Hayal ile gerçek arasında mücevherlerle bezeli bir tasarım köprüsü Neverland… Değerli taşların bazen fon bazen detay; altın ve gümüşün bazen iğne oyası bazen bir şiirin satırları gibi karşımıza çıktığı heykelsi tasarımlardan oluşan sihirli bir dünya…
Koleksiyonu incelemeye başlayınca Alice’in Harikalar Diyarı’na geçişi gibi bir süreç yaşıyor insan. En azından ben öyle hissettim. Koleksiyonu hayranlıkla incelerken ve tasarımları üçer beşer denemeye çalışırken ilk defa tanıştığım Zeynep Erol da bana sanki koleksiyondaki perilerden birinin insan suretine bürünmüş hali gibi geldi.
Çocuk gibi taze gülüşü, tasarımlardan bahsederken duyduğu heyecan ve naifliği ile tasarımları birebir örtüşüyor. Ben girişi daha da uzatmayayım. Koleksiyondan yola çıkarak ama çok güzel yollara saparak yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyor, hayallerin gerçeklere karıştığı bu koleksiyonu ilk fırsatta görmenizi öneriyorum.
En son koleksiyonunuz olan ”Neverland” bugüne kadar yaptığınız tasarım, daha doğrusu hikaye anlatıcılığı yolculuğunuzun içinde nasıl bir yere sahip? Her geçen gün kaynağa yaklaştığınızı söylemem mümkün mü?
Her koleksiyonumda yeni hikayeler oluşturmayı benimsedim. Sanatın her alanına bu hikayelerin ve insanın hayallerinin yön verdiğini düşünüyorum. Bana da hayat ilham veriyor. İçime dönüp; o dönem en çok etkilendiğim, tecrübe edindiğim olaylara geri dönüyorum ve bugün geldiğim nokta ile bir bağ kuruyorum. Zaten hayat da iç yolculuklarımızın deneyimlerimizin bir parçası ve söylediğiniz gibi kaynağa yaklaşımımızın bir uzantısı. Neverland, pandemi sonrası ilk koleksiyonum. O dönemde içimizde olan ağırlığı hafifletmeye çalıştığım bir hikayesi var. İnsanın doğayla olan birlikteliği bana bütün şifa kaynağının doğada olduğunu bir kez daha hatırlattı. Bu duygu, beni hafifletti. Sonra bu hafiflik ve mucizelerin duygusuyla içimdeki peri enerjisini yansıtmaya başladım. Ruhu yormayan, uçuş uçuş, kanatlanıp gidecek kadar eğlence vadeden bir koleksiyon tasarlamaya başladım. O hafiflikle çıkardığım takılar çok eğlenceli, renkli oldu. Neverland’de üçü heykel olmak üzere 120 eser bulunuyor.
Tasarıma başladığınız günden bu yana, insanların takı takma motivasyonlarında ne gibi değişimler gözlemlediniz?
Yaklaşık 33 yıldır mücevher tasarlıyorum. Takı, insanlık var olduğundan beri kadın veya erkek için hiç fark etmez; ister koruma ister güç veya sevgi sembolü olarak var ve kültür ile gelenekler doğrultusunda şekilleniyor. Son 30 yılda dikkatimi çeken ise basitleşmiş olması… Yani trendin ince, mini pırlantalarla bezeli, hafif ve kolay alınabilen ve takılabilen gündelik takılar olarak gelişmiş olması.
Hayattaki amacınız insanın içindeki gizli güçleri taktıkları takıların enerjisi ile ortaya çıkarmak desem, çok mu ileri gitmiş olurum?
Aslında hiç değil, sadece insanların içlerindeki güçleri bazen bir düşünce bazen bir görsel bazen bir olay ve kim bilir bazen de benim tasarımlarımla ortaya çıkarabileceklerini düşünüyorum. Bazı enerjiler size iyi gelir. İçinizdeki enerjilerin akışı için size yol, yön, güç verecek bir aracıya ihtiyacınız olur. Böyle bir güç verirse tasarımlarım tabii ki ne mutlu bana.
