Güncelleme Tarihi: 2 Temmuz 2025
Editör diyor ki : Bu söyleşi Sosyal Etki Zirvesinden sonra Münteha ile Bihter’in samimi sohbetinden alınmıştır. Bu sebeple alışılagelmiş bir röportajın yaşam döngüsüyle pek de uygun seyretmez.
Keyifli okumalar.
“Her Zaman Bana Sınır Koyanlara Sınır Koydum”
(Zirve hakkındaki konuşmalara atıfla) İkimiz de konuşmamıza kendi çocukluğumuzdan bahsederek başladık. Çocukluğumuzun kendi gerçekliğimizin en büyük sermayesi olduğunun altını çizdik.
Belki de bu yüzden zirvede bizlerle birlikte olan herkes samimiyeti ve doğallığı hissedip kendilerini iyi hissettiler.

O kadar başkası olma derdine düşmüş bir kesimiz ki, ilgi çekme noktam da bununla ilintili oldu. “Olduğum gibi olma” benim için bir politika olmaya çalıştığım bir kimlik değil, ben her zaman böyleydim…
Fakat olduğu halini reddedenleri çok gözlemledim ve bu noktada kendime insanın kendi gerçekliğini nasıl reddettiğini, nasıl üstünü örttüğünü, nasıl başkası olmak için bu kadar çaba sarf ettiğini, kendinden nasıl bu kadar uzaklaştığını sordum. Toplumdaki bütün yabanlığın temeli de burada yatmıyor mu?
Kendinizden uzaklaştıkça, özünüzü kaybettikçe başkalaşıyorsunuz ve hasta oluyorsunuz.
Hastalık da neyi getiriyor?
Anlamsız rekabeti, saçmalıkları, yaratıcılık ve özgünlüğü kaybediş… Sonra da özgün olmak için eğitimler alınıyor, kişisel gelişime düşülüyor ve “Ben neydim? Ben kimdim?” hikayeleri…
Bu benim iş dünyası ve sosyal çevrede gördüğüm bir şey. Şu an Zorlu’dayız. Burada yürüyen insanlara baktığımızda bile kimin kendisi olduğunu ve kimin başkalaşmak için markaların altında kendini ezdiğini görebiliyoruz. Şık ve temiz giyinmek, kendinizi bir markanın altında var etme hikayesine hizmet etmemeli.
Sizinle başka bir vesile ile daha önce tanışmıştık.
Samimiyetle söylüyorum ki o gün ile bugün arasında çok farklı bir Bihter görüyorum. Seni daha hırslı ve yapmak istedikleri konusunda kaos yaşayan biri olarak görmüştüm. Şimdi ise daha dingin ve arınmış gibisin. Hayatında ne olduysa iyi olmuş.
Katılıyorum, yavaş yavaş oluyor…
Daha önce görüştüğümüzde beni yargılı dinlediğinin, gerildiğinin, ilettiğim geri bildirimleri içselleştirmediğinin farkındaydım. O yüzden bugünkü davetin beni şaşırttı. Bir yandan da şaşırtmadı… Çünkü orada Münteha ve Bihter, iki kadın bir bağ kurduk ve ben seni hiç unutmadım.
Bu görüşme de ikimizin iki niyetinin sonucu. O yüzden insanlarda derinden nasıl iz bıraktığımız çok önemli…
Bu belki de biraz “iç dökme röportajı” gibidir. Böyle şeyleri çok önemsiyorum. İlk görüşmemizde benim de bir önyargım vardı ve “çok hanım ağa gibi” demiştim içimden. Halbuki ben de bir “ağa kızı” ve bunu seven biriyimdir. Aslında kendi kimliğimle aynalayıp eleştirmişim sizi. Bu zirvede etkinliğin doğallığından ve sizin sahneye dans ederek çıkışınızdan çok etkilendim.
Benim için çok spontane bir şeydi. Otururken kulağıma eğilip bir şey söylediler ve ben de “tamam” dedim. Ama neye “tamam” dediğimi bilmiyordum. Zirveden on gün kadar önce bir toplantı yaptık. Burada “Sana bir mikrofon takalım. Konular sıkıştığında araya gir.” dediler. Bunun çok şık olmayacağını düşündüm. Fakat gerektiğini söylediler. “İyi bir de arkamdan Hele Bakın Kim Gelmiş şarkısını da çalın madem.” dedim.
