Bu denemede pek çok açıdan idealize edilmiş köy ve kent deneyimini sürdürülebilirlik bağlamında karşılaştırmaya çalışacağım. En iyi formların yer aldığı optimum bir karşılaştırma için de kapitalizm öncesi köy deneyimi ile kapitalizm sonrası kent deneyimini ele alacağım. Bu sebeple çizmeye çalışacağım köy portresinin büyük oranda bugüne dair bir görüntü olmadığını belirtmek istiyorum. Ayrıca sürdürülebilirlik açısından bu iki deneyimi birey hayatıyla kısıtlı yönleriyle değil, çok daha geniş bir manzarayı mümkün kılacak temalar üzerinden karşılaştıracağımı söylemeliyim. Bu sebeple temiz hava ve organik besinler gibi sıkça başvurulan karşılaştırmalara yer vermeyeceğim. Hazırsanız başlayalım…
Niçin Köy ve Kent Deneyimi Üzerine Düşünmeliyiz?
Anatomik açıdan ‘’modern’’ addedilen insanlar olarak bizler, yaklaşık 200.000 yıldır dünya üzerinde yaşıyoruz. 1900’lerin başına kadar dünya nüfusunun yaklaşık %80’i köylerde yaşıyordu. 2018 yılına geldiğimizde ise bu oran %45’e kadar gerilemişti. TÜİK’in 2022 verilerine göre Türkiye’de köylerde yaşayan insanlar, toplam nüfusun %6.6’sına tekabül ediyor.
Bu veriler bizlere köy nüfusunun hızla yok olmasının yanı sıra çarpıcı bir bilgiyi daha veriyor. Öyle ki bugün insan hayatı için pek çok açıdan vazgeçilmez ve başka bir ihtimalden söz edilemez olduğu düşünülen ‘’kent hayatı’’, dünya üzerindeki hayatımızın sadece %0.05’lik kısmına isabet ediyor. Fakat kapitalizmin, kendinden önce makul bir yaşamın olmadığına dair illüzyon yaratma becerisi yadsınamaz.
Peki kapitalist dünyanın tam manasıyla köy deneyimini sürdüren insanlara ihtiyacı yok mu?
Aslına bakarsanız yok… Yapılan projeksiyonlara göre modern teknolojilerle donatılmış gelişmiş bir kapitalist ekonomide ülke nüfusunun yalnızca %5’inin toprakla ilgilenmesi yeterli. Üstelik toprakla ilgilenen insanların da tam manasıyla köy deneyimini sürdürmelerine hiç gerek yok.
O zaman bunca insan ne yapacaklar?
Türkiye’ye dair verileri tam olarak bu sebeple verdim. Şayet Türkiye ideal bir şekilde modern teknolojilerle donatılmış gelişmiş bir kapitalist ekonomiye sahip olsaydı, %6.6’lık köy nüfusu bağımsız bir biçimde ihtiyaçları karşılamak için yeterli olacaktı. Bu oranın dışında kalan insanların bugün Türkiye’de ne yaptığına bakarak bunca insanın ne yapacağı sorusuna cevap arayabiliriz.
Türkiye’de yaklaşık 1950’lerden beri kent hayatının sosyokültürel çekiciliği ve köy hayatının imkansızlıkları gibi pek çok sebeple nüfusun büyük şehirlere doğru aktığını ve göç eden bu insanların çoğunlukla kentlerin varoşlarındaki gecekondulara mahkum kaldığını biliyoruz. Gecekondu ve yerleşik kent hayatı ikililiğinin oluşturduğu sosyolojik ve ekonomik handikaplara değinmeyeceğim. Bunun yerine John Berger’den ufak bir alıntı yapmakla yetineceğim.
‘’Modern tarih, eskiden kalmış dinsel lanetleme kategorilerinden bazılarına yeniden varlık kazandırdı: Hitlerin imha kampları cehennemin gerçekleştirilmesiydi. Gecekondu bölgeleriyse insan eliyle inşa edilmiş birer limbo’dur*.’’
*Limbo: Roma Katolik Kilisesi teolojisine göre ölüm sonrası ölenin işlediği günahlardan dolayı ruhunun lanetlenmesine rağmen cehenneme atılmaması.
BM Konut ve Sürdürülebilir Kentleşme Konferansı verilerine göre bugün tüm dünyada yaklaşık bir milyar insanın gecekondularda yaşadığı düşünülüyor…
Tüm bunlar ve daha nicesinin ışığında köy ve kent deneyimi üzerine yeniden düşünmenin, sağlıklı insan ve toplum hayatının sürdürülebilirliği özelinde ne denli elzem olduğu aşikardır sanıyorum. Ben de bu düşünce macerasına birkaç tema üzerinden destek vermek istiyorum.
