Eda Soylu ile Yerleştirme Sanatı Üzerine 

Güncelleme Tarihi: 25 Temmuz 2022

Eda Soylu, Türkiye’de yerleştirme sanatı denince ilk akla gelen isimlerden. 10 senedir yakından takip ettiğim sanatçı ile bir tesadüfün izlerini sürerek başladığı yerleştirmenin felsefi boyutu ve üretim motivasyonu üzerine konuştuk. 

Yerleştirme sanatına olan ilgin nasıl başladı?

Yerleştirmeye olan ilgim aslında 2012 yılında başladı. O dönem Roma’da yaşıyordum ve okulum bir Avrupa onur programı ile beni altı aylığına oraya göndermişti. Yaşadığım yer, bir Yahudi gettosuydu. Bir gün evden çıkıp bakkala giderken yerde gözüme parıldayan kareler gördüm. Ne olduklarına bakmak için gittiğimde bunların üzerinde; soykırım kurbanlarının İtalyanca bir şekilde doğdukları tarih, Auschwitz,Dachau gibi gönderildikleri kamp, ölüm tarihleri gibi bilgiler, minicik avuç içi büyüklüğündeki bir karenin içinde yazıyordu. Sonradan öğrendim ki bunlar Gunter Demnig adında, mimar-sanatçı muhteşem bir kişinin eserleriymiş. 

Bu eserlerden Avrupa’nın dört bir yanında apartmanların arasında 60.000 tane varmış. Bunları, ayaklarımızın altında görmeden çiğneyip de geçebiliyoruz. Eserleri bir kere gördüğümde ki bana da olan o oldu; kendimi Avrupa’nın neresinde olursam olayım başım öne eğik bir biçimde bu kareleri, yani aslında artık aramızda madden olmayan kişileri ararken buluyorum. Bir iş, bir yerleştirme benim başımı öne eğdiriyor çünkü başımızın öne eğilmesi gerekiyordu ve belki bunun için geç bile kalmış olduğumuz bir durum diye düşündüm. 

Devamında da ben burada o yerleştirmenin bir eylem olarak ne kadar kuvvetli olduğunu gördüm. O zaman 22 yaşındaydım ve o an itibarıyla düşünce biçimim değişti. Resim okudum fakat resim yaparken bile hep yerleştirme odaklı düşünmeye başladım. Çok geçmeden fark ettim ki yaptığımız her şey aslında yerleştirme temelli. Bugün şiir, edebiyat, tiyatro, resim ya da heykel; her ne yaparsak yapalım temelini yer etmekten, yer etme eyleminden alıyor. Yer etme eylemi, aşık olduğumuzda da sevgi yerleştirmek istediğimde de asıl hedef. 

O yüzden yerleştirme, benim için sonradan öğrendiğim bir kavramdan ziyade hep bildiğim ama artık kullanacağımı öğrendiğim, kendimi bu konuda eğittiğim bir yöntem ve biçim oldu. Bu nedenle yerleştirme kavramı, bende çok doğal bir biçimde akıyor.

Yerleştirmede senin ilk ilhamın dış mekanda olmuş. İç mekan ya da dış mekan olması senin çalışmalarında nasıl bir fark gösteriyor?

Onu iş belirliyor açıkçası. Aynı işi dış mekan ve iç mekanda sergilediğim de çok oldu. O zaman benim ona yaklaşım biçimimin de değişmesi icap ediyor. Tabii ki dış mekan olunca hava faktörünü, işlerin onlardan etkilenme durumunu da düşünmek zorundayım.

Mekan o kadar önemli ki benim için, dışarıya ya da öyle alelade “Hadi bunu çime koydum, bunu toprağa koydum, bunu da evin koridoruna koydum.” diyemiyorum. Her mekana özel düşünüyorum. Hiç aleladeliği kaldırabilen bir yaklaşım biçimi değil yerleştirme; özen istiyor, itina istiyor. 

Bir de seninle eserlerinin dokunulmazlığı üzerine konuşulmuştu. Sen aslında dokunulurluğu mu savunuyordun? 

Ben, işin dokunulurluğuyla şöyle bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum: En temelde ben bu işi neden yapıyorum? Dürüst olayım, biraz klişe belki ama bir kalbe, bir ruha, bir yere dokunabilmek için yapıyorum. Önce kendimde, ardından karşımdaki kişide içeride bir yere dokunabilmek için, iletişim kurmak için yapıyorum. O iletişim kurma durumu bence izleyici ile eser arasında gerekli bir kavram; ancak tabii ki esere zarar verilmemeli. 

