“Ölüm bizi amaca götüren dosdoğru bir yoldur. Ölüm adını verdiğimiz şey; bir yandan tenin ruhtan ayrılarak kendi kendine kalması, öte yandan ruhun tenden ayrılarak kendi kendine var olmaya devam etmesidir. Ten ile ruh bir arada kaldıkça, hakikati hiçbir zaman elde edemeyiz.”
Sokrates
Nobel ödüllü Portekizli yazar José Saramago, Türkçeye “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” şeklinde çevrilen “As Intermitências da Morte” adlı romanına, “Ertesi gün hiç kimse ölmedi.” cümlesiyle başlar. Son derecede çarpıcı bir hayal gücüyle her seferinde düşünce evrenimizin sınırlarını zorlayan Saramago bu romanında; insanların beklenmedik bir anda ölümsüzlüğe kavuştukları bir ülkede yaşananları tasvir eder, ölümle yaşam arasındaki gerilimli ilişkiyi, ölümün insan varoluşuna ve toplumsal düzene olan etkisini kendine has üslubuyla ele alır: “Algılanabilir nitelikte herhangi bir gayret sarf etmeksizin ölümün üstesinden gelindiğini gözlemleyen insanlar arasında, daha ihtiraslı beklentilere sahip bir kitle oluştu ve bu harekete mensup olanlar, zamanın başlangıcından beri insanoğlunun sahip olduğu en büyük düş olan, dünyada geçirilecek sonsuz bir yaşam mutluluğunun, soluduğumuz hava ya da her gün doğan güneş gibi artık herkesin ulaşabileceği bir imkân haline geldiğini ilan ettiler.”
Başbakan bu haberi resmi olarak açıkladıktan sonra, onu ilk arayan kardinal olmuştur: “Beni iyi dinleyin sayın başbakan, ölüm ortadan kalktığında, diriliş de olmayacaktır, diriliş umudu ortadan kalktığında kilise yok olur.” Ölümsüzlükten en çok yakınanlar, cenaze levazımatçıları, sigorta şirketleri ve din adamlarıdır: “ ‘Tanrının krallığını tesis etmek için geçilmesi gereken yolları açmakta kullanılacak bilinen tek yöntem yeniden doğuş inancı olduğundan, o ortadan kalktığında varılacak mantıklı ve kesin sonuç, tüm Hristiyanlık tarihinin çıkmaz sokağa girmiş olacağıdır.’ Bu ağır söylem olumsuz bakış açısına sahip düşünürlerin en yaşlısından gelmişti ve şöyle devam etti, ‘Konuyu ne kadar dolandırırsak dolandıralım, dinlerin varoluş nedeninin temelinde, ölüm olgusu yatmaktadır.’ Din müessesesini temsilen orada bulunanlar söylenenlere karşı çıkmaya gerek bile görmediler. Tam tersine, katolik cemaatini temsilen orada bulunan saygın bir şahıs, ‘Haklısınız, sayın düşünür, varoluş sebebimiz tam da bu noktada ortaya çıkıyor, insanların tüm hayatlarını boyunlarında ölüm korkusuyla yaşamaları için varız biz, bunun ötesinde, ölüm anı geldiğinde, o anı bir kurtuluş olarak algılamalarına da çalışırız’ dedi. ‘Cennet, cehennem ya da benzer kavramlara gelince, doğrusu ölümden sonra ne olduğu konusuyla sanıldığı kadar ilgili değilizdir, din, sayın düşünür, dünyevi bir konudur aslında, öbür tarafla ya da göğün yedi katıyla hiçbir ilgisi yoktur.’ ”
İnsanların ölümsüzlüğe ilişkin düşlemleri, tarih boyunca ‘süper kahramanları, vampir hikâyelerini, yürüyen ölüleri’ yaratmıştır. Günün birinde bu düşlem gerçekleşirse, dünya nüfusu her gün 300 bin kişi artıyor olacak. Bu durum büyük olasılıkla dünyayı, üzerinde yaşanılması mümkün olmayan bir kaosa sürükleyecek.
Dünyada halen her yıl 112 milyon bebek doğuyor, 50 milyon kişi de ölüyor. İnsanlık tarihi boyunca, dünya nüfusunun bir milyara ulaşması 1800 yılda gerçekleşirken, iki milyara yalnızca 130 yılda (1930), üç milyara ise 30 yılda ulaşılmış. (1960). Dünya nüfusu takip eden 14 yılda dört (1974), 13 yılda beş (1987), 11 yılda altı (1998), 12 yılda yedi (2010), 12 yılda sekiz (2022) milyar olmuş. Yalnızca 20. yüzyılda 1,65 milyardan 6 milyara çıkmış.