Evrensellik
Köy deneyimi büyük oranda evrenseldir. Bugün bile dünyanın çeşitli birbirlerine uzak yerlerinde gözlem yapma imkanı bulduğunuzda, köylerin kentlere nazaran çok daha fazla ortak yön içerdiğini görebilirsiniz. Çünkü kent deneyimi ayrıcalıklar ve “çeşitliliğe” yönelik toleranslar sunar. Buna karşın köy deneyimi zorunluluklar ve zorunlulukların var ettiği ortak “pratikler” üzerinde kurgulanır. Bu pratikler, insanlık tarihinin en kadim ve en uzun süre sürdürülebilmiş deneyimlerini kapsar.
Köy deneyiminin sürdürülebilirliğine dair anahtarı bu evrensellikte bulabiliriz. Buna rağmen içinde yaşadığımız çağdaş dünyada kent deneyiminin çeşitliliğe bir ölçüde tolerans gösteren sosyal imkanlarının ne kadar göz ardı edilebilir olduğunu sizlere bırakıyorum. Belki de köy deneyimi, kapitalizm gölgesinde evrilmeden bazı veçheleriyle çağdaşlaşabilseydi bambaşka bir manzaraya tanık olabilirdik. Tabii bunu asla öğrenemeyeceğiz…
Cinsellik
Kent deneyiminin pek çok açıdan entelektüel sermayeyi yücelttiği yadsınamaz bir gerçek. Bu çoğu zaman toplumsal statüler ile sınırlı bir “yüceltmeden” çok daha fazlasını kapsıyor. Öyle ki kent deneyiminin imkan tanıdığı pek çok meslek için ortalama insan ömrüne kıyasla oldukça uzun süren bir eğitim hayatına ihtiyaç duyuluyor. Ayrıca kent deneyimine içkin olan “başarılı” addedilme arzusu, karşılanması için muhtaç olduğu zaman ve enerji ile bazı kişisel ihtiyaçların geri plana itilmesine/ertelenmesine sebep olabiliyor.
Yapılan pek çok araştırma entelektüel seviyenin arttıkça libidonun düştüğünü ve entelektüellik ile cinsel fonksiyon bozukluklarında anlamlı bir korelasyon olduğunu ortaya koyuyor. Bunun yanı sıra kent deneyiminin cinsellik algısı çoğu zaman seçilen partnerin sosyokültürel durumu, ekonomik refahı, ideolojik görüşleri ve kent hayatının normlara uygunluğu gibi faktörlerle ilintiliyken köy deneyiminin cinsellik algısı görece daha yalın, ‘’tabii’’ ve dolayısıyla ilkel bir biçimde karşımıza çıkıyor. İnsan için tüm bagajlarıyla kompleks bir cinsellik ile daha ‘’ilkel’’ bir cinsellik arasında hangisinin daha ‘’iyi’’ olduğunun kararını da sizlere bırakıyorum.
Yeme Ritüelleri
Yeme içme ritüellerinin tüketici davranışlarını ve kültürel farklılıkları ortaya koymakta iyi bir saha olacağını düşünüyorum. Aynı zamanda bu örnek çoğu zaman tüketim toplumu nosyonu ile bir görülen kent insanları hakkında bizlere bir şeyler söyleyecektir.
Bu bölümde yemek ritüellerini John Berger’den faydalanarak üç kısımda inceleyebiliriz. Fakat ben bu deneme özelinde hem ihtiyaç duymadığımız için hem de “geleneksellik” üzerinden bize fazla bir done vermeyeceği için işçi sınıfını dışarıda bırakıyorum. Çünkü işçi sınıfının yeme alışkanlıkları büyük bir oranda ekonomik dalgalanmalarla ilintili ve haliyle pek geleneksel değildir.
Köy ve kent deneyimi ritüellere içkin olarak yemeğin kıymeti ve ifa ettiği anlamlar açısından farklılıklar taşır. Kent deneyiminde ritüelistik açıdan en kıymetli öğün akşam yemeğiyken köy deneyiminde ise bu öğün öğle yemeğine isabet eder. Kent deneyiminde öğünün kendisinden ziyade temsil ettiği içerikler kıymetlidir. Fakat bu içerikler besin değerinden ziyade sunum, ambians ve sofranın paylaşıldığı kişiler ile ilintilidir. Buna karşın köy deneyimindeki bu ana öğün öğle saatinde, yapılan ve yapılacak olan işlerin arasına koyulmuş ve bedensel faydası öncelenmiştir.
Tabii burada fayda mefhumu pek çok açıdan çeşitlendirilebilir. Örneğin köy deneyimi daha az bulaşık çıkarmaya ve daha fazla envanteri ortak kullanmaya yöneliktir. Hatta çoğu zaman ekmek veya yerini tutan besinin nihai görevi tabağı temizlemektir. Kent deneyimine karşın sunum yapılmaz. Yemeğin dağıtım görevi ihtiyaç duyan ilk kişiye ya da masadaki herkese eşit olarak paylaştırılır.