Tarihte binlerce yıl geriye gittiğimizde çok gösterişli ve sofistike takı kullanımları görüyoruz. “Medeniyet geliştikçe” neden takılar küçüldü ya da takma şekillerimiz sıradanlaştı?
Medeniyet, kültür ve gelenekler takıların kullanma şekillerini çok değiştirdi. Dünyanın teknolojiyle beraber birbirine yaklaşması ve küçülmesi sayesinde farklı kültürleri de birbiriyle buluşturdu. Dolayısıyla her türlü takı ve mücevher, her boyda ve anlamda birbiriyle harmanlandı diyebilirim.
Bir önceki soruma bir ekleme olarak, yakın dönemde takıların yine devasa boyutlara ulaştığını ve kullanım şekillerinin sofistike bir hal aldığını gözlemliyorum. Sizin bu konuda görüşünüz nedir?
Yakın dönemde pandemiyi de içine katarak diyebilirim ki takı bir yandan azalırken diğer yandan da sofistikeleşti. Anlamı, insanlar için kuvvetlendi. Zira insanlar, kendi enerjileri ile anlamlandırdıkları takıları takar oldular, sağlık için ve şifa için tılsımlar ve dualarla bezenmiş takılar bunların başında geliyor. Diğer taraftan da uçlar patlaması var tabii. Dünya, büyük taşlı ve gösterişli takılarıyla boşlukları görsel ihtişamla doldurma meraklısı insanlarla da dolup taşıyor bir yandan.
Aysel Gürel’in tarzını nasıl yorumluyorsunuz?
Aysel Gürel, bir döneme damgasını vurmuş, dış ve iç marjinalliği ile kızlarından dahi fazla dikkat çekmiş bir fenomen. En güzel tarafı, gün ve ruh haline göre giyinmiş, takmış takıştırmış, kendine has karakterini dışavurabilmiş cesur bir kadın. Işığı bol olsun…
Tasarımlarınızla anlattığınız hikayenin, yani misyonunuzun nesiller boyu yaşama olasılığına inanmasaydınız yine de takı tasarımı yapar mıydınız?
Karakter olarak inanmadığım şeyi yapma ihtimalim pek yoktur. Yine de büyük konuşmayayım tabii ama özellikle yaptığım işte çok sırıtırdı diye düşünüyorum. Zira enerji ve yukarıdan gelen bilgi ve ilham doğrultusunda yaptığım takılarım, kişilerin duygusal ihtiyaçlarıyla bedenlerinde bütünleşiyor. Hatta hep dediğim bir şey var: “Takı takmak benim için bir gereklilik”. Mesela ayakkabı gibi, giymezsem kendimi çıplak hissederim. Takı da öyle, benim bedenimle bütünleşmiş bir organik gibi bir şey; duygu boyutu ile titreşimimi yükselten etkiye sahip.
Siz bir perisiniz desem, bana deli der misiniz?
Çok tatlısınız, hiç demem. Çünkü ben de kendimi bazen Tinkerbell’e benzetirim. Son sergim Neverland de biraz bu fikre dayanıyor aslında. İsmini Peter Pan’in ve Tinker Bell’in hikayesinden alan bu masalsı sergi, zihnimizde yarattıklarımızı yaşadığımızı hatırlatan bir rüya alemine açılıyor. Kendime de çok benzettiğim Tinker Bell, aslında çok huysuz kavgacı bir peri, aynı zihnimiz gibi. Ama bir yandan da o hafif şahane, peri enerjisine sahip. Neverland, aklımızdan geçirdiğimiz düşüncelerin önemini eğlenceli, enerjik, tabiatın mucizeleriyle bütünleşen bir dille bize anımsatıyor.