Belki bu süreç en iyi versiyonuna dönüşmen için “sana” bir çağrıdır?
Potansiyelini ortaya koyman ve yeniden “hatırlaman” için hediyedir.
En iyi OL’duğun an, ne yaparkenki halin? En akışta, en kendin en çabasız halin?
Hizmetin ne? Bu dünyaya… Ve elbette…
Kendine?
Hadi yeniden O’na dönme zamanı…
Karantinanın ilk günleriydi, defterime kendime not olarak yazmıştım bu yazıyı. Hayatta her şeyin bir getirisi olduğuna inandığımdan, bu sürecin bana getireceklerini gözlemlemeyi unutmamak içindi bu satırlar.
Herkes bu süreci bir şekilde farkındalıkla tamamlayacaktı biliyorduk. Bunun illa çok büyük bir şey olmasına gerek yoktu, bakkalınla bile “bir virüs dünyayı ne hale getirdi, insanın hayat üzerinde aslında hiçbir kontrolü yokmuş” tadında sohbet ettiysen, o bile farkındalıktı.
Tüm insanlığa “neler oluyor” diye sordurttu. Bir sonraki etabın uzaylıların istilası olabilme ihtimaline inanıp, bugüne kadar izlediğimiz bütün bilim kurgu filmlerinin senaryolarını hatırladık.
Herkesin payına başka bir şey düşecekti. Çocukların, yetişkinlerin, ülkelerin, politikacıların, sağlıkçıların, evlilerin… Amacım zaten hemen hemen herkes tarafından sorgulanan pandeminin ruhsal boyuttaki hediyelerini tek tek açmak değil ama olur olmadık yerde karşımıza çıkan mesajlara inanırım… Hala ve hep… Evrenin bir şekilde bizimle iletişim kurması şart çünkü. Yürü demesi, dur demesi, yapma demesi, hadi ne duruyorsun demesi için bir dil kullanması gerekli. Bu defa bizi hasta etmeyi seçti.
Komplo teorisinden, kadim kaynaklara kadar farklı yorumlarla bu konu işlendi zaten. Sadece birey bazında “BEN” neler yaşadım neler değişti hayatımda diye sormak ve sordurmak istedim.
Ben şanslıydım çünkü Ege’deydim. Buraya, Urla’ya, pandemiden çok önce, ancak benim hayatımın ruhsal pandemisi diyebileceğim bir dönemde, içimdeki virüs beni günden güne kemirip yok ederken, kendi karantinamdan çıkıp gelmiştim. Hayatımın kadersel yol ayrımı, dönüm noktasıydı. Biliyordum ki; “Kimse çıktığı yolda kendisi kalmazdı. Yol insanı daima başkalaştırırdı”. Başkalaşmıştım.
Zaten uzun yıllardır tanıdığım ve çok sevdiğim “yalnız” olma halini, daha derinlemesine yaşamanın yanında hiç kendimden beklemediğim şekilde doğa ile bağ kurma şansım oldu. Badem çağlası ile kayısı çağlası arasındaki farkı, dalından bardacık toplamayı, kışlık patlıcan yapmayı, eve giren çekirgeyi çığlık atmadan ve zarar vermeden dışarı çıkarmayı öğrenmiştim. Sevdiğim her şey değişmeye başlamıştı. Evime doğan güneşi, bahçemdeki lavantalardan her gün birkaç tane toplamayı, Türk kahvesini şekersiz içmeye alışmayı, kedim Leyla’yı kaybolacağından korkmadan bahçeye bırakabilmeyi, edebiyatı ve okunacak daha milyonlarca kitap olmasının yarattığı coşkulu heyecanı seviyordum artık. Doğayı izlerken onun kendi halinde ve akışında hiçbir şeye direnmeden, olana izin veriş hali bana, hayatın; geçmişin geleceğin ve şimdinin bütün olduğu kutsal bir süreklilik olduğunu hatırlattı.
Belki de en önemlisi; hayatımda var olan her şeye bir anlam yüklemeyi, devamlı mana arayışında olmayı bıraktım. Çünkü artık biliyorum; her şeyin anlamı ve manası BEN’im. Baktığım, gördüğüm, dokunduğum her şey benim yansımam.
Şimdi başka bir içsel yolculuk zamanıydı ama bu defa sadece bireysel değildi, kolektifti… Tüm dünya aynı anda bir şeyler öğrenmek zorunda kalmıştı. Hepimiz aynı sınıftaydık.
Ben değil biz…
Madde değil mana…
Cevap değil soru…
Almak değil vermek…
Tutmak değil bırakmak…
Yıllar sonra anlatacak o kadar çok deneyimimiz olacaktı ki; zaten insan anlatacak bir geçmiş bulamadıktan sonra neye yarar? Yaşayacağız, acılar çekeceğiz, mutlu olacağız, şaşıracağız, hayallerimiz kırılacak ki adına “yaşam” densin… Yaşayalım ki üzerine romanlar yazalım, besteler yapalım, filmler çekelim ki geriden gelen insanoğlu yaşadıklarının tek mağdurunu bir tek kendi bilmesin. Bilsin ki bu bir oyun, atalarından beri…
ve kazananı yok,
kazanan eğlenmesini bilen…
Bu süreç herkes için yuvaya yolculuktu.
Yaşayana da göçene de…
Yuvana, bilişine, ışığına.
Senin için neydi?