Tüm sohbetlere kendi aramızda bir tatlı sohbet özetle şakaydı…
Adım anons edilince müzik başladı ve o an anladım. Yukarıda Allah var… Her yer birden karardı. Ben ve müzik… Başka hiçbir şey görmedim.
Normalde oynayan biri değilim, daha sonra videolardan seyrettim ama güzel oynamışım. 🙂
Müzik çaldığında durabilirdim, arkadaşlarımın espri yaptığını söyleyebilirdim. Ama doğaçlama yeteneğimle Güneydoğulu olunca böyle müzik çalıyorlar bu da önyargı değil mi diyerek zirvenin mottosu ile bağlantısını ifade ettim.
Düğünümde bile “Çok dans etme, hevesli derler.” demişlerdi. Zaten hevesli ve evleniyordum… Toplumumuzda kadın, hele bir iş kadını usturuplu olmalıdır. Belki de yaptığınız, içten içe buna yönelik bir aktivizm olabilir mi?
Ben Münteha olarak kendime hiç sınır koymadım. Her zaman bana sınır koyanlara sınır koydum. Üç dört yıldır da sınırsız olmayı anlatıyorum.
Hanım ağa dedin ya… Bu bir önyargı değil. Çünkü duruşumun dışarıdan algısı öyle. Bunu beni uzaktan ya da yakından tanıyanların ortak ifade ettikleri sıfatım haline geldi. Demek ki herkeste ağa algısı böyle 😊
Sultan, kraliçe, devlet gibi kadın sıfatları da sıkça duyuyorum….
Belki de tavrımdan sebep hiç tanımayan insanlar bu sıfatları yakıştırıyorlardır bana. Hoşuma da gidiyor. Ama çok önemli değil…Benim algımda Ağalık ise paylaşan, el verendir, birleştiricidir.
Kırkpınar Güreşçisi sevgili Ufuk’u (Özünlü) sahneye çıkarırken de “Seni ancak bir hanımağa çıkarabilirdi.” dedim. Çünkü Ufuk program geciktiği için çok kızgındı. Onu giderken yakalayıp sahneye çıkardım.
Sıkı sıkı da tutuyordunuz.
Evet, çünkü “Ufuk Bey gidiyor.” dediler. Hızlıca peşinden gittim. Çakır gözlerinden ateş çıkıyordu..:) . “Giderseniz bir daha sizinle görüşmem.” dedim vo anda anons edilince kolundan tutup sahneye birlikte çıktık. Her şey doğaçlama, her şey samimiyete sığınılan dostluklar gibi gelişti. Bu gibi durumları utanmak, ayıp olur algısına takılmadan olması gereken durumlarda yapılması gereken aksiyonlar olarak tanımlıyorum.
“Gerçek Kurumsallık Bu Değil”
Utanç önemli bir konu. Artık pek utanmayan bir toplumuz. İnsanların yüzü pek kızarmıyor. Siz utanmak ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Utanmak olması gereken bir şey. Ama hangi konumda, hangi koşulda ve ne zaman? Bu da kişinin iradesine kalmış bir şey. Hak yemekten, haksızlık yapmaktan utanırım. Yoksa diğer şeyler utanılacak şeyler değil. Zaten benim iş kadını kimliğime kimse laf edemez. Kaldı ki ben kadın değil, insanım. O yüzden girişimciliğimde de “erkek gibi olma” tavrım hiç olmadı.
Her zaman giyim kuşamıma özen gösterdim ve bakımlı oldum. Ama rahatlığımdan da ödün vermem. Kimse beni topuklu ayakkabılar üzerinde eziyet çekerken görmemiştir.
Senin de söylediğin gibi hepimiz samimiyet, şeffaflık ve güven arıyoruz. Ama her birimiz de bunların negatifine çanak tutuyoruz.
İş hayatında başarısız olduğunuz zamanlar oldu mu?
Tabii ki…
Peki bundan utandınız mı?