Bu ince bir çizgi ama insanlar eserlerime dokunduğunda ben mutlu oluyorum. Müdahale gördüğümde mutlu oluyorum. Mesela Balat’daki betona çiçek gömerek yaptığım sokak yerleştirmeleri…

Onlar, oradaki duvar boyayan kişiler tarafından müdahale gördüğünde, çiçeklerin de betonların da boyandığını gördüğümde büyük mutluluk duyuyorum. Çünkü iş yerleşmiş anlamına geliyor. Sonuçta söküp atabilirler de… 

Hayatlarımızda her şey sökülüp atılıyor. Her şey bu denli hızlı değişirken bir şeylerin mahallelerden sökülüp atılmıyor olması ve yıllarca kalabilmesi beni büyülüyor. 

Peki, normalde çok farklı malzemeler ve teknikler kullanıyorsun ama kullanılmış eşyalar ya da objeler üzerinden yerleştirmelerini yapıyorsun. Burada da aslında kaybolacak veya sen onlara sahip çıkmazsan yolunu kaybedecek şeyleri bir araya getirmenin altında yatan duygu ve düşünce durumu nedir? 

Buluntu objeler ile çalışmayı gerçekten çok seviyorum çünkü onların içine yer etmiş, nüfuz etmiş anılar oluyor. Sonuçta onlar da her şeyi bizim gibi kodluyor, onların da hafızaları var, bellekleri geniş. Bu yüzden onlarla beraber çalışmayı çok seviyorum. Tabii bu demek değil ki ben eskici eskici gezip kendime obje arıyorum…

Yine de konu gerektirirse, mekan gerektirirse onu da yapıyorum. Örnek olarak Kadir Has Üniversitesinde “Evi Yeniden Kurmak” sergisinde böyle bir yol izledim. Orada hem kendi evimdeki pencere, kapı gibi parçaları dört duvar kalacak şekilde sökmüştüm hem de kentsel dönüşümde kenara fırlatılmış bütün moloz yığınlarından ve yoldan bulduğum kapılardan, pencerelerden yerleştirmeler yapmıştım. Çünkü hüzün gerekiyordu. Çünkü göçebe hayatları yaşadığımıza anımsamamız gerekiyordu… İnsanlar artık bir sırt çantasına ev demek durumunda kaldı. 

2016’da bu mevzu daha da yoğundu ve bizim artık bir üçgen, bir kareye ev diyemediğimiz yaşantılarımızda bir şeylere daha da dikkat çekmemiz için o yaşanmışlık gerekiyordu.

Eda Soylu ile Yerleştirme Sanatı Üzerine 

Göçebelikle yerleştirmenin iyileştirici bir bağı var mı?

Aslında bizde kod olarak var olan madden göçebelik, bir yerde uzun süre barınmama durumu… Bu noktada bence yerleştirme, insana “Nerede barınıyorsun ve diğer barındığının alanlara gerçekten de ihtiyacın var mı?” sorusunu sorduruyor. Çünkü bugün yerleştirme konuşurken bir yerleştirmeyi bir yerden alıp başka bir iç mekanda, bir dış mekana ya da herhangi bir iç mekandan başka bir iç mekana aldığında yeniden onu şekillendirmen söz konusu. Işığını, konumunu, belki ebadını veya miktarını düşünmen icap ediyor ve bu yaklaşım biçimini aslında hayatın her alanında uygulayabilirsin. 

Bugün bir yerden bir yere göç etmek zorunda kalan insanlarla dolu etrafımız. Bizim de başımıza gelebilir böyle şeyler ve orada aslında tutunmamız gereken şey, belki maddi barınaklardan ziyade zaten halihazırda mütemadiyen güvende olduğumuzu, barınıyor olduğumuzu ve içeride bir yerde barınıyor olduğumuzu anımsamak. Ben yerleştirmelerin buna vesile olduğunu düşünüyorum. 

Yerleştirmelerine eser denmesini seviyor musun? Yerleştirmelerini birisi alıp kendi yaşam alanına dahil edeceği zaman senin burada müdahalen oluyor mu? Kırmızı çizgilerin var mı?

