gibi konular hakkında küçük bilgiler veriyor. Siz oradan komşunuzu tanımaya başlıyor ve onunla ilgili veriler toplamış oluyorsunuz.
Balkonlar kapandığı zaman, sokaktan kendinizi koparmış olduğunuz için kötülük daha da yapılabilir hale geliyor. Ve bir sonraki adım da zaten mimari destrüksiyonla beraber vicdani destrüksiyonu getiriyor. Bu durum insanları kötülük yapılabilecek, vandalizmin daha da açık olduğu şehir yapılarına götürmüyor mu? Sokak hakkımızı elimizden almıyor mu?
Şöyle çalıştığını düşünüyorum; alıyor çünkü bir arada yaşamanın gündelik ve çok kolay olan bir bölümünü çıkarıyorsunuz. Balkonunuzda rakı mı içiyorsunuz? Arkadaşlarınızla konuşuyor musunuz? Sigara mı içiyorsunuz? Aslında bunlar başkasının size dair bilgi edinmesini sağlayan şeyler. Halbuki balkonu kapattığınızda kendi yalnızlığınızla kalıyorsunuz.
Bence Türkiye iktidarlarının asıl istediği de bu; bir araya gelmelerini istemedikleri insanların kendi kabukları içinde kalmalarını sağlıyorlar. Mesela bugün ister işçi haklarına, ister üniversitenin özerkliğine, ister insanların özgürce demokratik bir biçimde kendilerini ifade etmelerine bakın; hiçbirinin çalışmadığını biliyoruz. Bunların hiçbirinin çalışmadığını ve hiçbirinin protesto edilmediğini de biliyoruz.
Aslında pandemi süreci panoptikonun, Büyük Birader’in bizi hep gözetliyor olmasını bence çok iyi gösterdi. Her yerde kameralar var, evinizden çıkamıyorsunuz ve her şeyiniz her an kontrol ediliyor. Sağlık meselesi neredeyse sizin iyiliğiniz için değil, sizi kontrol etmek için kullanılan bir mekanizma gibi çalışmaya başlıyor. Bu aslında çok önemli bir biçimde bir arada olmamızı örseleyen bir şey. İşte o zaman ancak cemaatler bir arada olmaya başlıyor. Zaten düşünsel olarak birbirlerini tanıyan insanlar bir arada kalıyor. Bu durumda, toplum dediğimiz ve birbirine benzemeyen katmanların bir arada yaşamayı becerebildikleri yer olan şehirler, tamamen anlamsız büyük köylere dönüşüyor. Ancak bir köyde birbirine benzeyen insanların olması anlaşılır bir şey. Bir şehirde sadece birbirine benzeyen insanların olması beklenebilir mi? Ortaya çıkan şey akraba evlilikleri gibi tuhaf bir duruma dönüşüyor. Bu yüzden balkonlar meselesi bence tahmin edilenden çok daha büyük bir arıza çıkarıyor.
Size doyum olmaz. 100 yılı yarım saatte özetleyemezdik ama bazı önemli noktalara değinebildik. Sizin gibi iyiyi düşünen ve iyiyi yapmaya çalışan insanların olması çok güzel. İyi ki varsınız, çok teşekkürler.
Ben de teşekkür ederim.
Art Niyetli Sohbetler’in üçüncüsünde Nevzat Sayın ile beraberdik. Bu sohbetin gerçekleşmesine destek olduğu için kültür-sanat sponsorumuz Mey|Diageo’ya tekrar teşekkür ediyoruz.