Büyüme, kapitalizm sonrası tüm dünyada iktidar erkini ele geçirmek isteyen hemen herkesin birincil ekonomik vaadi olagelmiştir. Her zaman da toplumların büyük bir kesimi tarafından karşı konulmaz bir şekilde çekici bulunmuştur. Ekonomik büyüme ile beraber zenginleşilecek, milli gelirdeki niceliksel artış baş döndürecek ve istihdam sağlanacak…
Kim, nasıl hayır diyebilir ki?
Peki ya gerçekten büyüme, ekonomik olarak toplumların beklentilerini karşılayan yegane anahtar kelime mi? Yoksa gerçekte barındırmadığı anlamlar yüklenerek fetişize mi ediliyor?
Büyüme fetişizmi ile uyandırılmaya çalışılan arzu, toplumların kalkınmaya duyduğu heyecandır diyebiliriz. Nitekim ‘’kalkınma’’ kelimesinin tüm dünyada olduğu gibi Türkiye siyasi tarihinde de vatandaşlarda uyandırdığı olumlu intiba hepimizin malumu… O zaman bu iki kavramın ekonomi literatüründe ne anlama geldiğine bir bakalım…
Kalkınma; bir ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasi refahın topyekün gelişmesini niteliyor. Nüfusun ortalama yaşam kalitesindeki artışı, asgari yaşam düzeyinin genel kabul görmüş insani yaşam standartlarının üzerinde oluşunu ve yüksek standartlı ekonomik ve sosyal gelişmelerin adilane bir şekilde dağılışını ifade ediyor.
Kısacası kalkınma, bir ülkenin çağdaş ve modern bir ülke olarak anılabilme maksadıdır diyebiliriz. Çok daha anlaşılır bir biçimde kalkınmanın, Atatürk’ün de işaret ettiği muasır medeniyetler seviyesine çıkmanın başat yöntemlerinden birisi olduğu söylenebilir.
Büyüme ise kalkınmanın elemanlarından yalnızca bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor. Asıl maksat olan kalkınmaya götüren diğer unsurlarla taçlandırılmadığı sürece tek başına kalkınmanın içerdiği olumlu ifadeleri üstlenemediği düşünülebilir. Yani büyümenin, kalkınmayla sonuçlanmadığı sürece toplumun genelini ilgilendiren yapıcı donelere ulaştıramayacağını söyleyebiliriz. Bilakis kalkınmayı doğuracak diğer unsurlar olmadığı sürece büyüme, özellikle fetişize edildiği haliyle ne yazık ki son derece yıkıcı sonuçlara gebe olabiliyor.
Örneğin büyüme sayesinde milli gelirde niceliksel bir artış gözlemlenebilir. Fakat toplumdaki geniş kitleler artış gösteren milli gelirden payını alamıyorlarsa kalkınmadan söz edemeyiz. Bir ülkedeki milli servetin %97’sini toplumun %1’lik bir kesimi elinde tutuyor ve toplumun kalan %99’u milli servetin %3’ü ile yetinmeye çalışıyorsa o ülkede vuku bulmuş bir büyümeden bahsedilebiliyorken kalkınmadan bahsedemeyiz.
Ya da bir girişimci tarafından yüzlerce kişiye istihdam sağlayan çok karlı bir işletme kurulmuş olsun. Bu, ekonomik büyüme açısından faydalı bir girişimdir. Fakat elde edilen kar, hiç değilse istihdam edilen bireylerin insani açıdan asgari bir yaşam standardına erişebilmelerini sağlayacak kadar bile dağılmıyorsa maalesef ki kalkınmadan söz edemeyiz.
Kalkınma ile büyüme arasındaki farka değinmişken sohbetin devamında biraz da büyüme fetişizminin ‘’maliyetlerine’’ bakalım…
Acı Reçete
Tabii ki büyümenin kalkınma için çok önemli bir unsur olduğunu reddedemeyiz. Fakat sürdürülebilir bir kalkınma için büyümenin tabiatına yakından bakmalı ve bazı sorular sormalıyız… Mesela ne pahasına büyüme?
Bir zamanlar insanlık tabii kaynakların tükenmez olduğuna inanıyordu. Bu sebeple üretim maliyetleri hesaplanırken tabii kaynakların sınırlı oluşu işin içine katılmıyordu. Fakat bugün bunun böyle olmadığını biliyoruz… Haliyle tabiat sömürüsüne yaslanan, bunun yanı sıra işçilerin özlük haklarını ve hatta insan haklarını hiçe sayan bir büyüme ve dolayısıyla ortaya koymasını umduğumuz kalkınma asla sürdürülebilir olamayacaktır.
Bu tür bir büyüme mantalitesinden kendini idame ettirebilmesini bekleyemeyeceğimiz gibi bugün ve gelecekte olan kalkınma imkanlarını da yok edebileceğini öngörebiliyoruz.
Sorabileceğimiz diğer sorulardan biri de ‘’Ne ile büyüme?’’
Çağdaş ekonomilerde büyüme, gücünü kendine içkin olan rekabet yeteneğinden alıyor. ‘’Devlet desteği’’ dediğimiz şey ayrı bir politik tartışma konusu iken büyüme, umulanın aksine devlet desteğinden başka bir itki bulamıyorsa bunun sorgulanması gereken bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Kısacası sürdürülebilir bir kalkınma için büyümenin otonom, yani özerk olması gerekiyor. Örnek olarak Türkiye’nin yakın tarihinde devlet eliyle büyümenin başat faktörü olarak konumlanan inşaat sektörünün ne yazık ki sürdürülebilir bir büyüme oluşturamaması incelenebilir.
‘’Dene Yanıl, Bir Daha Dene ve Bir Daha Yanıl.’’
Öngörülmüş liberal bir ekonomide büyüme maksatlı risk alan proaktif tutumun başka, büyüme fetişizminin bambaşka bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Eğer böyle bir ekonomi telakki edilmişse bir birey pek tabii defa kez yanılmasına rağmen risk almaya devam edebilir. Hatta bu, liberal bir ekonominin sürdürülebilirliği için bir yapı taşı mahiyetindedir. Lakin fetişize edilmiş bir büyüme takıntısı içerisinde zararın bireysel boyutları aştığı risklerin, bireysel olarak alınmaması gerekiyor. Kısacası yanılmanın maliyeti, yanılan bireyin tekil hayatı ile kısıtlı olmalıdır.
Sözün özü büyüme fetişizmi, yalnızca bir grup azınlığın menfaati dışında ne toplumsal bir fayda ne de sürdürülebilir bir kalkınma yaratamaz gibi görünüyor. Aksine rasyonaliteden uzak olan bu tutum; kıt kaynakların ve işgücünün sömürülmesi, gelir adaletsizliği, toplum nezdinde kurumlara olan inancın yitimi, eşitsizlik ve en nihayetinde çağdaş bir toplum olma idealinden kopuşla sonuçlanabilir.
Kapak Fotoğrafı: Pexels | Pixabay