Güncelleme Tarihi: 18 Ekim 2025
Elif Uras’ın kadın emeğini tarihsel ve maddi kültür bağlamında yeniden düşünmeye davet eden Ellerinde Toprak başlıklı sergisi, 16 Eylül – 8 Kasım tarihleri arasında Galerist’te izleyiciyle buluşuyor. Kale Tasarım ve Sanat Merkezi’nin (KTSM) desteğiyle gerçekleşen sergide, sanatçının New York’ta torna ve elde şekillendirme teknikleriyle ürettiği seramik işleri, Osmanlı’dan bu yana Türk çiniciliğinin tarihi merkezi olan İznik’te döküm yöntemiyle ürettiği eserleriyle ilk kez bir araya geliyor.
Kısa bilgilendirmeden sonra Elif Uras ile “Ellerinde Toprak” sergisine ve sanata dair sohbetimize geçelim. Buyrunuz.

”Ellerinde Toprak” sergisi, kadınlık hâllerini hem bireysel hem de toplumsal ve tarihsel boyutlarıyla ele alan oldukça kapsamlı bir çalışma. Siz “Ellerinde Toprak” sergisini kurgularken, kadın deneyimlerini bir araya getirme yaklaşımınızı nasıl tanımlarsınız?
Ellerinde Toprak, ev içi emekten tarıma, dokumacılıktan çömlekçiliğe kadar uzanan; değeri çoğu zaman göz ardı edilen kadın emeğini yücelten bir anlatı sunuyor. Gündelik hayatı mitleştirerek zamansızlaştırıyor. Neredeyse yirmi yıldır seramikle çalışıyorum. İznik’teki atölyelerde geçirdiğim yıllar boyunca seramiğin sanat ve zanaat olarak ne kadar çok emek gerektirdiğini yakından deneyimledim. Bu düşünce, işlerimde hep var oldu. Bu sergide de kadın emeğini ve onun sembolik değerini toprak ve altın üzerinden kurguladım, bunu yaparken geleneksel zanaatla çağdaş eleştiriyi, ev içiyle politik olanı buluşturan bir anlatı kurmaya çalıştım.

Çalışmalarınızda malzeme, form ile konu arasındaki ilişkinin çok özgün olduğunu görüyoruz. Seramikten sır ve altın yaldıza, farklı yüzey tekniklerinden üç boyutlu formlara kadar geniş bir yelpazede çalışıyorsunuz. Bu malzeme seçimlerinin kadın emeğini ve hafızasını aktarırken oynadığı rolü sizden dinlemek isteriz.
İlgi alanım, kadının farklı coğrafyalarda ve dönemlerdeki temsili. Bu yüzden kadın bedeninin seramik heykel olarak bizim coğrafyamızdaki en eski örneklerini araştırdım ve ilham aldım. Şimdiye kadar “bereket tanrıçaları” olarak bilinen bu küçük heykelciklerin etrafında dönen tanrıça mitini biraz deşince, aslında onların gündelik kadınları ve dişil evreleri temsil ettiğine inanmaya başladım.
Seramik, Anadolu’da yaklaşık dokuz bin yıl önce tarımla el ele başlıyor, kap bedene hayat veriyor, beden de kap olarak deneyimleniyor. Toprakta, çömlekçilikte ve seramikte kadının emeğini tarih öncesinden bugüne uzanan upuzun bir hafıza olarak kabul ediyorum. O zamanlarda da çanakların üzerine desenler çiziliyor, kadın bedenini betimleyen objeler yine seramikle üretiliyordu. Bu süreklilik beni çok heyecanlandırıyor. Belki de çalışmalarımda yüzey ile formun, resim ile heykelin yan yana durmasının nedeni bu. Benim yaptığım şey, sevgili Alev Ebüzziya’nın sözleriyle, bir anlamda “hatırlamak ve hatırlatmak.”

Altın motiflerini özellikle dikkat çekici buluyorum. Geleneksel olarak ataerkil bir güç simgesi olarak görülen bu malzemeyi, kadınların görünmeyen emeğini temsil eden bir simgeye dönüştürmeniz çok etkileyici. Bu dönüşümü düşünürken sizi hangi fikirler ve süreçler yönlendirdi?
Altın, değer unsuru olarak Anadolu topraklarıyla ve bu coğrafyanın kadınıyla yakından ilişkili. Güç sembolü, ardından da dini bir simge olarak daha çok erkek egemenliğini temsil eden bir yönü var. Tarihsel olarak kapitalizmin de mihenk taşlarından biri. Yeni işlerimde bu alışılmış çağrışımları tersine çevirerek altını kadın emeğinin bir karşılığı olarak çerçeveledim. Onu yalnızca süsleyici ya da ornamental bir unsur olarak değil, “Ellerinde Toprak” sergisi anlatısının aktif bir parçası olarak kullandım.
İşlerimdeki altın bedenli kadınlar, ortak deneyimleriyle bir araya gelen, aynı takımı oluşturan ve birlikten destek alan ögeler. Bir de yapısı gereği, sırsız ve mat yüzeylerde izole edilmiş ve rölyefli bir kalınlığı olan altının parlaklığı bakışı hem ele geçiriyor hem de geri yansıtıyor.