Her gün yaklaşık 300 bin bebek dünyaya geliyor, 100 bin bebek doğmadan ölüyor. Yani her dört hamilelik sonucunda üç bebek doğuyor, bir bebek anne karnında ölüyor. Bütün hamilelikler bir bebeğin doğmasıyla sonuçlanmıyor, ama doğan bütün bebekler en sonunda ölüyor.
Doğum, hakkında çok şey bildiğimiz bir süreç. Şunu iyi biliyoruz: Kimse bizim yerimize dünyaya gelemez. Bu konuda bilemediğimiz tek şey, dünyaya gelmeden önce nerede olduğumuz. Bebek anne karnına düştükten sonra, yaklaşık dokuz aylık bir sürenin sonunda doğuyor. Bu süre neredeyse bütün bebekler için aynı. Doğum sürecini kapsamlı şekilde gözlemleyebiliyor, doğumdan sonra bebeğe neler olduğunu biliyoruz.
Ölüm hakkında ise, çok az şey biliyoruz. Ne kadar yaşayacağımızı bilmiyoruz. İnsanlarda ortalama yaşam süresi genel olarak 73, kadınlarda 76, erkeklerde ise 70 yıl olarak belirlenmiş. Dünya tarihi boyunca kayda geçmiş en uzun ömürlü insan, 122 yıl 164 gün yaşayan ve 1997 yılında ölen Jeanne Louise Calment isimli bir Fransız kadınıdır. Ancak, henüz hiçbir insanın 125 yıldan daha uzun süre yaşayamayacağını söyleyebiliriz. 2019 yılında yapılan bir çalışma sonucuna göre; dünyadaki ölümlerin yüzde 74’ünün bulaşıcı olmayan hastalıklara (kalp hastalıkları, kanser, akciğer hastalıkları, sindirim sistemi hastalıkları, nörolojik hastalıklar, diğer) yüzde 14’ünün bulaşıcı hastalıklara (zatürre, ishal, verem, AIDS, sıtma, diğer) yüzde 5’inin kazalara, yüzde 4’ünün yeni doğan hastalıklarına, yüzde 1’inin intihara, yüzde 1’inin de kişiler arası şiddete (cinayet, savaş, terörizm) bağlı olduğu belirlenmiş. Neden öleceğimizi bilemiyoruz, ama yukarıdaki sebeplerden biri yüzünden öleceğimiz kesin.
Doğduğumuz andan itibaren, ölüme doğru yol almaya başlarız. Ölüme ilişkin farkındalık edindiğimiz andan itibaren de bu konuda kaygılanırız. Doğduğumuzda iki kez nefes alırız. İlkini doğum kanalından geçerken sönmüş akciğerlerimizi şişirmek, ikincisini düzenli solunum yapmaya başlamak için. Ölürken de fazladan aldığımız bir nefesi geri veririz. O yüzden ölenler için ‘son nefesini verdi’ denilir. Dolayısıyla yaşadığımız her an ölüme olan borcumuzu ödemiş oluruz. Geride bıraktığımız zamanlar, ölümün bizden aldıklarıdır.
‘Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı’nda, Chuang Tzu’dan alıntıyla şöyle deniyor: “Bir adamın doğuşu onun kederinin de doğuşudur. Ne kadar uzun yaşarsa o kadar aptallaşır, çünkü kaçınılmaz olan ölümden kaçınma endişesi giderek artar.”
Ölüm, hakikatin yeryüzündeki gölgesidir. Bütün canlıların, ama en çok yaşadığının ve ölümlülüğünün farkında olanların üzerine düşer. Bu gölge insanları, gerçekliğin doğrudan bakıldığında kör eden ışığından korusa da gölge altındaki sıcaklığın kendisi de yakıcıdır.
Hepimiz ölümden korkuyoruz. Bu korkunun farklı gerekçeleri var. Kanaatimce, bunların başında ‘bilinmezlik karşısındaki endişe’ geliyor.
Bir kavram hakkındaki bilgiye değişik yollarla ulaşabiliriz: bizzat deneyimleyerek, bizim yerimize bir başkasının deneyimlemesini talep ederek, deneyimleyen bir kişinin aktardığı duygu ve düşünceler üzerinden, bilimsel yöntem kullanarak.