Yerleştirmelerim, eğer benim de ulaşabileceğim bir yere gidiyorsa yani dünyanın bir ucuna gitmiyorsa o anda elbette ki onu ben yapıyor olmak isterim. Yahut mesela Anselm Kiefer bugün ölse bu yerleştirmeleri tekrar yerleştirmek hiçbir zaman kolay bir şey değil. Bu nedenle tekrar yerleştirme işlemini yapabiliyorken ben yapmak isterim ama yapamıyorsam da bunun yapılma kılavuzunu yazıyorum zaten. 

Mesela Amerika’ya iş satıyoruz; o koleksiyon ile giden parçalar A-B-C-D diye kodlu bir biçimde gidiyor. Ben de çevrim içi canlı görüşmeler sayesinde bakabiliyorum. Her şeyin bir yöntemi var ama burada önemli olan bence orada yine alelade olmamak. Koleksiyoner aslında sanata alan açarken sanatçıya da iyi bildiği işi tekrar yapabilmesi için alan tanıyor. Bu anlamda yerleştirme eserleri almak, bir fotoğraf almaktan farklı bir yerde duruyor ki fotoğrafı bile tercihen kendim gidip yerleştirmeyi çok isterim. Elbette her işi gidip kendim yerleştiremiyorum ama yerleştirmenin bence böyle mühim bir yanı var. Zaten alan insanlar genelde eserin bulunacağı yeri belirterek alıyor. Onu da istişare ediyorlar.

Yerleştirmede estetikten daha önemli olan konu aslında düşünce ve duygu. Bu anlamda örnekleyebileceğin hiçbir sanatçı-eser satın alan ilişkin var mı? Ya da sana bir brief ile gelip senin onun üzerine çalıştığın bir işin mevcut mu?

Aslında var; geçtiğimiz sene art arda Elif Dürüst’ün ve Selman Bilal’in evlerine birer iş yaptım. İkisinin de otoportre niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Bence ikisi de aslında çok uzun yıllara dayanan bir düşünce sürecinin parçası. Bu noktada bir kişiye ya da mekana has iş yaptığımda en önemli gördüğüm şey, o kişinin ya da koleksiyonerin satır aralarını kitap okur gibi okumak, altını çize çize kelimeler bulmak ve bağlar kurmak. Kendi kurmaya çabaladığım bağı, ilk önce kişi ve mekanla ardından da kişinin o mekanla ve kendiyle kurması yönünde çalışıyorum. Bu, zaten toplamda bir derinlik yaratıyor. Benim de o derinliğe ulaşmam bu vesileyle oluyor. Bu eserler, bu anlamda çok güzel örnekler bence. Genelde de bütün kişiye özel veya mekana yaptığım işlerde ya da sergilerimde böyle bir yaklaşım içinde bulunuyorum. 

Peki yerleştirme sanatçısı olmak için ne yapılıyor? Böyle bir bölüm var mı, yoksa gerçekten yerleştirme yapan insanlar, önce sanat tarihi, ondan sonra da herhangi bir disiplin öğrenip kendi yolunu mu buluyor? 

Böyle bir bölüm benim okuduğum zamanlarda yoktu. Şu anda da olduğunu düşünmüyorum ve olmamasını da normal buluyorum. Çünkü aslında bu, öğretilebilen bir şey değil, zaten bildiğimiz bir şey. 

Kendi kasımı nasıl kuvvetlendirdiğimi anlatayım… Resim okudum ama heykel de yaptım, takı da yaptım. Hatta mobilya bile yapmaya çalıştım. Çok şey yapmaya, okurken bunların hepsini anlamaya çalıştım. Çok yönlü olmak istedim ve diller öğrendim. Mesela Almanca, İtalyanca, Fransızca… Belki şu an hepsinden azar azar konuşabiliyorum ama o ülkelerde yaşasam çok daha iyi konuşabilirim. 

Bunun yanı sıra çok kitap okuyorum. Şiire ve edebiyata muazzam bir tutkum var. Tiyatro da hayatımda çok büyük bir yer kaplıyor ve inanın bunları kendimi övmek için söylemiyorum. Ben yerleştirme sanatını tüm bunlar sayesinde yapabiliyorum. Çünkü bunlar bana kapsamlı ve katmanlı olma alanı sağlıyor.