Ben 2012’de Başarısız Olmanın Dayanılmaz Hafifliği diye bir proje yaptım. Sonu öğrenmekse hiçbir şey başarı ya da başarısızlık değildir. Bu tanımlar da kişiye göre değişir. Beni çok insanın tanıması bir başarı mı? Peki beni nasıl tanıdılar? Bunu düşünmeyecek miyiz?
“Herkes sosyal gelişim uzmanı gibi konuşuyor, ama akıl hastası gibi davranıyor.” diye bir cümle okudum yakın zamanda. Bu tarz konferanslarda herkes iyilik ve etki için konuşuyor ve fakat özgünlük ve samimiyet yok. “Peki, birbirimize nasıl anlam katacağız?” kısmında hep reklama dönüşen şeyler görüyoruz.
Çünkü bunun dönem dönem para ve itibara hizmet ettiği zamanlar oluyor. Bizim millet olarak kurumsallığı nasıl anladığımız önemli. Bunu mesafe koymak olarak algıladık. Aslında kayıtlı, izlenebilir, şeffaf ve hesap verebilir olmaktır.
Fakat biz kurumsallığı birbirimizi ötekileştirirken kullandık. Masasının başında oturup her şeyden anlayan, ama kimseyi anlamayan ve karşısına geleni tokatlayabilecek bir insan kurguladık.
Örneğin LinkedIn’da bir kadın zirve hakkında, “Bu ne avamlık! Düzgün bir şey yapmayı beceremeyecek misiniz?” diye bir yazı yazmış. Kendi bakış açısından haklı… Onun hayatı, ilişkileri, kurumsallığın algısı öyle.
Ajanstan arayıp yorumu silmeyi önerdiler, izin vermedim. Çünkü böylece biz onu ötekileştirmiş oluruz. İdeal birini beklediğimiz veya ideali aramıyoruz.. Sadece kendi var olma halimizi konuşmak istiyoruz.
Ötekileştirdiğin kişi üzerinden kendini konumlandırıyorsan vah sana!
Aldığın eğitimler, başında bulunduğun işletme… Bir yerde yöneticilik yapıyorsan da vah halimize…
Tüm bu insanlar gider, bir türkü barda çıkıp oynarlar. En havalı düğünler bile geleneksel müziklerle biter. Çünkü ne okursak okuyalım, nerede oturursak oturalım, ne yersek içelim aynıyız… Beni ötekileştirsen kaç yazar? Ben zaten söylüyorum;
Münteha olarak, Siverek’te doğup büyümüş, oranın tüm değerlerini kendine sermaye edinmiş, neyi bildiğini ve neyi bilmediğini bilen birisiyim.
“Dağılanı Kadın Toplar”
Türkiye’de Cumhuriyet yıllarından beri en büyük eksik, tüm entelektüel yatırımın büyük şehirlere yapılması. Yine de benim son on yılda Anadolu’da gezip gördüğüm tüm şehirlerde görülmeyen/gösterilmeyen inanılmaz bir entelektüel derinlik var. Ama o bölgelere sanayide ve ticarette atıl tutularak bambaşka bir baskılama yapılıyor. Münteha Adalı‘nın gücü orayı yeniden yeşertmek için neye yetebilir?
Orayla hiçbir zaman bağımı koparmadım. Çünkü ben bir şey olmadım. Sadece kendimi var etmeye ve sınırlı ömrümde iz bırakmaya çalışıyorum. Belki de bu Yaradan’ın verdiği bir iç motivasyondur. Hadsizce bulunabilir, rol yaptığım düşünülebilir… Bunların benimle hiç alakası yok.
O bölgelerin böyle bırakılmasının siyasi ve ekonomik sebepleri var. Bugünkü savaşlara baktığımızda Ortadoğu politikalarını daha iyi görebiliyoruz. Türkiye’de bir bölümüyle bu coğrafyanın içinde. Daha sonra fark ettim ki, bu bölgeyi cehalete mahkum ederseniz yönetirsiniz. Korkuyla, dinle, baskıyla ve oranın derin kültürünü göz ardı ederek yönetirsiniz. Bugün İran bombalanıyorsa, orada bir insanlık tarihi de yok oluyor. Keza İsrail ve Gazze’de de öyle.
Bir de Amerika var… Amerika toplumu o kadar yavan ki liderlerini yönetemiyorlar. Gerçi bugün hangi toplum kendi liderini yönetebiliyor ki?