Bazı bilgileri bizzat yaşayarak edinmek mümkündür. Örneğin; bir yiyeceği pişirirken elimizi ateşe uzatırsak canımız yanar, cildimiz kızarır ve şişer. Bu bilgiyi edinmiş bir kişi olarak, elimizin yanmaması için bir sonraki sefer maşa kullanabiliriz. Ölümü bizzat deneyimlemek ve sonrasında bu deneyim üzerinden yaşantımıza yön vermek ise mümkün değildir. Üstlenmemiz gereken bazı sorumlulukları yerine getirmeye hazır olmadığımızda, bunu bizim adımıza yapabilecek bir başkasından talep edebiliriz. Örneğin; uçaktan paraşütle atlamamız gerektiğinde, bunu yerimize başkası üstlenebilir. Ancak, hiç kimse -buna gönüllü olsa da- bir başkası yerine veya onun adına ölemez.
Kişisel olarak gerçekleştiremeyeceğimiz bir durum söz konusu ise, bunu daha önce yaşamış birisinin tecrübeleri üzerinden bilgi sahibi olabiliriz. Örneğin; bir astronotun anılarını okuyarak veya dinleyerek, uzay yürüyüşüne ilişkin fikir edinebiliriz. Ancak, daha önceden ölmüş bir kişinin deneyimlerine ulaşma, dolayısıyla ölmenin insanda nasıl bir duygu oluşturduğunu bilme imkânımız yoktur. Bir kavram hakkında; gözlemde bulunarak, hipotez kurarak, hipotezimizi deneyler üzerinden test ederek bir sonuca varabiliriz. Örneğin; suyun 100 derecede kaynadığını laboratuvarda yaptığımız deneylerle kanıtlayabiliriz. Ancak, ölüme dair bir hipotez oluşturmamız ve bu hipotezi sınamamız mümkün değildir. Bütün bunlardan ötürü, ölüm bizi korkutur.
Korku oluşturan bir başka sebep de ‘ne zaman ve nerede öleceğimize ilişkin belirsizlik’tir. Ölüm hakkında kafa yoracak yaşa geldiğimizde, ne kadar ömrümüz kaldığını da merak ederiz. Çoğunlukla buna bir cevap bulamayız ve aslında bunun için hayıflanmayız. Ölümcül bir hastalığımız varsa, kalan süremizle ilgili yaklaşık bir fikir edinebiliriz. Bunun dışındaki durumlar çözümü olmayan muammadan ibarettir. Ama bilinç sahibi bir insan bu konuda düşünmekten vazgeçmez. Ölüm bizi her yerde bulabilir. Sarp ve sağlam kalelerde, korunaklı evlerimizde, işyerimizde, hastane yatağında, pazarda, kumsalda, arabada, vapurda, uçakta veya yabancı bir ülkede. Çoğumuz, ölüme tanıdık bir limandan uğurlanmak isteriz. Ancak, bu tek yönlü yolculuğun biletini kendimiz seçemeyiz.
Bir diğer korku gerekçesi ‘ölüm süreci ile ilgili kaygılar’dır. Nasıl öleceğimizi düşünürüz. Uyku sırasında huzur içinde, ani bir kalp krizi sonucunda, bir uçak kazasında, savaş sırasında atılan bir bomba ile, ölümcül bir hastalık sırasında acılar çekerek, beyin kanamasına bağlı koma halindeyken, deprem sırasında enkaz altında kalarak, bir ameliyat sırasında, bir denizaltının patlaması sonucunda veya uzayda havasızlık nedeniyle ölebiliriz. Aslında ölümün nasıl gerçekleştiğinin bir önemi olmadığını biliriz. Ancak, küçükken büyüklerimizden çoğu ürkütücü ölüm hikâyeleri dinleriz. İlerleyen yaşlarda dostlarımızı, sevdiklerimizi kaybederken onların ölüm süreçlerine bizzat tanıklık ederiz. Bunlar zihnimizde, kimi ölümlerin daha tercih edilebilir olduğuna ilişkin yanılsamalı bir imge oluşturur. Sonuç olarak, ölüm her zaman kendisine uygun bir vesile bulur. Hakkında kesin hükme varılmış kimseyi geride bırakmaz. Bu vesilelerin bazıları bize korkutucu görünse de ölümün penceresinden bakıldığında bütün insanlar eşittir.