Mesela atölyede tıkandığımda bu durumu atölyede çözmem. Bu işi masa başında okuduğum bir kitapla ya da bir tiyatroyla çözerim. Yerleştirmenin temelinde yatan öğretileri zaten tiyatro, şiir içinde barındırıyor ve sen onu bazen dar gözlükle göremiyorsun fakat aslında önünde oluyor. Sonra oralardan aldığım tüm cevaplarla tekrar merkeze iniyorum. Bu, bana yaptığım işi hatırlatıyor…

Türkiye’de yerleştirme sanatı nasıl algılanıyor?

Bence bu sorunun yanıtı son birkaç yılda evrim geçirdi. Yerleşik hayatlarımız pandemi ile birlikte bu evrime yol açtı. Son 10 yıldır gözlemlediğim, daha çok adına heykel denmek istemeyen her şeye yerleştirme denmesi şeklindeydi ve yapan kişi de alan kişi de bunu kolay olarak değerlendirdi. Bir koleksiyoner için yerleştirmeye alan açmak o kadar kolay ve hemen bugünden yarına olabilecek bir şey olmayabiliyordu. Fakat bu durum, gelişmiş bir halde şu an. Demek ki bizler de bunu daha iyi yapabiliyoruz ve alıcı kitle buna daha rahat alan açabiliyor. Şimdilerde bence yer etmeyi ve aidiyet kavramını, yerleşmenin ne demek olduğunu daha iyi anlıyoruz. 

Yerleştirme sanatçıları hayatını nasıl kazanıyor? Senin atölyende gelip hazır alınabilecek yerleştirmeler olduğunu düşünmüyorum. Bu sistem nasıl işliyor? 

Ben yalnızca yerleştirme sanatı yapmıyorum. 20’li yaşlarımın ortalarındayken yaptığım bazı hatalar vardı; onları artık yapmamayı öğrendim. Daha mekan belli olmadan, sergileyip sergilemeyeceğim belli olmadan koca koca işleri üretirdim. Mesela yetişkinler için oyun blokları… 350 tane beton blok, her biri 8 kilo… Ben 7-8 yıl bu işleri sergileyemedim çünkü politically incorrect (siyasi olarak yanlış) bulundular. Sonra ne oldu? Kaç ton iş benim elimde kaldı. Şimdi o kadar mekanlarımız yok aslında. Bunları hesap edebiliyor olmamız gerekiyor. Yani yerleştirme sanatı özelinde mekan ve kişi gelmeden aslında üretim aksiyonu gerçekleşmemeli. Yani yine konuyu çöz, kavramı oturt, her şeyi çalış… Ama o üç boyutlu ürünü üretmemek gerekiyor bence. 

Bunun yanında ben zaten bir tek yerleştirme yapmıyorum. Fotoğrafların var, resimlerim var, heykelimsi işlerim var… Bir sürü farklı iş yapıyorum. 

Eda Soylu ile Yerleştirme Sanatı Üzerine 

Yetişkinler için oyun blokları

Niye heykelimsi iş dedin? 

Çünkü emin değilim ne olduklarından. Mesela yerleştirme değiller. Üç boyutlu totem gibi işlerim var. Ben de daha çözmeye çalıştığım için bilmiyorum ama ‘galiba heykel’ diyeceğim işler oluyor. 

Bir heykel yaptığımda heykel ile yerleştirmeyi nasıl ayırt ediyorum mesela? Bence o da güzel bir soru. Bunlara dikkat etmeye başladım. Sonuçta mekan mevzubahis olduğunda ebatlar büyüyor. Boyundan da büyük iş yapmamak gerekiyor. Kafanın ya da kalbinin hızıyla ilerlersen sonra “Ne yapacağım ben şimdi bunlarla?” olabiliyorsun; onları öğrendim. Şimdi o anlamda daha dikkatli ilerliyorum. 

Bitirmek için son bir soru, “yetişkinler için oyun blokları” çok eğlenceli gözüken ama aslında çok da ağır ve sert bir iş. Zaten o yüzden de birazcık arka planda kalmıştı ama galiba şu an değerini bulmaya başladı. Bir de Balat’taki çiçek yerleştirmelerin bana böyle ‘kitsch’ bir gönderme gibi geldi ama ikisi arasında da anlatamadığım bir bağ kuruyorum, onu sen acaba anlatabilir misin?

