Gerçeklik Üzerine

Gerçeklik Üzerine

Tarih boyunca, düşünen herkesi rahatsız etmiş bir at sineğidir bu soru; gerçek nedir? Bu soru; Descartes’ten Leibniz’e, Platon’dan Hegel’e hatta Matrix filminin yaratıcıları Wachowski Kardeşler’e kadar pek çok kişinin zihnini kurcalamıştır. Gerçek, Wittgenstein’in dediği gibi yalnızca matematikten mi ibarettir? Yoksa Hegel gibi oluştan sıyrılıp varlığa odaklanarak gerçeğin ussal olan olduğunu mu düşünmeliyiz? Bugün sizler için bu kavrama farklı perspektiflerden bakmaya çalışacağım. Ama her ne olursa olsun, ‘’düşünen’’ bir insanın kendisine karşı en büyük ödevi ‘’gerçek’’ mefhumundaki arayışıdır.

Platon

(Gerçek; nesnel olarak var olan, hakikat ise gerçeğin bilinçteki yansıması olarak tanımlanır. Sanırım en başta bu tanımı vermek çok faydalı olacaktır.)

İdealizm düşüncesine göre duyularımızla algıladığımız her şey ve dolayısıyla sözgelimi bu dünya bir yanılsamadan,görüntüden, bir sanrıdan ibarettir. Gerçek olan sadece tek bir evrensel ‘’varlık’’ ve sadece us ile bilinebilir bir şeydir. Bu fikir gerçeği, ‘’varlığını başkaca hiçbir varlığa borçlu olmaksızın bağımsız bir varlığa sahip olan” biçiminde tanımlar. İdealizme göre ‘’dış dünyada’’ ne varsa varlığını bir başka varlığa borçludur. Yani bağımlıdır ve bundan ötürü de gerçek olmayıp yalnızca görüntülerden ibaretlerdir. İdealizm böylece zorunlu olarak ‘tanrı’ kavramına varır. Çünkü bütün bağımlılar tek bir bağımsız tümelin ürünü olmalıdırlar. Platon’a göre örneğin bu yazıyı kaleme alırken içtiğim kahvenin sıcaklığını, sıcaklık-soğukluk gibi sınıflandırılmış duyumlarımı kıyaslayarak anlıyorum. Aslında ben ussal bir işlem gerçekleştirerek bilgimi duyusal olarak değil de kavramsal olarak elde ediyorum. 

Yani tamamen zihnimin ürünü ve buradan hareketle benim için bütün nesneler, o nesneyi dile getirmek için kullandığım kavramlardan ibaretler ve ben bunların dışında hiçbir şeyi bilmiyorum. İdealizme göre gerçek, bireysel ‘’şeyler’’ değil, gelip geçici olan bu bireysel ‘’şeylerin’’ üstünde daima var kalacak olan kavramsal ‘’şeyler’’dir. Görüldüğü üzere idealist fikir yukarıda verdiğim gerçeklik tanımına tamamen ters düşer. Çünkü onlara göre dış dünya yok değildir. Vardır fakat gerçek değildir. Ama tanımımıza göre gerçek olmayan şeyin var olmaması gerekir. Belki de tanımımız yanlıştır olamaz mı? Tabii materyalist bakışa göre de hiç de öyle yanlış falan olamaz.

Karl Popper

Bilim için ise gerçek dediğimiz şey, ‘’bizim dışımızda’’ -ki burada dışarılık son derece mühim bir kavramdır- var olduğunu varsaydığımız şeylerdir. Örneğin tabiat. Bilimin gözünde bunun gerçekten var olan bir şey mi olduğunu yoksa sadece bir sanrıdan mı ibaret olduğunu rasyonel olarak cevaplayamayız. Sadece varsayabiliriz. Bu varsayım sonucunda da tabiata ve tabiatta her an varolduğunu varsaydığımız kütle çekim kanununu biliriz ve bu bilinç sayesinde koşup da balkondan atlamaktan kendimizi alıkoyarız. Bilim, tabiatı var kabul eder ve artık bütün enerjisini tabiatın varlığını sorgulamak yerine onu anlamaya ayırır. Bilim, yanlışlanana kadar geçerli olan ön kabuller üzerine kurgulanır. Ama sonuçta bugün bizim hala kütle çekimi diye andığımız şeyin aslında uzayın bükülmesinden ibaret olduğunu biliyoruz. Bu da bizi bilim felsefecisi Karl Popper’in yanlışlanabilirlik ilkesine götürür ve aynı zamanda kabaca bilim ile inanç arasındaki fark doğar ki bu bambaşka bir konudur. Dolayısıyla özetlemek gerekirse bilimde David Hume için var olan bütün kuğuların beyazlığı varsayımı ilk siyah kuğu görülene kadar geçerlidir.