Köy deneyiminde masadaki her şey belli bir oranda “tanıdıktır”. Bu ürünler ya doğrudan kendi emeklerinin bir sonucu ya da kendi emekleriyle “takas” edilebilecek şeylerdir. Haliyle yiyecek ile kurulan ilişki görece daha kutsal ve doğrudan bir bağ içerir. İsrafa yer verilmez. Kent deneyiminde ise sofranın “bolluğu” edinilen servete ve yaşam stiline yönelik bir övgüdür. Bazen yemeğin kendisi sofradaki sözgelimi bir konukta uyarılacak hayranlık hissinden çok daha az kıymetlidir. Önce yemeğin “artık” oluşuna izin verilir, daha sonra iyi niyetliyseler bu “artık” sürdürülebilir addedilen yöntemlerle değerlendirilir.
Kostümler ve Beden
Kent deneyiminin ideolojik ve kültürel kodlarına uygun olarak talep ettiği kostüm takım elbise ve/veya çağdaş uyarlamalarıdır. Bu tarz kostümler beden imkanlarını sınırlar. Zaten giyenlerin çoğu zaman masa başında vakit geçiren, yönetici sınıfına dahil insanlar olduğu düşünülür. Haliyle öyle olunmasa bile bu kostümler “öyleymiş” saygınlığını beraberinde getirir. Beden imkanlarını sınırlamak taviz verilebilir bir faktördür. Çünkü kentlerde kostümlerin asıl ilişki kurduğu konu beğenidir. Bu da çoğu zaman moda ile ilintilidir. Kent deneyiminin kostümleri sıkça değiştirilmeli ve modanın beklentilerine uygun kılınmalıdır. Hatta dar kıyafetlerin kan dolaşımını yavaşlattığı, cilt problemlerine sebep olduğu, terlemeyi artırdığı gibi gerçekler bilinse bile moda dar bir pantolon talep ettiğinde tüm bunlar göz ardı edilir.
Köy deneyiminin ideolojik bir kostümü yoktur. Seçilen giysiler köy deneyiminin yarattığı bedensel ritim ile ilgilidir. Bu ritmi gün boyu yapılması gereken işler belirler. Eğilip kalkılacak, diz çökülecek, tırmanılacak ve giyilen giysiler bu işlere imkan tanıyacak biçimde işlevsel olacaktır. Kent deneyiminin aksine giysiler bir başkasının beğenisi ile ilintili değildir. Giyen kişiyi tektipleştirmez ve hatta postürüne çok daha ‘’saygılı’’ bir intiba uyandırır. Kıyafetlerin kullanım ömürleri kumaş ve dikişlerinin ömrü ile doğru orantılıdır. Öyle ki köy deneyiminde bazı insanların giydiği kıyafetlerle hatırlandıklarına bile şahit olabiliriz.
Köy deneyiminin bedensel ritmini güzelce görünür kıldığı için metnin bu bölümünü Karel Čapek’in Bahçıvanın Bir Yılı adlı kitabından bir alıntıyla bitirmek istiyorum…
“Eğer bahçıvanlar doğal seleksiyon yöntemine tabi olsalardı muhtemelen en gelişmiş omurgasızlara dönüşürlerdi. Neticede bir bahçıvanın neden sırtı vardır? Bildiğimiz kadarıyla zaman zaman doğrulup ‘Sırtım ağrıyor’ desin diye. Bir bahçıvan bacaklarını farklı şekillerde katlayabilir, dizlerinin, diz kapaklarının, topuklarının üzerine oturup yine bacaklarını bir şekilde aşağı almayı başarır, parmaklarını delikleri kapatmak için, avuçlarını çamur yapmak için kullanır, kafasıyla boru tutar; sadece sırt kısmı bahçıvanın eğip bükmek için beyhude yere uğraştığı esnemeyen bir bölümdür.”
Bu denemede çeşitlendirilebilecek temalar üzerinden deneyimin ta kendisinin sürdürülebilirliğine odaklanmaya çalıştım. Umarım sürdürülebilirlik özelindeki bakış açımızı geliştirmemize yardımcı olmuştur.
Kaynakça
The Eaters and the Eaten, The Sense of Sight, John Berger
Kültür Üretimi, Pierre Bourdieu
Bahçıvanın Bir Yılı, Karel Čapek
Türkiye İstatistik Kurumu
BM Konut ve Sürdürülebilir Kentleşme Konferansı Habitat Ⅲ Raporları
Kapak Fotoğrafı: Pexels | Pixabay