İşlerinizde kadın emeği sadece görünürlük kazanmıyor; aynı zamanda direnç, süreklilik ve dayanıklılık anlatılarına dönüşüyor. Bugün Türkiye’de kadınların sadece %30’unun resmi istihdamda olduğunu düşündüğümüzde, bu işler toplumsal bağlamda nasıl bir yankı bulmasını umarsınız?
Yaklaşık on beş yıl önce İznik’te çalışmaya başladığımda, oradaki zanaatkâr kadın arkadaşların altın günlerine tanık olmuştum. Uzun zamandır sosyal ve ekonomik yönüyle ilgimi çeken, kafamda evirip çevirdiğim bir gelenek bu. Bir nevi mikrofinans boyutu var ve alternatif bir ekonomi modeli oluşturuyor.
Türkiye’de kadın istihdamı yalnızca yüzde otuz civarında, erkekler içinse bu oran iki katından daha fazla. Kadınlar evde ve dışarda hemen hemen karşılıksız şekilde çalışıyor. Bir yandan da kadını yalnızca anne kimliğiyle eve kapatmak isteyen, eşitlik, hak ve adalet kavramlarını hiçe sayan politikalar var. Üstelik toprağın üstünü ve altını, ortak alanları, doğayı rant uğruna yağmalayan; üretmek yerine inşaat üzerinden büyümeye dayalı bir ekonomik sistem içinde yaşıyoruz. Bu nedenle kadınların kurduğu dayanışma biçimleri, kooperatifler, direnişler yani bütün bu ortak üretim modelleri benim için geleceğe dair umut veren örnekler oluşturuyor.

İznik’te döküm yöntemiyle, New York’ta ise torna ve elde şekillendirme teknikleriyle üretilmiş eserlerinizi yan yana sergiliyorsunuz. İki farklı coğrafya ve üretim yöntemi arasında kurduğunuz bu diyalog size neler öğretti?
Seramik teknik olarak üç farklı şekilde yapılabiliyor. İznik’te kalıpla döküm yöntemiyle çalışılıyor, altı yüzyıllık bir geleneğin yapısal bükülmezliği hâlâ devam ediyor. Genellikle parlak ve şeffaf sırla kaplanmış, ince detaylarla ve canlı renklerle bezenmiş, neredeyse saydam yüzeyler bugün de geleneksel seramik sanatında egemenliğini sürdürüyor.
Ben pratiğime resimle başladım, seramiğe gönül verdikten sonra kendimi tamamen bu alanda eğitime adadım. New York’ta, ülkenin en eski seramik okullarından birinde torna öğrendim ve hâlâ öğrenmeye devam ediyorum, kolay edinilmeyen bir beceri bu. Seramik tarihine bakarsanız her coğrafyada farklı gelenekler, teknikler ve yaklaşımlar var. New York’ta daha yüksek pişirimli çamurlarla çalışmaya başladım. Çamura ıslakken de müdahale edilebileceğini, desen yapılabileceğini fark ettiğimde, seramik yüzeyi benim için bir tuval ya da kâğıt gibi özgürce çalışılabilir bir alan hâline geldi. Bu yüzeyde resimsel dokularla çalışmak bana heyecan verdi ve bu da beni geleneksel estetiğin ötesinde bir yere götürdü.

İşlerinizde İslam sanatının ritmik geometrisinden Neolitik kil figürlerine, Bizans’tan Osmanlı’ya kadar geniş bir tarihsel yelpaze var. Bu tarihsel katmanları kadın merkezli bir anlatıya dönüştürürken izlediğiniz kurgu ve yöntemler nelerdir?
Serginin sonunda yer alan Hayalet Para / Hayalet Emek adlı yerleştirme, karşılıksız kadın emeğine adadığım sembolik bir sikke projesi. Uzun süredir üzerinde çalışıyorum, devam da edecek. Arkasındaki temel soru şu: Ekonomilerimiz refah üzerine değil de süreklilik üzerine kurulsa; ataerkil iktidar değil, anaerkil karşılıklılık üzerine temellense nasıl olurdu?
Hayalet Para / Hayalet Emek, bir yandan kadınlar arasında birikim ve dayanışmanın yaygın bir simgesi olan cumhuriyet altınından, diğer yandan Doğu Asya’daki “hayalet parası” ritüellerinden esinleniyor. Ancak burada sunu, hükümdarlara ya da ataerkil figürlere değil, tanınmayan, zanaat ve ev emeğini sürdüren, ev işleri, çocuk ve aile bakımıyla bedensel işçilik yapan, doğayla iç içe çalışan kadınlara ve tarih öncesinden bugüne mitleşen kadın sembollerine bir adak gibi.
Mesela Artemis, bizim coğrafyada para üzerinde temsil edilen ilk kadınlardan biri olduğu için bu seride yer alıyor. 1971’de Türkiye’de basılan ve Cumhuriyet tarihinde üzerinde kadın figürü bulunan ilk ve tek madeni para olan 50 kuruşta portresi yer alan Sabiha Tansuğ da bu yelpazenin diğer ucunda. Anadolu’nun tanrıçaları, Kibele, İmparatoriçe Zoe ve onların yanında üreten kadınları temsil eden yaklaşık iki yüz sikke ürettim. Bu projeyi ilerleyen dönemde de sürdürmeyi planlıyorum.

Son olarak, bir kadın sanatçı olarak bu kadar çok katmanı aynı anda taşıyan bir sergiyi üretmek sizin için hangi kişisel ve içsel yolculukları beraberinde getirdi?
Son iki yıldır zihnimde şekillenen, kafamda taşıdığım diyebileceğim bu sergideki işleri İstanbul’da gösterebilmek ve sanat izleyicisiyle paylaşabilmek benim için çok önemli bir dönüm noktası oldu. Türkiye’de ve dünyada, baskı dolu bir zamandan geçerken bu işlere sarılmak bana tutunacak bir umut verdi. Bir anlamda devam etmenin ve direnmenin ifadesi oldu.
#işbirliği










