“Çingene bizzat bahardır.” der Ahmet Haşim, 1928’de İkdam gazetesi için kaleme aldığı yazısında. Pek çok başka çağrışımı vardır bu sözcüğün zihinlerimizde; kimimizin gözünde Hugo’nun Esmeralda’sı yahut Emir Kusturica filmlerinden bir sahne, kimimizin de kulağında Bizet’in Carmen’i canlanır. Bazılarımız için de sadece bir sözcük. Her ne olursa olsun çingenelerin tarihi ve çingene kültürü gibi konular, merak konusu olagelmiştir.
Sanırım her şeyden önce bazı kelimelere açıklık getirmek gerekiyor. Çingene kelimesi, eski Türkçe yoksul manasına gelen “çigan” kelimesinden türemiştir. Günümüzde de Farsçadaki “çingane” kelimesine benzer olarak kullanılır. Çingeneler, insanlığın ortak hafızasında oldukça önemli bir yer tutan göçebe bir halktır. Orta Çağ Avrupası’nda cadılık suçlamalarıyla yakılmış, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi kamplarında soykırıma tabi tutulmuş ve çok da geçmişe gitmeye gerek yok, henüz on yıl kadar önce Romanya’da “Roman kelimesi Rumen kelimesiyle karışıyor, bu da Rumenlerin itibarına zarar veriyor.’’ denilerek tartışma konusu olmuş insanlardan bahsediyorum.
Çingene kelimesinin tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir hakaret olarak kullanılması oldukça üzücü ve aynı zamanda süregelen ırkçılığın berbat bir örneği. Bir de çoğu zaman bilgisizliğin getirisiyle ve bir bakıma ilginç bir kibarlık arzusuyla Çingenelere Roman diye hitap edilmesi hadisesi var. Bu noktada şunun altı çizilmeli diye düşünüyorum; Çingene; Avrupa, Anadolu, Orta Doğu ve Orta Asya’da yaşayan kültür birliği etmiş bu kavimlere verilen genel bir isimdir. Romanlar ise dünyanın hemen her yerinde yaşayan Çingene kavimlerinden yalnızca bir tanesidir. Yani her Roman Çingene iken her Çingene Roman değildir. Tabii bazı Romanların Çingene olarak anılmak istememeleri durumu da var. Sanırım bu konuda en doğrusu herkesin hassasiyetlerine dikkat etmek olacaktır.
Çingeneler milattan sonra ilk binde Kuzey Hindistan’dan göç etmeye başlamışlar. Bu ilk göç dalgasının tam sebebi bilinmemekle beraber önce Orta Doğu’ya, oradan Anadolu’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya ve 19. yüzyıldan sonra da Amerika’ya yayılmışlar. Göçebe bir toplum olmaları sebebiyle tüm dünyada nüfus kayıtlarına geçmeleri oldukça zor olmuş ve hala öyle. Yani dünyada yaklaşık 450-550 bin kadar Çingene yaşadığı düşünülse de gerçekte bu sayı çok daha fazla. Türkiye özelinde ise Osmanlı’da, Trakya bölgesinde yaşayan Çingeneler ayrı bir yönetim olarak benimsenmiş ve “Çingene Sancağı” olarak adlandırılmış. Günümüz Türkiyesi’nde de ağırlıklı olarak İstanbul, İzmir, Edirne, Adana ve Çanakkale’de yaşamlarını sürdürüyorlar.
Çingenelerin Renkli Dünyaları
Fotoğraf: M. Emir Dereci
Çingeneler; eğlenceli yaşam tarzları, renkli kıyafetleri ve dilleriyle dünyanın hemen her yerinde her zaman ilgi odağı olmuşlar. Öyle ki edebiyattan operaya, resimden heykele pek çok sanat disiplininde kendilerinden ve estetik dünyalarından oldukça ilham alınmış, kült eserler ortaya konulmuş. Osman Cemal Kaygılı’nın 1939 yılında yayınladığı kitabı ‘’Çingeneler’’ bunun için harika bir örnek. ‘’Çingeneler’’ sadece nefis bir roman olmakla kalmıyor, dönemin Çingenelerine ve İstanbul yaşantılarına ışık tutan bir doküman olma niteliği de taşıyor. Birisinin altında çalışmayı pek sevmeyen, özgürlüğüne düşkün Çingenelerin bu özelliği kitapta da karşılığını buluyor. Erkekler buğday ve arpa harmanlayıp kalaycılık yaparlarken kadınlar genellikle mahalle aralarında ızgara, maşa, ateş küreği ve çamaşır sepeti satıp fal bakıyorlar. Tabii bunlar çadırlarını Eyüp Topçular’a kuran bir grup. Farklı bölgelerde meslekler değişkenlik gösterebiliyor. Örneğin Sulukule Çingeneleri enstrüman çalmakta adeta uzmanlar; kimi kanuni, kimi kemani, kimi udi… Kıyafetler de fazlasıyla renkli.
Kitapta genç bir Çingene kızı kıyafetleri ile birlikte şöyle tasvir ediliyor:
“(…)az esmer, uzunca boylu, ince yapılı, tirşe(maviye çalan yeşil) gözlü, sarı zemin üzerine siyah çiçekler işlenmiş cepkenli, morla karışık turuncu beneklerle dolu şalvarlı, belinde şal sarılı, başı alaca yemenili, ayakları püsküllü pabuçlu, her iki bileği ve parmakları gümüş ve altın yaldızlı bilezik ve yüzüklerle süslü…”
Genç bir Çingene erkeği ise şöyle:
“(…)kısarak boylu, elleri kolları koyu kurşuni dövmeli, küçük ve çekik gözlü, kömürden kara sivri uçlu uzun bıyıklı, kahve telvesi rengi saçlı, sırtında kolları ve yakaları kırmızı iplikle dikişlenmiş düz siyah bir gömlek, belinde vişne çürüğü bir kuşak, altında paçaları dar bir avcı pantolonu, çıplak ayaklarında tulumbacı yemenisi(biraz açık lastik ayakkabı), sol omuzdan kuşağın arasına uzanan kalınca gümüş bir köstek, kuşağın öbür tarafında da koskoca bir cigara ağızlığı…”
Romanlar ‘’Romca’’ da dedikleri Romanes adında bir dili konuşuyorlar. Bu dilde söylenen şarkıları, şiirleri ve ninnileri var. Bazı kelimelere kulağımız aşina. Fakat bazıları oldukça yabancı. Örneğin; şopar çocuk, odel tanrı, laçi güzel, toslamak vermek, gıroş kuruş, miday anne ve peral abla anlamına geliyor.
Bu eğlenceli insanlarla vakit geçirmek, kültürlerini yakından tanıma fırsatı edinmek hatta ne bileyim düğünlerine gitmek, ninnilerini dinlemek ne besleyici bir deneyim olurdu öyle değil mi?