Birilerinin mutluluğu için birileri ölecekse kimse mutlu olmasın. “Burada kimse olmasın, yalnızca ben oturayım.” diyorsanız, çok acı bir şekilde kendinizi yalnızlığa mahkum ediyorsunuz.
Türkiye’nin hikayesinde de Güneydoğu’yu balçık haline getirmek var. Artık bu hikaye ne ve nasıl bitecekse…
Yine de güneş balçıkla sıvanmıyor. Aynı zamanda baktığımızda Güneydoğu’dan çıkan ve ülkesine faydalı olan profillerin nedense çoğu kadın oluyor.
Dağılanı kadın toparlar… Dağılanı toparlama misyonu kişinin kendi içinde yarattığı felsefe ile de ilintilidir.
Güneydoğu’dan gelip başarılı olanlar için hep “Yokluktan gelenler başarılı olur.” Algısı var..
Siz varlıktan geliyorsunuz.
İşte bunu söylüyorum… Doğu’nun ya da Ege’nin bir köyünden gelene yönelik bi algı vardır. Bu bazen doğru da olabilir. Ben de neyi bilip neyi bilmediğimi İstanbul’a gelince öğrendim. Bunu kabul etmek kendi öğrenme yolculuğunuzu belirliyor.
Bizim oralardan gelenlerin yaradılış olarak doğasında bir güç vardır. Ben de yapabilme yetkinliğimin olduğu her alanda denemeyi seviyorum.
Ama bu sınırsızlığa rağmen sizin iş hayatında en büyük etki alanı yarattığınız konu da kadın ayrımcı olmak. Örneğin Arya Women… Kurduğunuz günden bugüne neler değişti?
Aktif çalışırken kendime değil, yapmak istediklerime hizmet ederim. Ben deneyimlenmiş tecrübelerimin sonucu ortaya çıkanım. Elimde bir şey olmadan da hareket edemem. Benim sivil toplum faaliyetlerine girdiğim dönemde girişimcilikte bir kadın uyanışı zaten vardı.
Ukalaca kadın için çalıştım diyemem. Sadece yapabileceklerimi masaya koyma niyetindeydim. Hem hayatı hem farklı kesimlerden insanları hem de toplumda “lider” dediğimiz insanları yakından tanımak istedim. Böylece her şey bana da hizmet edecekti. Çünkü kendimi de tanıyacaktım.
Kadın zaten uyanık. En azından hızlı uyanıyor ve harekete geçiyor. Ama finansa erişim kısmı hep yaralı duruyordu. Arya fikrini hayata geçirerek kadınların alternatif finans ile ilgili sorunlarını çözmek için ideal bir platform kurmak istedik. Ama 2003’ten 2013’e kadar kadın odaklı melek yatırım ağı olarak kaldık. Bu bir hibe programı değildi. Aslına bakarsanız yatırımcılığın misyonerliğini yaptık. Bu çok zor bir iş. Fakat ben zoru seven bir insanım…
2023’de İş Bankası, “Hadi gelin, bir etki yatırım fonu kuralım.” dediğinde yine kadından çok uzaklaşmak istemedik. Yönetiminde en az bir kadının olduğu şirketler yatırım alabilsinler dedik. Şu an bu fonun büyüklüğü 22 milyon dolar civarında. On beşin üzerinde parlak girişime yatırım yapıldı.
Yani kadına bakışımızdaki oransallık evrilebiliyor. Kadın girişimciliğinin yukarıya doğru seyreden bir standardı yok. Çünkü ekonomi, kültür, siyaset üçgeninde kadın sürekli bastırılıyor. Toplumumuzda erkeğin para kazanması ve aileyi geçindirmesine yönelik inanç çok yüksek.
“Bazen Destursuz, Bazen Saygısız…”
Siz de tam bu noktada erkekleri de dinlemeye başladınız…
Cinsiyetçi kodlamalar altında onlar da eziliyorlar.
Ve kerli ferli erkekleri karşınıza alıp “Hadi sen de anlat.” diyorsunuz.