Üzerine düşünerek cevap bulamayacağımız bir başka soru da ‘ölümden sonra bize ne olacağı’dır. Bu belki de insanlık tarihi boyunca en çok merak edilen konulardan birisi olmuştur. M.Ö. 3000 yılları antik Mısır’dan kaldığı düşünülen ‘Mısır’ın Ölüler Kitabı’ ölümden sonraki yaşamda ölen kişiye yol göstermek ve hayatını düzenlemek amacı ile oluşturulmuş metinlerden oluşmaktadır. Kitapta özetle, ölüm olayından sonra fiziksel bedenini terk eden ruhun öte aleme göçtüğü, burada kendisini bir hesaplaşma, bir yargılanma beklediği, bu yargılanmada vicdanın rolünün çok önemli olduğu, yargılanma işleminden sonra bazı ruhların tekrar yeryüzünde doğduğu, bazı yükselmiş ruhların ise İsis ve Osiris’in hükümranlığındaki organizasyonlarda görevler aldığı anlatılır.
M.Ö. 2000 yılları antik Mezopotamya’dan günümüze ulaşan ‘Gılgamış Destanı’nda ise; dostu Enkidu’nun ölümünden ötürü acı çeken Uruk Kralı Gılgamış’ın sonsuz yaşamın gizemini keşfetmek için uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkması anlatılır. En sonunda ‘Aradığın ölümsüz hayatı, asla bulamayacaksın. Tanrılar insanı yarattığında insanın payına ölüm düşmüştür ve tanrılar, hayatı kendi ellerinde tutmuştur.’ bilgisini öğrenir. Kutsal kitaplarda da ölüme ilişkin şöyle ifadeler yer almaktadır. ‘Eski Ahit’te; “Rab öldürür de diriltir de ölüler diyarına indirir ve çıkarır.” ‘Yeni Ahit’te; “Kutsal yazılar uyarınca Mesih günahlarımıza karşılık öldü, gömüldü ve Kutsal yazılar uyarınca üçüncü gün ölümden dirildi.” ‘Kur’an-ı Kerim’de; “Siz cansız iken sizi dirilten Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” Bazı İslam kaynaklarına göre ölüm sonrası olacaklar şöyle tanımlanır: “İnsan öldükten sonra, iki melek kendisine gelerek soru soracaklar, iman sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılacak, kâfirler ise doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacaktır.
Görüldüğü üzere; insanlığın kadim metinlerinde ve kutsal kitaplarda ölüm ve sonrası benzer şekillerde tanımlanmış, bir hesaba çekilme, yeniden diriliş ve başka bir alemde sonsuz bir hayattan söz edilmiştir. Filozofların yaklaşımları biraz farklıdır: Sokrates; “Ölmek şu ikisinden biridir: Ya bir hiç haline gelmedir, hiçbir şeyin hiçbir şekilde bilincinde değildir ölen kişi; ya da söylendiği gibi bir değişim, ruhun başka bir yere göçmesidir. Hiçbir duyum yoksa onda, uyuyanın hiçbir rüya görmediği bir tür uyku gibiyse, ölüm ne muazzam bir kazançtır! Öte yandan, ölüm buradan başka bir yere giderek mekân değiştirmek gibi bir şeyse, yani söylenenler doğruysa; sakın bütün ölülerin bulunduğu yerde daha büyük bir iyilik bulunmasın?” Epikuros ise konuya çok başka şekilde bakar: “Kötülükler içinde en tüyler ürperticisi olan ölüm, bizim için hiçbir şeydir, çünkü biz varken ölüm yoktur; ölüm gelince de biz yokuz. Buna göre ölüm ne yaşayanları ilgilendirir ne de ölüleri, çünkü yaşayanlar için ölüm yoktur, ölüler ise zaten yoktur.”
Ölüm sonrası olacaklara ilişkin; filozofların düşüncelerine yakın hissetmekle birlikte, bu konunun akıl yoluyla bilinemeyeceğini, inanç yoluyla idrak edilebileceğini düşünüyorum.
Ölümün en korkutucu yanlarından birisi de ‘dünya üzerindeki varlığımızı sona erdirecek olması’dır. Bu ontolojik tehdit duygusu bizi çok derinden etkiler. Çocukken dinlediğimiz bütün masallar ‘bir varmış, bir yokmuş’ diye başlar. Bunun anlamını o yaşlarda pek düşünmeyiz, sonradan fark ettiğimizde birden irkiliriz. Bilincimiz, duygularımız, düşüncelerimiz, anılarımız, sevdiklerimiz, bedenimiz, yediklerimiz, içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz, okuduklarımız, sohbetlerimiz bir varmış bir yokmuş. Belki bu yüzden dünyaya sağlamca tutunmak, kök salmak isteriz. Kimileri bunun için; sahip olmayı, muktedir olmayı, biriktirmeyi, tüketmeyi, bazıları da anlamayı, öğrenmeyi, üretmeyi, yaratmayı, paylaşmayı, iyilik yapmayı, hatırlanmayı, sevmeyi ve sevilmeyi tercih eder.