Aslında Hayvanat Bahçesi Diye Bir Şey Yok!

Bana sorulacak olursa ‘’gerçek’’ mefhumunda tanımlara varabilecek keskinliklerden ziyade tatil dönüşü alelacele toplanmış bir bavulun içindeki kıyafetler gibi fikir yığınlarına sahibim. Yani yazının bundan sonraki kısmı sadece sancılar ve spekülasyonlardan ibaret. Gerçek, herkes için ve her zaman var olan bir şey olarak algılanabilir mi? Buradaki ‘’içinlilik’’, gerçeği bir zihne bağımlı kılıyor. O zaman ‘’Herhangi bir’’ zihnin varlığından söz edemediğimiz varsayımsal bir düzlemde gerçek de yoktur diyebilir miyiz? Sanırım gerçeği varlık sahasında aramam beni idealist fikirden koparıyor. Bu da aklıma Schrödinger’in kedisini getiriyor; bu düşünce deneyinde bir kedi, bir şişe zehir ve radyoaktif bir madde ile kapalı bir kutuya bırakılıyor. Eğer içerideki monitör radyoaktifliği algılarsa şişe kırılıyor ve zehir kediyi öldürüyor. Algılamazsa kedi hayatına devam ediyor. Bir süre sonra dışarıdan algılanmasının mümkün olmadığı bu kutuda kedinin hayatta ve ölü olduğu frekansları üst üste duruyor. Bu noktada kedi hem ölü hem de canlı diyebiliriz. Ancak kutuya bir kez bakıldığında kedi sadece canlı veya sadece ölü oluyor. Yani kedinin varlığı bir gözlemciye ihtiyaç duyuyor. 

Gerçek, bir gözlemcinin varlığına muhtaç gibi gözüküyor. Peki, egzistansiyalist bir bakış açısıyla gözlemci ve gözlemlenen her an var olurken yani bir oluş halindeyken gözlemsel sonuçların genelgeçerliğine güvenebilir miyiz? Günlük hayatımızda bahsettiğimiz gerçeklik, nominallik üzerine kurgulu gibi gözüküyor. Yani ‘’ad atadığımız’’ ve bahsedebildiğimiz şeylere gerçek diyoruz. Bu bahsedebiliş gerçek olanın da tanımlanabilirliğini doğuruyor. O zaman develeri ele alalım; develer tanımları gereği uzun çöl yolculuklarında hayatta kalabilmek için yağ depolayabildikleri hörgüçleri olan, kumda yürümelerini kolaylaştıran uzun bacakları ve yumuşak toynakları olan, kum fırtınalarından korunabilmek için tüylü kulak delikleri ve gerektiğinde kapanabilen burunları olan hayvanlardır. Yani tanımı gereği deveyi deve yapan yaşadığı koşulken hayvanat bahçesine konulmuş bir deveden artık deve diye bahsetmek nasıl mümkün olabilir? Bunu hayvanat bahçesindeki bütün hayvanlar için uyarlayabilirken hayvanat bahçelerinin gerçekliğinden nasıl bahsedebiliriz?

Gerçeklik üzerine bütün bu düşünsel yolculuğun sonunda sanırım söyleyebileceğim tek bir şeye varabiliyorum;

ignoramus et ignorabimus

‘’bilmiyoruz ve bilemeyeceğiz’’