Bunu yaparken de çok eleştiriye maruz kaldım. Ama bu beni mutlu ediyor…
Erkekleri tanımak istedim. Çünkü toplumda kadın ve erkek olarak çok ayrı büyütülüyoruz. Birbirimizi çok geç tanımaya başlıyoruz. Hatta bazen erkek arkadaşlarımla akıcı bir sohbet ettiğimde çok şaşırıyorlar. Halbuki bunda bir şey yok…
Bu zirve çok ses getirdi. Çok konuşuldu… Katılım da çok çeşitliydi.
Bu bir eşitlik zirvesi… Herkes geldi ve istediği yere oturdu. Bu çok önemliydi.
Gerçekten farklı kesimlerden çok iyi konuşmacılar vardı. Erkek kadın denkliği de her zaman dikkatimi çekmiştir. Kadınların konuştuğu bir konferansta üç kadın yirmi beş erkek konuşmacı da olabiliyor. Bu tarz konularda yapılan eleştirilere de kulak kabartmak gerekiyor.
Eleştirinin kimden ve nasıl geldiğini de analiz etmek gerekiyor. İlk tanışmamızdaki “hanımağa” yakıştırmam, hanımağalığı sevip sevmeme rağmen bir önyargı olarak kendini var ediyor. Çünkü biz “kurumsal” bir buluşmada bir araya gelmiştik. Halbuki bir çay sohbetinde buluşsaydık bambaşka bir muhabbete dönüşebilirdi. Sanırım ortam da kimlikleri şekillendirebiliyor.
Ben tüm ortamları samimi ve biz olma haline getirmeyi seviyorum. … Unvanları ve sahip olunanları konuşmam. Kalpten kalbe konuşmayı tercih ederim. O yüzden insanlara da çok farklı geliyorum.
Bazen destursuz, bazen saygısız… Her şey kabulümdür. Biz sohbet ediyoruz. Bu bir samimiyet meselesi…
Zirveye dönecek olursak, geçen sene ilk defa yaptım. Yine de paydaş olarak geçen yıl 121 bu sene 258 vakıf, STK ve üniversite yer aldı. Çünkü toplumda kadın, genç, yoksul, mülteci, ötekileştirme ve yargısız infaz sorunu varken kapital olarak büyümenin yaralı olacağını biliyorum. O yüzden sosyal ve kapital etkiyi bir arada çalışıyorum.
Para insan için var. insan odaklılığı lafta tutarsan kapital de zarar görür. Bu zirveyi yaparken kafamdaki zincir; özel sektör, sivil toplum, üniversiteler ve kamuya giden bir yolculuktu.
Tabii ilk zirvede Münteha ne yapacak merakı vardı. Herkes şaşırdı ve çokça taktir aldık.. Basında da çok geniş karşılığı oldu. Bu sene de ilki gibi işin içinde oldum. Konuşma sürelerinin kısa olmasını da özellikle istedim. Daha uzun olmasını istediler. Ama bu bir eğitim değil…
Farkındalık yaratma…
Evet! Bir tokat atma…
Süre kısa gelmesin. Twitter gibi belli karakterde konuşacaksınız. Çünkü Twitter bu ülkeye uzun konuşmanın anlamsızlığını öğretti. Parantezli konuşan bir ülke için belli kelimeyle derdini anlatmak muhteşem bir şey.
Sonuç olarak herkesin aradığı samimi bir ortam oldu. Şimdi bana “Abla, seneye hangi şarkıyla sahneye çıkacaksın?” diye yazıyorlar…
Ben de geçen sene Kadınlar Günü’ne paralel olarak gerçekleştirdiğimiz GreenUp Meetings zirvesinin “Sokak Kadınları” başlıklı 5. edisyonunun açılışını dans ederek yapmıştım.
Fransa’da üniversiteyi bitirip Türkiye’ye geldiğimde ilk çalıştığım yerden, sabahlayarak fazla mesai yaptığım sürelerde izlediğim dans videoları bahane ederek beni kovan direktör de “Senden bir b*k olmaz. Sen git dansözlük yap.” demişti.
Bu olaydan 20 sene sonra kendi girişimim olan zirvemi dans ederek açmaktaki amacım, kadınların nefes alanların onlara karşı bir silah gibi kullanılmasına verdiğim bir tepkiydi.
Bu yüzden sizin de kendi zirvenizde dans ederek açılış yapmanız çok hoşuma gitti. Dans bizi bir araya getirdi.