Ölüm bize ‘geride kalan sevdiklerimizi’ de düşündürür. Biz ölünce hayatları eskisi gibi olabilecek midir? Onlara iyi insan olmak, güzel yaşamak, ölüme huzur içinde gidebilmek konusunda uygun bir kılavuzluk yapabilmiş miyizdir? Beraberken kurduğumuz ilişki, yokluğumuzda onların yoluna zorlanmadan devam etmelerini sağlayabilecek midir? Danimarkalı psikolog Erik Erikson şöyle diyor: “Büyükleri ölümden korkmayacak bütünlüğe sahipse, çocuklar hayattan korkmayacaktır.” Bir yandan da kendimizi düşünürüz: Acaba bizi gerçekten sevmişler midir, üzülmüşler midir, hayırla yad edecekler midir, samimi bir helallik verecekler midir? En can alıcı soru da şudur: ‘sevdiklerimizin yüreğinde bir iz bırakabildik mi, hep hatırlanacak mıyız?’
Ölüm kapımızı çaldığında, ‘planlarımız ve hedeflerimiz’ yarıda kalır. İnsanoğlu plan yapmaktan vazgeçmez. Oysa gitme vakti geldiğinde, bunu geciktirebilecek herhangi bir mazeretimiz kalmamıştır. Gyalse Rinpoche’nin dediği gibi; “Gelecek hakkında planlar yapmak, kuru bir derede balık avlamaya gitmek gibidir, hiçbir şey istediğiniz gibi sonuçlanmaz.” İzlenecek en uygun yöntem, akılcı hedefler koymak, makul bir sürede gerçekleştirmeye çalışmak, mümkün olmuyorsa yakınlarımıza vasiyette bulunmak olabilir.
Jim Jarmusch tarafından yazılan ve yönetilen “Only Lovers Left Alive” adlı film insanlığın ölümsüzlük düşlemlerine yönelik ilginç bir bakış sunar. Fimde, iki yüzyıldan uzun süredir birlikte olan Adam ve Eve adlı iki vampirin öyküsü üzerinden varoluşsal sorunlarla ilgili derin bir hikâye anlatılır. Adam ve Eve; bir yandan sonsuz yaşamın getirdiği melankoliyle mücadele ederken, öte yandan insanlığın çağlar boyunca tüm canlılığı ve dünyayı hoyratça yok etmesine ilişkin hayal kırıklıklarını sergilerler. Sonsuz yaşamda pek çok şey anlamsızca kendisini tekrar eder, nihayetinde iz bırakmadan silinip gider. Gerçekten değerli ve kalıcı olan pek az şey vardır: aşk, müzik ve sanat.
Sanat, edebiyat ve felsefede ‘Memento mori’ ifadesi sıkça kullanılır. Bu, ‘ölümü hatırla’ anlamına gelen Latince bir deyimdir. Roma imparatoru ve stoacı bir filozof olan Marcus Aurelius’un, bu sözü ara ara kulağına fısıldaması için özel olarak birisini görevlendirdiği rivayet olunur. ‘Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı’nda da bazı ustaların öğrencilerini, kendi ölümleri üzerine canlı senaryolar kurgulamaları için yönlendirdiklerinden söz edilmektedir. Bu konuda, Hz.Muhammed’e atfedilen bir hadis ise şöyledir: “Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın.”
Ölüm, faydalanmak isteyenler için çok öğretici bir var olma kılavuzudur. Kimileri herkesin geçtiği yollardan yürümeyi, bazıları da kendi yolunu çizmeyi tercih eder. Farklı rotalar izlesek de sonunda ulaşacağımız menzil aynıdır. Sonsuz yaşam hayalleri kurmak yerine, sınırlı hayatımızı sağduyuyla geçirip olgunlukla tamamlayabiliriz. Öldükten sonra bize ne olacağını bilmiyoruz, ama yaşamak istediğimiz hayatı şekillendirebiliriz. Kendimizi ve insanlığı anlamaya çalışabiliriz. Tüm canlılara ve dünyaya iyilikle, nezaketle, merhametle yaklaşabiliriz. Bilinmezliği kabullenebilir, belirsizliğe tahammül edebilir, sevdiklerimizin yüreğine yerleşebilir, gerçekleşmemiş hedeflerimizle barışabilir, varlığımızı aşkla, sanatla, müzikle anlamlandırabilir, ölümü cesaretle karşılayabiliriz.