Bir kere ikisi de aynı yıllar; 2013-2014. Atölyede bir yandan betona çiçek gömerken bir yandan da gerçekten o blokları yapıyordum. O yüzden bence konuşuyorlar birbirleriyle. Aslında ikisinde de o ‘kitsch’ yan var ve benim aslında sığındığım bir kitsch’lik o. 

Mesela ilk önce “yetişkinler için oyun blokları” işinden bahsedeyim. 

Oradaki blokların temel amacı, bir objeyi saklamak ve muhafaza etmek. O obje ise gaz kapsülü. Gaz kapsülü zaten normalde bulundurulmaması gereken bir obje olduğu ve elimizde bundan yüzlerce olduğu için bunları saklamak icap etti. O yüzden de ağır bir proje bu. Şimdi bunları öyle renkli renkli bloklarda sakladığımızda o renkli bloklar şüphe uyandırmıyor. Çünkü çok saf ve oyunsal görülen hâlleri var. Bir de bunları denizle, güneşle, kumla Kilyos gibi bir yerde, daha da kitschleştirip göze iyice güzel görünsün ve kimse bunları sorgulamasın diye fotoğrafladığımızda o zaman içindeki o tehlikeyi iyice örtüyorsunuz. 

Aslında onlar; “O tehlikenin varlığı yok edilmesin, biz bunları yaşadık, bütün bunlar oldu.” ve 11 santimlik yanabilir bir madde olan alüminyumdan oluşan bir gaz kapsülünü yaktığımda puf diye yok olsunlar amacıyla orada varlar. Orada yok olan bir tek alüminyum gaz kapsülü değil. Bizim yakın tarihimiz, hafızamız, toplumsal belleğimiz, bir tek geride kalanlar bireysel bellek oluyor. Çünkü acılar, ruhunda acılar ve hasarlar oluşmuş hepimizin ve biz de onları bir yere kadar hatırlamayı kaldırabiliyoruz haliyle. Çünkü ardı arkası kesilmiyor yaşananların ve üst üste ekleniyor. O yüzden bunların göze güzel görünmeleri zaruri bir durumdu benim için. Kitsch de oradan geliyor.

Aslında diğer beton çiçeklerin de ilginç bir hikayesi var benim için. 2012’de Roma’da yaşadığım dönemde Polonya’ya kampları gezmeye gitmiştim. İlk önce Majdanek adlı bir kampa gittim. Kamp iki kilometreydi ve tur rehberi yoktu. O yüzden turist gibi gezemiyorsun, tek başına geziyorsun ve çıkıyorsun. Korkunç bir yer, gerçekten çok ağır bir enerjisi var. En sonunda anıt mezarda, 40 bin kişinin külleri etrafında yürüyorsun. Dolanıyorsun, kuş bile uçmuyor, geri dönüş yolu iki kilometre, lanet bir yer ve o günden itibaren tabii ki bana rahatsız bir duygu geldi. Ben nasıl Auschwitz’e gideceğim; orası katbekat büyük diye düşündüm… 

Yine de Auschwitz’e çok korkarak gitsem bile yemyeşildi ve çok güzeldi. Orada bütün yaşananları bilmesem, huzuruna kapılırdım ve o anda ilk hissettiğim “Bayıldım ben buraya ya!” oldu ve utandım kendimden. Çünkü bayılamazsın böyle bir yere… Orada, ben hastalıklı güzellik kavramını gördüm. Orada içime güzelliği hastalandırmak fikri oturdu. Bu da bir süre sonra işlerimde tezahür etti. 

Mesela bir betonun içinde çiçek gördüğümüzde, beton o çiçeğin ölümünü yavaşlatıyor. O çiçek can çekişerek ölüyor. O fotoğraflara bakan insanlar ilk önce “Ne kadar tatlıymış, çok güzel pespembe…” gibi tepkiler veriyorlar ki ben de bunu istiyorum. Zamanla orada onun böyle kıvranıp kıvranıp kıvranıp yer çekimine karşı gelemediğini ve düşmeye çalıştığını, rengini kaybettiğini gözlemliyorum ve bana bu yaklaşımları hatırlamamız gerekiyormuş gibi geliyor. 

O yüzden o işler ‘Kitsch’ ya da hem Instagram’da hem de ilk baktığında kolay beğenilebilir, çok şeker olarak adlandırılıyor oysa oldukça iç karartıcı bir halleri var; bundan dolayı onları seviyorum. 

Kapak Fotoğrafı: Soldan sağa Bihter Ayyıldız ve Eda Soylu